Translate

MASUMİYET MÜZESİ O KADAR MASUM DEĞİL ve "SEVGİ EMEKTİ!"

 MASUMİYET MÜZESİ O KADAR MASUM DEĞİL ve "SEVGİ EMEKTİ!"


“Sevgi emekti.”

Bu kısacık cümlecik bize yıllardır o filmi, o filmdeki kadını, kadının seçimini, nedenini ifade ediyor. Bugün ben sevgisi ve emeğiyle sevdiği kadını yitirme kaygısını bile saygın taşıyan ve "sevgi emekti!" dedirten, emeğin sevgiyi, sevgiliyi, sevgiliye kazandırdığı o adamı yıllar sonrasında, yakından gördüm. Çoğu kez gezi izlenimi yazmasam da sadece bu rastlantı fotoğrafı çekilmediği için unutulan anlar arasında kalmasın diye uykudan önce yazıya geçirdim.

Uzun zamandır yaptığımız gibi Gebze’den bir grup dost ile erkenden buluşup, İstanbul’dan katılan, bir kısmı çalışan ve bir kısmı benim gibi emekli olan, iyice kaynaşmış hukukçu gezi grubu ile İstanbul'da, Çukurcuma, Cihangir, Şişli, Nişantaşı, Kurtuluş gibi iç içe geçmiş semtlerini karış karış değilse bile cadde, sokak, kaldırım demeden adım adım gezdik.

Kahvaltı Cihangir'de. Eski ve dar binalardan dönüşen basık tavanlı, ahşap ağırlıklı bir yığma taş binada, semtte bir yöresel değişiklik olsun diye ta Hatay'dan getirilen organik ürünler sunan bir küçücük alana hepimiz sığmaya çalışarak, personel ise ilk kez bunca kişiyi aynı anda ağırlama zorluğuna yetişmeye çalışarak. Doyduk, kalktık.

Sonrası antika dükkanları arasındaki yolculuğumuz ve sevgili sınıf arkadaşım, ülkemizdeki ilk il kadın Cumhuriyet Başsavcısı ünvanlı Işık ile kendimize özel kahve molası.

Çoğu yeri dışarıdan görüp, duvarına, penceresine uzanıp, öyle bakınıyoruz, çünkü ya kapısı kapalı ya benim astımım izin vermiyor içerideki yoğun nem ve toz deryasına. Firuz Ağa Camisini işte bu yüzden dışarıdan gördük, kapalı diye.

Masumiyet Müzesi tamlaması herkese aşinadır, çünkü bu iki sözcük yan yana geldi bir kitap kapağında, yazarı da herkese aşina, Nobel edebiyat ödüllü Orhan Pamuk olan bir roman, ama aynı zamanda dünyadaki ilk örneği de olmayan, ama ikinci sıradaki yerini sağlama bağlayan bir kitap nesneleri müzesi.
Roman içinde adı geçen, kullanılan, görülen, tutulan, dokunulan her nesne tanımlanmış, benzeri bulunup o müzede sergilenmek üzere üç katlı bir eski İstanbul evi restore ile bu nesneleri izlememiz için müzeye dönüştürülmüş ve bu müze ev Kültür Bakanlığına devredilmemiş bir kısım başka müzeler gibi, özel girişim ile varlığını sürdüren bir nitelikte. Kitabı alırken o müzeye giriş ücreti kadar değildi ödediğim. (Biz içindeyken gelen, çıkan ziyaretçi profiline bakılırsa Çin bile dahil izleyen kitlenin yurttaşlık bağı ölçeğinde dünya ülkelerine.) Anımsarsanız eğer gelir getiren mallara akar denir, hani sözcük arayıp bulduysanız o en eski bulmacalarda, işte bu müze satış alanı dahil başlı başına akaret neredeyse...

