Translate

ÖZLEM - Sen de mi gelip geçtin bu dünyadan?

ÖZLEM

İnsan aşırı şişmanların mutlu ve neşeli olduğunu sanıyor. Nedendir bilinmez. Bu kanaatin nedeni onların neredeyse her gördüğümüzde gerili davul gibi duran yüzlerindeki kırışıklıkların yer bulamayışı olabilir belki. Ya da kahkaha attıklarında gözlerinin iyice kaybolacak kadar kaybolması bu yüzde ve belki de aynı kahkahalar sırasında hoplaya hoplaya inip çıkması göbeklerinin. Şişman bacaklarının üzerine zar zor yetişerek kahkahayı desteklemeye çalışan tombul kolları ve ucundaki daha da tombul parmaklarla avuçları kapanamayan elleriyle vurmaya ve "durun, yeter, gülmekten çatlatacaksınız beni!" demeye çalışırkenki görüntüleridir nedeni.
İşte O böyle biriydi. Yani tam da bu kadar şişman tam da tarif edildiği şekilde gülen. Ama aslında ne her zaman neşeliydi ne de önceleri bu kadar şişman.
Tığ gibi, filinta gibi denir ya öylesine inceydi, yemyeşil gözleri ve sarışın çehresiyle yakışıklı mı yakışıklı. Bir evin bir oğlu. Kızları sayma köylük yerde, kızlar ki abla da olsa, kardeş de olsa o şehzadeydi ve onun dışındaki herkes O'na hizmet için görevliydi.
Üstelik evde iki anası vardı, biri değil, ikisi de nikahlı. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında ve medeni yasa öncesi olduğundan evliliğin biri her iki hanım da kanun böyle bir hak tanıdığı için resmi nikahlıydı. Kendisi ikinci kadından olmaydı ama anaların ilki doğurandan bile çok sevmişti. Öyle ki okumaya şehre gittiğinde tutulan evde o yaşlı haline bakmadan tüm evi çekip çevirmiş, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeden okulunu bitirmesini ve üniversite kazanmasını sağlamıştı. Çünkü mavi gözlü kocası ölüp onları iki kadın baş başa bırakalı çok olmuştu. Yadigardı bir bakıma. Emanetti. Evin erkeğiydi. Direği. Hepsinin gelecekte garantisi belki.
Okudu. İlk çocukluk yıllarından babasını kaybedene kadar geçen zamana kadar da şımartıldığından hem şımarık hem de dilediği yerine gelmediğinde her şeyi kırıp dökecek kadar huysuz ve yatıştırılamayacak kadar öfkeliydi. Sonra duruluverdi. Bu tam da kendisini köyünü bırakıp ardından şehre gelecek kadar seven, kendisini doğurmadığı halde özenle doyuran Fadime ananın ölümü sonrasına denk düştü. Ablası da kız kardeşi de köylük yerde geleneklerden uzaklaşamadan biri amca, diğeri hala oğlu ile akraba evliliği yapmışlardı.
Anası-ki kendini doğuran Ayşe Kadın- işte o zaman yalnız kalmış ve "oğul" demişti "gel artık köye. Bunca tarla tapanla uğraşamam ben, hem evlendirelim artık seni hem de evimizde, başımızda ol, ben de torun torba göreyim, gelin işin ucundan tutsun da şu yaşlılıkta azıcık rahat edeyim, köyümüz, toprağımız, burada, hem burada da senin öğreteceğin çocukları var okulun!"
"Olur ana!" deyip, anasının bulduğu Nazlı ile evlenmişti. İki oğul doğurmuştu Nazlı. Nazlanmayı bilemeden. Kendisine biçilen yaşama itiraz edemeden. Evli, barklı, çoluk çocuklu adam da bırakıp geldiği şehirleri, oralarda kalsaydı neler yaşayabileceği halde yaşayamadığını, dünya nimetinden mahrum kaldığını düşündükçe "Körelip gidiyorum, köy kahvesinde pineklemekten öleceğim!" dedikçe kendini yemeye ve içmeye verdi.
İşte ondan sonra tutabilene aşk olsun. Göbek hafiften hafiften büyümeyi birkaç yılda tamamladı. O eski zamanlarındaki hareketliliğini yitirdikçe yemekten almaya başladı hırsını. Neredeyse yusyuvarlak oldu bir süre sonra.
"Bu kadar yeme, kalbine zarar!" diyenlere basıyordu içinden küfrü, "Nasıl yemeyeyim!" diyordu "yemekten başka zevk mi kaldı dünyada?" Sonra kahkahalarla "küfrettim ulan içimden sana, içimde kalmasın!" diyor, bir de dışından küfrediyordu. Her şeye. Talihten kadere her şeye!
Düğünlerde yine en iyi oynayan 'O', ölümlerde en fazla yardıma çalışan O'ydu. Herkesin derdine bir derman bulmak için akıl çoktu. Ama kendini kurtarabilmesine umudu kalmamıştı.
