Geçmişten bir an... Andın mı özlemle, derin bir ah çekerek… Bir türkü çağırır yanı başına.
Kiminle gelir o türkü ilk kez dinlenmiyorsa? Dinlerken yakıyorsa?
Bana ya çocukluğumu, yaylayı, köyü, annemi, annemin sesini anımsatır, ya gurbette sevdiklerime duyduğum özlemleri. Dalıp gidişlerimi. Türkünün neşeli olması önem taşımaz bu derin dalışta.
Çünkü o neşeli an, o neşeli insan da artık yoktur o anı çağıran türkü yanında.
Her türkü onu kiminle dinlediysen, onu dinlerken kimi düşündüysen onun da anısıdır senin olduğu kadar. Kendi anılarını çağırır o güzel türkü; benim ona yüklediğim anlamı da ekler ezgisine, bir kez kimi andıysam her dinlemede onu alır yanı başına. Yoldaş olsunlar diye türkülere, türküleri yakan o güzel yüreklere.
"Analardır adam eden adamı, analara kıymayın efendiler!" diyor dinlediğimde türkü.
"Bir içli ağıdı ölümden sonra
Diyenimiz olsa dertsiz giderim
Sazımız bağlama, sözümüz türkü
Diyenimiz varsa dertsiz giderim"
Diyorum anneciğimin o bizden son dileğini kendimce düşürüp dile, yazarak dizelere.
Bir türkünün yaşattığı tüm duyguları birer birer anlatabilmenin şu an yolu yok...
Ama ağıt ne anlatıyor bana onu anlatmayı deneyebilirim; insan yaşadığını bilir, onu anlatır dilince.
Ağıt özlemektir kanımca, iyilik dilemektir sevdiklerine, yanmaktır kayıplarda.
Ezgiye saklamaktır tüm acıyı, koruyla.
Rahmetli annem sağ iken ondan güzel ağıt yakan olmazdı... Bizlerden umudu kesmiş, bu geleneğin yitip gideceğinden endişe etmiş ve sağlığında kendi ölümünde dinlenilmek üzere kendi hayat öyküsünü, umutlarını, bizlere sevgisini, hayattan beklentilerini, hatta hayata kahrını ağıt olarak söyleyip tüm karşı çıkmalarımıza rağmen gerçekten ağlayarak bir kasete doldurmamızı istemişti...
Tek sitemi iki kızının biri olsun ağıt yakmayı öğrenmeye heves etmemişti...
"Keşke, keşke bilseler!" demişti... "Keşke benim için söyleyebilseler!"...
Gerçekten denememiştim o ölene dek...
Nasıl öyle dizeler düşerdi ki dilinden insanın, nasıl, her dörtlüğü denk olurdu hecede; bir yaşamı, duyguyu, , insanı, durumu, hali, geleceğe özlemle kenetlerken?
Yirmi saat uzaktan, ağır hasta diye yola çıktığımda sağ göremeyeceğim duygusu yakmıştı içimi... Ölmesin istedim, ama öleceğini bildim. Nitekim öyle oldu...
Bir kez daha sağ göremedim onu; yandım!
Önce ne olduğunu anlayamıyor insan; tamamen iradesi dışında bir olay...
Ölüm, görülmüş, ama kavranmamış bile yürekten!
Sonra...
Bir daha onu göremeyeceğim, sarılamayacağım, sevdiğimi tekrar tekrar söyleyemeyeceğim düştü acı gerçek olarak... Çöreklendi ağısı acının yüreğime; bir ağıt tutturdum mezar öncesi... Benim bile duymaya inanamadığım sesimle, kendiliğinden, onun hayatına benim bakışım, benim sevgim, özlemlerimle ilgili sözler ve umulmayacak güzel bir ezgi ile...
“ Gitme annem!” dedim, “Gitme!”. Tüm akrabalar şaşkın...