İçi karanlık, romantik hisler doğuracak şekilde loş ve hoş değil, açıkça karanlık... Mekân içinde sadece nesnelerin camekanlarındaki ışıklandırma ile yetinilmiş. Işıklı, loş, nostaljik bir döneme götürmekten çok insana "Çık buradan, açık havaya, güneşe!" diyen çığlıklar attıracak kadar karamsar dense yeridir... Üç katın merdiven korkuluklarında, merdiven başlarında, tavanda, duvarlarında, camlı masalarında sergilenen sıkış tepiş denecek şekilde dolu roman nesnesi var... Hepsinin yanında ne olduğu ve okuyanın anımsayacağı tanıtım levhaları. Hiç inmediğimiz bodrum kat en ışıklı alan, merdiven başından gördüğüm kadarıyla orası da gün ışığı görmüyor ama bu seçim değil, bodrum olmanın gereği, o nedenle orası içinde satış için banko gerisinde görünen üç personelin ruhu kararmasın diye floresan lambalı...
Öğrenci, öğretmen indirimi var, yaşı altmış beşi geçene ise ücretsiz. O dik merdivenlerde çıkıp yığılmadan gezemezler diye, ya da görüp göreceğiniz anılarınıza yakın nesneler, geldiniz madem, görüp de anımsayın unuttuğunuz günleri demek için herhalde. Bir yanı ilginç, ama ilk ve tek değil dünya üzerinde, bir yanı dünya dillerine çevrili kitaplar ile yetinilmeyip gelire müze geliri de eklenir diyen bir ince hesap bu diyen duygu var yüreğimde.

Yürüyüş bir spor...

Bu sporu biz ayda bir İstanbul trafiği içinde yapıyoruz, akıl işi sayılırsa. Kalanında çalışanlar yarısını olsun yürüse de o kadar uzun ve güzel ve yorucu yürünen gün sayısı en azından benim için kesinlikle yok.

Nişan taşı neye denir, niye dikili o sivri taşlar bir semtte sorusunun gözlemle yanıtını henüz almış ve yolun karşısına geçip Şişli Camisi niye bu kadar ünlü, Cumhuriyet Dönemi ilk yapılanı olmak dışında diye bakmaya gidecektik. Bir kısım kaldırıma kadar geçen arkadaşımız geliyor muyuz acaba, ışığa mı yakalandık diye geriye dönmüş, geçme çabalarımıza bakarken sevgiyle, karşılıklı güldük...

İşte tam o anda, aşina sözcüğünün yine pek çok tanımını (Bildik, tanıdık, bilinen, tanışılan, tanınan...) içererek kullanılabilecek şekilde bir geçişli an yaşandı.
Derin çizgiler ile dolsa da o yüz, beden eskisi kadar dik olmasa dahi, gözlerinin içi hep sımsıcak bakan bir şefkat olan bir çift göz, bedenle bütün olarak, her zerresi ile birlikte gülümsemeye dönüşüp gülümsedi ve beden selamladı incelikle ve ses o kadar yakın biriymişim gibi "Merhaba!" dedi.

İnanmayan inanmayacaktır bu doğallığa, ama ben hiç şaşırmadım. Çünkü arkadaşımdan kayan gülüşüm o şefkat bakışı ve incecik gülümsemesine değmiş, takılmış ve "tanıyorum, kesin tanıyorum!" duygum ile çarpışmıştı. "Tanıyorum!" kısmı kazanmıştı "Kimdi?" sorusunu içeren saniyelik karşıtını ezerek.

O hemen bu çatışmayı anladı ve "Yanılmıyorsun, o benim işte!" dercesine, o kadar içten "Merhaba!" dedi ki onun selamına karşı aceleyle yetiştirdiğim "Merhaba!" sözcüğüm ancak biz yan yana geçme halini geçtikten sonra havada buluştu, yüzlerimiz görmesek de bildik ki aynı sevecen gülümsemelerle genişledi ve gülümseme öyle yayıldı ki mekâna, kalabalık sokak bile gülümser oldu neredeyse ve o güzel duygular o an yolun iki yanına da geçen insanlarca da açıkça hissedildi...

Yanımdaki genç bir hâkim kardeşim dönüp "Burada da mı tanıyorlar sizi?" diye takıldı.
"Kim olduğunu görmedin mi?" dedim... Görememiş...
Çok sevdiğimiz bir aktör dedim, çok sevdiğimiz karakter oyuncusu. Adı uçup gitti o an için aklımdan. Ama bazı insanları adı değil bize kalan yankısı tamamlar bazı sözlerin. O sözler dökülüverdi dudaklarımdan.
"Sevgi emekti!" dedim... " Sevgi emekti!".

O kadar doğal bir merhaba ile geçtik ki, dönüp, bakmak, durmak, konuşmak olanağı olmayan "o yolun ortası" her gün merhaba diyen ve kocaman kocaman gülümsemeler ile gözleri, yüzleri dolan insanlarmışız gibi eklendi an ve anı dağarcığıma.

