BENİ ARA YÜREĞİM DURSUN
Beni ara!
Beni ara bir çalıntı zamanda,
Zaman dursun!
Yanılsam, yanılsa zaman, sonsuza varsam,
Yanılmasam, yanmasam, dursa yüreğim,
Durmam!
Sevgi uçmaktır her zaman, yanılsamayla!
Biliyorsun, söylenecek sözüm çok,
Seninle sevineceğim güzellikler çok.
Ara beni, ara, aradığın zamanda durmadan,
Uçmayı öğretiyorum kanatlarıma!
Beni ara!
Aydınlığımı gören güneş erken doğmasın.
O çalıntı zamanla mavileşsin geceler.
Güneşe küssün dünya, mavi aylarla dolsun,
Uzay yitiversin kara delikte,
Zaman kaybolsun!
Ara beni! Ara! Mutlu şiirler oku.
Şiire kesilelim dolunay dolanırken.
Kalbimin atışına uyak olsun sözlerin,
Dize dize kan olsun, aksın damarlarımda.
Yaşadığınca yaşat bu dünyada iyiyi,
Yaşat ki kaygılarım bitsin kısa zamanda.
Ezberim sevgi benim, şiirimle beslerim,
Şiirimden kalplere sevgi taşır sözlerim.
Ara ki yüreğimde büyüyen umutlarım,
Aksın, aksın durmadan, çağlarken sular gibi,
Can versin şiirime, zaman kendini bulsun!
Ara ki gözlerimde büyümesin yokluğun,
Ellerin kanat çırpsın, şaşırtsın ayrılığı.
Bil ki kalbim göç sonu beklendiğin yuvadır,
Bir çöp olsun ekleyip, karışıp toprağıma,
Onarmazsan içimi zaman benle vurulsun!
Gebze, 21.10.2007-2023, Ünsal Çankaya.
Artemis Edebiyat, Nisan, Mayıs, Haziran 2024, Sayı:24
Translate
BENİ ARA YÜREĞİM DURSUN
BAĞ BOZUMU
BAĞ BOZUMU
Canını alıp eline, yanını yöreni seyran.
Üşüyen toprak üstünde, börtü böceğin diline,
Düşmeden önce, cehennem bu diyecekler.
Korkma, sağlam tut yüreğini bu dünyada,
Elbet gidilmedi, gidilmeyecek.
Gülüm sevdadır dikene, diken özüne özüne.
Gül büyütür didesine, dökülür nazenin yaprak,
Can dökülür ellerine.
Nefes almak değil hayat, canı almaktır bedene,
Solar diyecekler, korkma, can suyudur sevildiği hem,
Daha solunmadı, solunmayacak!
Aynalar olsa içinde, bize sır kim, çözülen ne,
Sırrın en dibine bilim erecek.
Bakışlar zehir zemberek mıhlanıp keser diline,
Ölüm gelir diyecekler, korkma, doğa sırasını bilir,
Henüz ölünmedi, ölünmeyecek!
Kan çanağı olup gözler, dökülmeden toprak
Buharlaşmadan su, çarpılıp yüzümüze.
Tane tane sözcüklerle ezil diyecekler.
Korkma, şarabadır ezildiğin, kana değil,
Üzüm üzüm üzülmeye yeter denecek!
İremdir her billur tane, ölüm bize, cehennem ne,
Sır kime, ayna kime, özüm özüne, üzüm gözüne eştir.
Kana kana içelim ki demine, yasak diyecekler.
Korkma, doğum bir kez, bir kez ölüm,
Korkusuna boyun eğilmeyecek!
Ölüm dediğimiz zulüm özgülendiyse bedene,
Bir zamanı, biçimi var, gelemez o andan önce.
Korkular yazı bilmiyor, yazılarsa sır dilinde,
Vakt ve saat kara yazın, oku diyecekler bir gün,
Korkma, bir kez öğrenince dili, unut deseler gam değil,
Olur mu sır olup kalmak, bağ bozulsa yaşar gerçek!
Gebze, 22.10. 2011-2023, Ünsal Çankaya
ŞİİRİN GÜCÜ
ŞİİRİN
GÜCÜ
ERK ve ŞİİR olacak dosya başlığı denilmişti Artemis Dergi yeni sayısı için.
