AVUÇLARIMDA KINA
Avuçlarımda Kına başlıklı bir şiirim var. Köydeki çocukluk arkadaşım Nurten'in
gencecik yaşında trafiğe kurban giden oğlu Yıldırım için duyduğum acıyla çıkan
bir şiir.
Aynı adla bir şiir dosyasını ise o çocuğun ölümünden on yıl önce düşünmüştüm.
Ne o dosya tamamlanabildi ne de başka dosyalarım kitaplaştı. Biraz ihmalim var
biraz acemiliğim. En çok biraz ise kitap piyasasındaki enflasyonun durumu.
Kimse kimseyi okumuyor, herkes kitap çıkarıyor. Ben bunlar nasıl cüret ettiler şunları
kitap diye çıkartmaya diye söylene söylene okuduğum için çoğunu, kendime de
acımasız oluyor, her defasında dosyalarımı eksik buluyor, birer kez daha elden
geçiriyorum. Gerçi yayımlananlara artık dokunmuyorum ve yayınlanmışların
ortalama sayfa sayıları gözetildiğinde beş kitaplık şiir, üç kitaplık anlatım
var. Ayrıca o kalabalıkta arada kaynamasını istemiyorum yazdıklarımın. Görülüp
görmezden gelinmesini de istemiyorum tabi. Böylece yazdıklarım henüz
kitaplaşmadı diye avunmayı sürdürebilirim. Neyse!
Avuçlarımda kına yok. Saçımın kınası geçmeye başladı. Öyle ki saç
diplerimden açıkça belli bu.
Dipteki beyazların gözle görülür, elle tutulur, ölçülür uzunluğu diyor ki kına
zamanın geldi.
Buna üşeniyorum. Kendime bakmayı ihmal ettiğim bir dönemdeyiz.
Çünkü salgın yüzünden hep evdeyim, pijamaları çıkartıp da doğru dürüst
giyindiğim sayısı (ki o günler mutlaka banka ya da hastane filan gibi işler var)
bir yıldır toplam yirmi gün bile olmadı. Onun da çoğu banka ile aynı güne denk
düşürdüğüm sağ üste implant yapımı, alt katta tamir işini tamamlamak içindi.
Gerçi her ay gitmiyorum bankaya, ilaçlarımın yazılması da üç aydan üç aya…
Tahlil ve benzeri kontroller için en son geçen mart başında, ağabeyim henüz
sağken çıkıp gitmiştim.
O zaman da ağabeyimin ameliyat ve ilerleyen kanseri yüzünden kendi sağlığımı
ihmal ettiğimden enfeksiyonlu dişlerim filan artmıştı ve muayene sonrası
ürkütmüştü doktor “Hematoloji bölümüne bir gidin, üst üste üç yıldır yüksek
çıkması normal değil!” diye…
Normal değil dediği enfeksiyon yüzünden kanda bir değerin yüksekliği. “Yüksekliğinde
değil düşük olması halinde şüphelenilmesi doğrudur!” dedi Muzaffer. Eh,
bende diş sorunu yüzünden hep yüksekti onlar. Ama dahiliyeci diş doktoru
değildi ki kan sonucumda çıkanı ona bağlasın.
Gitmedim zaten bir üniversite hastanesine, çünkü hepsi Kovit 19 salgını
yüzünden virüs bulaş riskinin arttığı yerler… Onca özenirken salgından
korunmaya durduk yere iş almadım başıma. "Ne olan olsun!" dedim yani.
Bu arada o hastanenin başhekimi (ki her gidişimde hep yardımcı olurdu yıllardır)
kovitten ölüp gitti salgının ortasında. Üzüntümüzü artıran bir başka ölüm de bu
oldu ağabeyimi 20 Mart günü kansere kaptırmamız sonrasında. “İşte ölüm var!” dedim
hep, “Ne önemi var kendine bakmanın, güzel giyimin filan!” İlaçlarla kendime
gelişim de aylar sürdü elbette.
Okuyorum şimdilerde... Odaklanabildiğim sürece iyi de kitap okuyorum. Ama her
zaman odaklanmak kolay değil. İyice yalnızlaşmış hissediyorum kendimi böyle
soyutlayınca herkes ve her şeyden, sebepsiz ve hedefsiz öylece dalıp kalıyorum.
Yazıyorum. Eskiden yazdıklarımı gözden geçirirken ne zaman yazmışım bunu diye
bu kez de eskilere dalıp kalıyorum.
Üç dört ayrı kitabı aynı anda, birinde dağıldıysa zihnim ötekinde toparlansın
diye okur oldum. Kimisi elle tutulur kitap ama kimi pdf dosya, bilgisayar
başına mıhlanmam gerek okurken.