Üstelik biz ondan biraz önce de 'Neşeli Günler' filmindeki ailenin, sevginin değeri yanılsa da insan yıllarca, sevgi kazanır yürekler bir araya gelince diyen o filmdeki 'Asri Turşucu' isimli dükkan içinde gezinip, önceleri gülerek, sonra büyük bir özlemle, neredeyse gözlerimiz dolarak izlediğimiz Yeşilçam Filmleri içine kaçıp yaşamaya hazır hale gelmiştik.

(Sevgi emekti sevgili Ahmet Mekin. Bunu bize iyice belletmiştin. Yıllardır o tek bir kısa cümlecik bize insanın emeğinin değerli, sevginin emek, emeğin sevgi olduğunu o kadar güzel anlatmış, yaşatmış ki, yaşarken, hiç umulmayan bir anda karşılaşılsa bile yabancılık çekmeden o emeğe, o sevgiye "Merhaba!" dedirtiyormuş insana...

Bu nasıl da güzel bir duygu, biliyorsunuz siz zaten... İfade edecek sözler yetmiyor diye düşünsem bile... Hepsi için "Merhaba güzel yürekli insan!" diyorum, o kadar güzel yaşadın ki o rolü, biz o rolün emek, emeğin sevgi olduğunu bilenler seviyoruz seni. Haberiniz hiç olmasa da yazdığım bu an, anı ve içindeki iyi duygular doğrudan, ulaşacaktır iyilik, sağlık dileklerim ve içten bir merhaba ile, her gününüze.)

Sonra Şişli Camisi niye ünlü, gördük, çelenkler dolu bir ünlü cenazesi için ikindi namazı sonrasında alıp mezarlığa taşıyacak olan akrabalar, yakınlar, tanıdıklar kalabalığı dolu avlu içinde.

Ben o ana kadar üç ayrı mekânda astımın bana son yıllardaki armağanı birdenbire ter içinde kalıp, değiştirmezsem yataklık hastaya dönüşeceğim kaygısıyla taşıdığım yedek giysilerden üçüncüyü de tükenmiş görünce, sorana ucuza aldığımı söylemeden "Nişantaşı'ndan aldım!" cümlesini olanca havası ile söyleyebilirim işte demek üzere aldığım pamuklu penyeler ile değiştim üzerimi.

Gezinin sonraki aşamalarına üç katedral ve kilise içi, dışı kalmıştı gezilecek. Yoruldum.

Diğer arkadaşlarım giderken ben başka bir arkadaşımın ablası ile tur otobüsü içinde kalmaya karar verdim ve onunla beraber, uzatıp ayaklarımı dinlendim. Tarlabaşı semtini bekleme alanı seçmişti sürücümüz... Çevredeki minicik, en fazla iki katlı, eskilikten yıkıldı yıkılacak görünümlü dükkanların vitrinleri her boyda çıplak cansız başlı, başsız, tüm, yarım, kadın, erkek, çocuk manken doluydu... Mağazalara manken üreten atölyeler demek orada topluca tutunuyorlardı içlerinde üretmeye çalışan o fukara işçilerle. Kazanan hep emek değil sermaye, çalışan değil çalıştıran oluyordu, yakından gözledim yine.

Akşam yemeği için seçilen lokanta adı herkesçe bilinen Nevizade Sokağı içinde.

Meyhaneler Sokağı... Mekanlar iç içe... Dolu... İnsanlar... İnsanlar... Müzikler karışıyor bir diğerine. Kim bilir kim neşeli, kim kederli... Henüz zaman erken, ayrışma belki olacaktır, ancak elbette ki yeterince dem alınca gece...

Döndük sonra...

Giderken buluştuğumuz yere bıraktı bizi araç, oradan da üşenmeden gittiğimiz kırk dakikalık uzaktaki Gebze'ye... Eşim sıcak tutmuştu çayımı. Huzur da eklendi o saate. Günü güzel kılan dostlara eklenen bir gülümseme ve merhabanın sıcaklığı da eklenince uzun zamandır sadece birkaç saat olan ve ancak geziler yüzünden ayda bir kez sekiz saati bulan derin uykulardan birine geçtim...

Masumiyet Müzesi bir gelir kapısı olarak devleşirken karabasana dönecek rüya "Sevgi emekti" diyen o film karesine geçiyor ve huzur yayılıyor, yayılıyor, kocaman ve ışıklı bir gülümsemeye dönüşüyordu uyuyan bedenimde.

Gebze, 18.11.2017. Ünsal Çankaya

AKATALPA 
Aylık Şiir ve Eleştiri Dergisi.
Ocak 2018, Sayı:217