Belirlenen konuda fikri olanların yazılarıyla o konuya değişik açılardan
bakılmasını amaçlıyor bu tür dosyalar. Benim bu konudaki fikrim kişisel
deneyimlerimden oluşamaz. Çünkü otuz yıldan fazla yargı içinde “kanun
dairesinde” görev yaparken kendim kalmaya çalıştım. Kişisel alanımın
sınırlarına taşırmadım işimi, kişisel alanımı işime yansıtmadım. Giyindiğim
cübbeden güç almadım demekti bu. O cübbeye kişilik kattığımı söyleyenler emekliliğimin
çok sonrasında bile “Sizi özlüyoruz” diyen personel, dosyaları tesadüfen
görevli olduğum mahkemeye düşen ve adil kararıma muhatap olan sade yurttaşlar,
“Sizin gibisi hâlâ gelmedi” diyen avukatlar. İnsana, işime ve kendime saygıydı
bu övgülerin kaynağı.
Devletin üç erkten oluştuğunu bilirdik hep, yasama, yürütme ve yargı. Bağımsız
yargı diğer iki erkin denetimi için zorunludur hukuk ülkelerinde. Ama ülkemizde
bağımsız yargı ütopik gelir bize.
Son beş – altı yılımızda bu sıralama ortadaki sözcüğün üstünlüğü fiili
durumunda, bağımsızlık sözcüğü görünürde olsa dahi korunmuyor artık. Yeni
atanacak yargı mensupları yürütmenin başının olduğu sarayda kura çekiyor ve
yürütme onlara nasıl görev yapacaklarının talimatını veriyor basın önünde.
Yasama ve yürütme içinde çalışanlar göreve başlarken hâlâ anayasaya bağlılık ve
hukukun üstünlüğünü sağlamak için ant içiyorlar oysa.
Çocuklukta ve fakülte yıllarında yazdıklarım yitti, bitirme yıllığımız ekindeki
Ceride-i Kantar içinde çıkan birisi ve sürekli kullandığımız bir yasanın sayfa
aralarına yazdıklarım dışında. Kürsüde, karar aralarında, dinlenme zamanlarında
yazdıklarımdan yayım için ancak 2006 yıllarında gönderebildim dergilere. O
yıldan bu yana en az on kitaplık yazı ve şiirim, öyküm çıktı. 2013 sonlarında
emekli olduğum gözetilirse o dönemdeki adıyla Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu ve Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından yazdıklarım için açıkça
uyarılmadım. Suya sabuna dokunmaz şeyler değildi o sıra yazdıklarım da. Çünkü
ben ülke ve dünya sorunlarının her insanın duyarlı yanına dokunacağına
inanırım, etkiye karşı tepkisini ya konuşarak ya yazarak vermesi gerektiğini de
düşünürüm.
İşte bu yüzden erk – iktidar ve şiir dosyasında benim sözüm olacaksa ben
kendimi sınırlamadım, devlet tarafından da sınırlanmış hissetmedim diyebilirim
sadece. Bir şiirimdeki bir dizemin derginin sorun yaşamasına neden olacağını
bildiren bir editörü haklı buluşum da o dergiye zarar vermeye hakkım olmadığını
kabullenmem nedeniyleydi.
Yargı erki içinde uzunca kalmış biri olarak bu dosyaya katkım olur mu diye
düşündüm. Şöyle bir baktım sanal ağ içine, artık yayımlanmayanlar dahil olmak
üzere halen yayımlananlar içinde birkaç yılda bir “iktidar ve şiir, şiir ve
iktidar” ya da benzeri başlıklarla dosyalar yayımlanmış dergilerde.
Hepsini bulmam, okumam olanağı yok elbette. Okuduğum kitaplardan ve kimi
dergilerden yıllar içinde aklımda kalanlar kimi ünlü şairlerin yazıya dökülen
düşünceleri ve şiirleri yüzünden yargılandıkları, ceza aldıkları ve hapis
yattıkları. Nâzım’dan Sabahattin Ali’ye. En günceli yaşayan şairimiz Ahmet
Telli. Bir de iktidara yakın olup, güç ve yetki kazanan kimi isimler… Hepsi için
yazılar yazılmış neredeyse.