Okumuş, o güne dek sadece gerçekçiliği ve yaptığı iş nedeniyle de artık ölümü çok doğal bir sona eriş kabul eden, mantıklı, duygularını katı bir gerçekçilikle maskelemeyi beceren benden duymayı umdukları son şey...
Unutmayayım diye daha sonra dinleyenlerle beraber küçük bir derlemesini yaptığım ağıtlarım... Belki ben de ileride benim için söylensin diye aktaracağım bir gelenek... Şu an saklı oldukları yerde duruyor.
Yukarıdaki dörtlük ise, işte... Biraz uysun, biraz uymasın anlattığım bu gelenekten, küçük bir seslenişim. Sevgi ve selamlarım ozan geleneğine, bana bunca yoğun duyguları yeniden yaşatan türkülerimize dedim her türkü dinleyişte, içim o türkünün ezgilerine dönüştüğünde.
Sonra; biliyoruz, hepimiz yaşadık ve gördük, analar hep ağladı ülkemizde.
Ağıtları göklere yükseldi, ama yağmur olup inmedi yere. İnmedi ana yüreğini yakan ateşlere su olup serpilmeye. Kimi anne Cumartesi’yle öldü ölüsünü bile görmedi diye, kimi şehit diye, kimi dağdan sağ dönmeyene. Hastalıklar, kazalar ise o kadar normale döndü ki ağlamaya dövünmeye dönmedi özler, ağıtlar yakmaya dönmedi diller.
Analar cennet dediler, cennetimizi cehennem ateşiyle yaktılar gözümüzün önünde.
Analara söz kalsa ana öğüdü olurdu hükmü veren her celse, iyiye ve güzele.
Ama kalmadı işte; sözünü ve özünü tükettiler onların, yanıp duruyor yüreği her ananın.
Ana fısıldıyor ise dur, dinle; öğütleri erkeği, kızı insan etmeye, yani insanı insan etmeyedir özetle.
Ağıt var ise anada; teselli kar etmez, sözcükler yetmez, küle dönmez yürekteki dağlayan közler.
Benim annemden aktaracağım umutlu dilekler içeren kısa bir ağıt ile bu çağda, bu acıdaki annelerin ağıtları karşılanabilir sanırım. Ablam için söylenmiş, onu yakalandığı amansız hastalıktan kurtarıp hayata bağlama dileğiydi, başarılmış... Ömrü uzun olsun ablamın, annem nasıl da içinden yanmış.
"İlk gözüm ağrısı canım Tülay’ım,
Kimseler üzmesin benim Tülay’ım,
Dediğim olmadı gülüm Tülay’ım,
Dilerim Allah’tan çok yaşa kuzum,
Ayağın değmesin hiç taşa kuzum."
Ve özlemleri doğuran ayrılıklar ana yüreğini nasıl yakarmış, ona örnek de yine annemden gelsin.
Çok uzak bir yere atandığım için, terörün en belalı günlerinde canımdan kaygılandığı için, yani aslında o kaygıya kendi yüreği dayanmayacağı için yanıyordu da yüreği, sanki beni de bir daha sağ görememek duygusu çöreklenmişti içine, benim için yaptığı ağıt daha ben ayrılmadan dökülüverdi dilinden, gözlerinden dökülen yaşların eşliğinde.
Hiç unutmayacağım bir an kazındı işte o anda yüreğime. (Ki o gidişim ondan en uzak oluşumdu, dönüşümde sağ göremediğim...)
"Kar mı yağmış şu Mardin’in dağına,
Ünsal’ım gidiyor Gercüş eline,
Ben sana dayanamam hey aslan kuzum,
Ağlayı ağlayı kör olur gözüm".
Anaların diline ağıt düşürmeyecek bir ülke özlemiyle. Güzeller güzeli annemin anısına.
Gebze, 27.10. 2005, Ünsal Çankaya.
HUKAB
Hukuk, Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi.
Ekim- Aralık. 2015. Sayı:15