Toprağa bağlandıkça bağlandı.
Ayşe ananın ölümünden sonra, her iki oğlu da şehirde üniversite bitirip çalışmaya başlamasına karşın, mal mülk ve zenginlik açısından derdi de olmadığı, emekli olalı da yıllar geçtiği halde "Bir de biz gidip yerleşelim bir şehre!" demez olmuştu. "Ne yapacağım bu yaştan sonra şehri?" diyordu. "Sinema dersen televizyonda işte, hava mı var şehirde, su mu var?"
Bazen de "ne var da bu kadar bağladın beni?" diyor, toprağa küfrediyordu. Sanki gerçekten köyü bırakıp gitmesine engel olmak için kendisi oraya kök salmış da toprak köklerinden sımsıkı bağlamış, bırakmıyormuş gibi.
"Artık yaşlılık geliyor, yeter, hastaneler var, derdine dermanı daha kolay bulmak var, insan şehirde bu yaştan sonra hasta olursa derdine dermanı çabucak bulmaktan başka ne arar?" deseler de yakınları. "Olmaz, gidemem, tavuklar, inekler, bağ bahçe. Bunlarsız yaşamayı artık beceremem, siz yaşayın oralarda, bize de bayramda, seyranda gelin o bana yeter!" diyordu.
İşte hiç itirazsız köye dönmeyi kabullenen 'O' kendine bu nedenle küskünlüğü ile şişmanlamaya başlayan, sonra da şişmanladıkça hareket etme isteği yiten ve ağlarken de gülerken de öfkelendiğinde küfrederken de o yusyuvarlak göbeğine bakıp avuçlarını dizlerine vurmak üzere zor yetiştirirken de bir daha bu halinden kurtulamayacağını düşünüyordu.
Ama kaderini değiştirmek için çabalamayı da becerememişti. Ne zayıflamayı ne de alıp başını çıkıp gidebilmeyi.
En son konuştuğunda da "Şişmanım benim, canım dayım, yaşayacaksın, kanser de neymiş, korkma, o senden korksun, sen her şeyi yenersin" diyen yeğenine "öyle mi diyorsun, sen hep bana güvendin, hadi bakalım, bunu da yeneriz belki!" deyip, karşılıklı gülmüşler, yeğeninin" zıplıyor mu yine?" demesi üzerine acıyla "nerden!" demişti, "kaç aydır göbek mi kaldı, bu ilaçlar adamda iştah mı bırakıyor?"
İçi sızlamıştı yeğenin. Gidip görememişti o illete yakalandığını duyduğunda. Sonra zaten kış başlamıştı. Okuldu, işti.. Yaşam gailesi denen şey elini kolunu bağlıyordu insanın. "Yaz olsun, yıllık izinde inşallah!" diyordu her aradığında. "Bak yaşamayı unutma, kahkaha atmayı unutma, gülümsemeyi de sakın ha! Dayan ha! Yeneceksin unutma!" diyordu.
Oysa her aradığında sesi daha da umutsuz çıkıyordu onun. Yine de güldürmeyi başarıyordu her defasında "de haydi, iyileş de sana börekler yapacağım zıplatacaksın yine!" diyerek.
O dayı bugün öldü.
Son hafta arayamadığı için kendine kızdı yeğen. İçinde bir kaynayan volkan, tam taşma haline gelip boğazına bir yumru olarak oturdu. Dökülen gözyaşları söndüremeyecekti yansa da. Zaten hiçbir yangın sönmüyordu ağıtla figanla, hiç durmadan da aksa gözyaşlarıyla.
"Oturup O'nu yazayım!" dedi." Hamza'ydı adı. Hz. Hamza gücü olsun, köyümüze adını veren atamızın adı yaşasın diye koymuşlardı adını. Hamzahacılı'ydı. Ama şimdi anlıyor ki köyün adı belki de "hacılı" değil bu ölümlerden dolayı ya da yaşanan başka acılara izafeten Hamzaacılıydı. Değilse bile öyle olmalı diye düşündü. Kendi acısı yakışmıştı işte köyün adına..
O kendini böyle yazan bir yeğeni olduğunu öğrenmeyi mutlaka çok isterdi. Nasıl da gurur duyardı sağ olsaydı. Nasıl kıvançla anlatırdı "yeğenim benim tasvirimi çıkartmış , gelin dinleyin hele!" diye anlatırken.
Şimdi "Dayıcığım, şişmanım, zıplayan göbeklim, zıplatarak okuyorsun değil mi?" dediğini duymasını ve gerçekten de o göbeği zıplatıp, gözleri kaybolarak yüzünde kahkahalar atmasını görmese bile hissetmeyi ve emin olmayı "Ya yeğenim ya, gerçekten zıplıyor!" dediğini duymayı nasıl da istiyordu. Hem de nasıl istiyordu yeğeni.
Gebze, 4.4.2009, Ünsal Çankaya
Emirdağ Vakfı Dergisi, Temmuz 2009Yıl 11. Sayı :20, Sayfa : 8 - 9.

Annemin amcasının oğlu...benden beş yaş büyük yalnızca. ablamdan bir..aynı evde büyüdük..ondandır dayım işte..