Bu konuda yazılmayan ne kalmış olabilir ki diye sorduğumda şiir tehlikeli bir
şey dedim.
Çünkü yazanlar kadar okuyanlar da ceza alabiliyor. Aslında şiirle suç işlenmez,
şiir okundu diye kimsenin bir yerine bir şey olmaz, kurşun değildir, delmez,
bıçak değildir, kesmez, urgan değildir, bağlamaz ve asmaz kimseyi. Şiiri tehlikeli
yapan ya da tehlikeli bulan şey o ülkedeki yönetim sistemindeki serbestlik ya
da o serbestliğin kısılması, herkesin, her şeyin iktidar sahibince denetime
tabi olduğu bir sisteme dönüşmesidir.
Öyleyse bu dosyada sözüm olacaksa ben erk =güç nedir, iktidar nedir ve içinden
emeklilikle ayrıldığım yargı nerede, nasıl devreye girer ve şiiri
özgürleştirir, sistemi özgürleştirir konusuna bakabilirim dedim.
Biri diğerini tamamlayacak yazılar yazabilmek için bu dosyada benim de sözüm
var diyenlerle konuları paylaşma olanağımız yok tabi. Bu yazımla kimsenin
yazısıyla benzer şeylerden söz etmemek, olabildiğince özgün olabilmeyi ummak
yetecek bu nedenle. Birden çok kitaba dağılmadan, bir kitaptan yapacağım
alıntılarla güç ve iktidar konusuna değinmek yetecek gibi geldi bana. Tırnak
içi alıntılar o kitaptan. (Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Çeviri: Gülşat
Aygen, Ayrıntı Yayınları.)
“Güç” sözcüğü, etkisi bakımından doğrudan ve burada olan bir şeyi, iktidardan
daha dolaysız bir biçimde zorlayıcı bir şeyi getirir akla. “Fiziksel güç”
deyişi, gerçekte aynı fikrin yalnızca daha açık bir ifadesidir; çünkü daha
aşağı ve kaba dışavurumların içindeki iktidar, her zaman güç olarak daha iyi
betimlenmiştir; örneğin avın yakalanıp ağza götürülmesi güç aracılığıyla
gerçekleştirilir. Güç kendisine zaman tanıdığında iktidar haline gelir, ama
kriz anı, geri dönüşsüz karar anı gelince güç çıplak güç haline geri döner.
İktidar daha geneldir ve güçten daha geniş bir uzam üzerinde işler; iktidar çok
daha fazlasını içerir, ama daha az dinamiktir. İktidar daha törenseldir, hatta
belirli bir sabır ölçüsü vardır.
Güç ve iktidar arasındaki ayrım kediyle fare arasındaki ilişkiyle çok basit bir
biçimde örneklenebilir. Kedi, gücü, fareyi yakalamak, onu ele geçirmek,
pençelerinin arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır. Ama
fareyle oynamasında bir başta etken daha vardır. Kedi farenin gitmesine izin
verir, birazcık kaçmasına, hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre
boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ kedinin iktidar-alan-ının
içindedir ve her an tekrar yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar
alanından kaçar; ama, artık ulaşılamayacak olduğu noktaya varana kadar hâlâ
kedinin iktidar alanının içindedir. Kedinin egemen olduğu uzam, fareye
yaşattığı umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında onu yakından
izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye gösterdiği ilgiyi ve yok etme niyetini
asla elden bırakmaması; bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle izleme ve
yok etme niyetine iktidarın fiili bedeni, ya da daha basit bir biçimde,
iktidarın ta kendisi denebilir. Bu yüzden, gücün aksine, iktidara içkin olarak
uzamda ve zamanda belirli bir genişleme vardır. “
Bu tanımlamaya bakılırsa iktidar gücünü kendiliğinden sınırlandırırsa iktidarın
devamı olasılığı kadar yurttaşlarının mutluluğu da artar, gücünü sınırsızca
hükmetme, denetleme ve ceza için kullanırsa yurttaşlarım mutsuzluğu artacak
demektir. Yargı iktidarın gücünün yurttaşlarının mutsuzluğunu artıracak şekilde
kullanılmasını önleyecek bağımsızlıkta ise hukuk üstünlüğü vardır, gücünün
etkinliğini artıracak şekilde bağımlıysa hukuk değil iktidar ve güç üstündür.