Birkaç gündür elimde dolaştırabildiğim Leyla Erbil kitaplarına eşlik olsun diye
Vergilius'un Ölümü kitabını pdf dosyadan ve böylece bir sandalye üzerine
tünemiş, gözlerim ekrana çakılı, sayfaları ilerleten elim mausta, kıpırdamadan,
dayanabildiğim kadar anlayarak okuyorum.
Kitap H. Broch'un, çevirmeni Ahmet Cemal. “Ömrümü verdim!” diyor çevirmen, “Böyle
çevirebilmek için ömrümün kırk yılını verdim!”, severek ve anlayarak okuyor ve
emeğine değmiş deyip hak veriyorum ona. Bir neyse daha!
Gelelim bu yazıya niye böyle bir başlık seçtiğime…
Kitabın bir yerinde ölen karısını özlerken yaptığı betimlemelerin bir yerinde
"kına ağacının beyazlığı" tanımı geçince birden irkildim. Onca yıldır
saçlarıma bakım için kına yakarım, bir gün bile merak etmemişim nereden elde
ediliyor o toz diye. Kına kına ağacı diye bir şeyden söz edildiğini duydum tabi
de her nedense onun adının ateş düşürücü bitkisel ürünler arasında geçişi
yüzünden onunla başıma yaktığım arasında bağ kurmamıştım.
Zaman zaman çocukluğumun en güzel zamanları olarak Emirdağ üzerindeki yayla
zamanlarımı anımsarım. Kimi taşların üzerini kadifemsi bir örtü gibi kaplardı
yosunlar ve arkadaşlarımla onlardan ezip elimize kına yapardık küçükken... Kına
taşı diye de bir şey var aktarlarda, bir ondan bir de yayla anılarımdan el alıp
kınanın taşla bağı var sanım o zamandan kalma olmalı...
Ellerime, ayaklarıma ve çok küçük yaşta güneşten korusun diye sapsarı kaş ve
kirpiklerime yakıldığı oldu kınanın. Ben hep taştan, topraktan elde edilen bir
şey sanmaya devam edip durdum...
Ağacı varmış yahu! O ağacın yaprakları kurutulup, öğütülüp o toza dönüşüyormuş.
Sonra internetten daha fazlasını da araştırdım, kimi aktarda biraz koyu renk
kiminde daha açık yeşil olmasının sebebi açık olanlara başka ot karıştırılmasıymış.
Hakiki ve bünyenin birçok yerine yarayışlı kına hafif kahveye dönük koyu yeşil
olanmış...
Bundan sonra hiçbir aktar kandıramayacak artık, akıp gitmeyecek boya
karıştırılan kınamın rengi.
Okuduğum kitap şiir üzerine düşündürecek çok şey söylüyor diye olabildiğince
dikkatle okumaya ve kimi yerleri de kopyalayıp bir yere not olarak eklemeye
başlamıştım. Ola ki üzerine bir yazı çıkarsa o notlar yeterli olacaktı yazıyı
tamamlamaya...
Oysa kına ağacı kadar ağacın beyazlığı tamlaması da çarptı ve işte durduk yere
kına hakkında bu yazıyı yazıyorken buldum kendimi.
Hem aslı beyaz kabuklu bir ağacın yeşil yaprağı, pembe çiçeği ve sonra hepsinin
birden kuru halinin saçta, başta, elde, ayakta kırmızı, yer yer siyaha yakın
kırmızı renk veriyor olması da şiir olmalı. Dünyanın birçok yerinde kullanılan
kına tozunun ağacının yetiştiği yerler dünyada ekvator çizgisine yakın sıcak
ülkelerle sınırlıymış. Hac mevsiminin çoğu kez ibadet ediliyor işte bilgisi
yerine hacdan dönenlerin getirdiği kına ile zihnimde kalışı da böylece sebebini
keşfetti.
Çok yaşa sen Vergilius!
Öldün ama üzerine hâlâ yazılar, kitaplar yazılıyor asırlardır ve ben de tuttum
karının yüzündeki aklığı, saydamlığı betimlerken kullandığın kına ağacı beyazıyla
seni bir kez daha ölümsüz kıldım işte.
Ya... Evet! Ben yaptım onu!
Çünkü senin de bildiğin gibi aynı zamanda insanın, eşyanın, doğanın ve tümüyle
yaşamın şiirini yaratarak yakalamasına izin verilen sanatçıdır insan. Yalnızlık
kadar yazmaya hükümlü olduğu da hiçbir zaman tartışılmayacak artık. Çünkü
içindeki şarkıyı duyduğu kadar duyuyor ve söyleyebiliyor insan başkalarınca
söylenen şarkıları. Artık içimdeki şarkıyı mırıldanmaya devam edebilmeyi de
diliyorum hep, başkalarının şarkılarını duyabilmek, yazabilmek ve yaşatabilmek
için.
Gebze, 2.3.2021, Ünsal Çankaya.
Patika Dergi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2021, Sayı:114