Peki yargı iktidara ve gücüne bağımlıysa şair ve dolayısıyla şiir ne yapmalı?
Kendisi kalabilmek için sorguya, dolayısıyla sonrasında gelecek cezaya karşı
nasıl direnmeli?
Direnebilir mi?
Bu sorular öncelikle soru nedir, sorgu nedir, sorma hakkı kimindir ve nasıl
sorulara nasıl yanıtlar aranır ve bulunur gibi otuz yıl boyunca gerçeğe ve
doğruya ulaşmak için izlediğim yönteme ve iç sorularıma başkaları ne demiş ona
da bakmalısın diyen bir düşünceye yöneltti beni.
Canetti “Soru sormak zora dayalı müdahaledir. Bir iktidar aracı olarak
kullanıldığında, kurbanın etini kesen bir bıçak gibidir. Soran, bulunacak şeyin
ne olduğunu bilir; ama ona fiilen dokunmak ve onu açığa çıkarmak ister...
“diyor. … Devamında “Sorular cevaplanmak içindir; cevaplanmayanlar havaya
atılan oklar gibidir. En zararsız sorular, yalıtılmış kalan ve başka sorulara
yol açmayanlardır” … “Gerçek her sorunun arkasında her zaman kasıtlı bir amaç
vardır; bir çocuğun ya da budalanınkiler gibi amaçsız sorular kolaylıkla
saptırılabilir. Kısa ve öz cevaplar istendiğinde, sorgulanan insan için durum
en tehlikeli halini alır; birkaç kelimeyle ikna edici bir biçimde ikiyüzlülük
etmek, imkânsız değilse de zordur. Savunmanın en bariz biçimi sağırmış ya da
anlamamış gibi yapmaktır; ama bu yalnızca eşitler arasında işe yarar. Kuvvette
eşitsizlik olduğu zaman soru başka bir şekilde ifade edilebilir ya da yazıya
dökülebilir; o zaman verilen her cevap çok daha bağlayıcı olacaktır, çünkü
soruyu soran bu cevabı daha sonra kullanmak üzere elinde tutabilir…“
“Ancak her zaman, normal koşullarda bile, cevap, cevap vereni bağlar; cevabı
veren ona itaat etmek zorundadır, cevap onu sabit bir tavır almaya ve orada
kalmaya zorlar, oysa sorgucusu, kendi işine geldiği gibi yer değiştirerek, ona
her yandan saldırabilir. Sorgucusu onun etrafında dönebilir, şaşırtabilir ve
böylelikle onu karmaşaya itebilir. Zeminini değiştirebilir olması, ona
diğerinden esirgenen bir özgürlük verir.”
“Çoğunlukla ne düşündüğümüzü bize bir soru sorulana kadar bilmeyiz. Soru kibar
olduğu sürece bir şeyden yana ya da ona karşı karar vermekte bizi serbest
bırakır, ama bizi taraflardan biri ya da diğerini savunmaya zorlar. Platon’un
diyaloglarında Sokrat sorunun yüce ustası olarak görünür. Sokrat iktidarın
bütün sıradan biçimlerini hakir görür ve onları andıran her şeyden ısrarla
kaçınır. Üstünlüğünü yapılandıran bilgelik onu isteyen herkesin hizmetindeydi,
ama Sokrat’ın bilgeliği paylaşma yöntemi özenli nutuklar atmak değil soru
sormaktı. Sokrat dinleyicilerine soruları aracılığıyla egemendi. “
“Sorgu, geçmişle, gerçekliğinin bütünlüğü içinde onu yeniden yaratarak uğraşır
ve sorgulayandan daha güçsüz olan birine yöneltilmiştir. Yargılamaların önemine
geçmeden önce, bugün çoğu ülkede yerleşmiş bir işlem olan polis kayıtları
hakkında bir şey söylemek istiyorum. Devlet, her insan hakkında, bu insan
tehlikeli olursa diye ya da olduğunda onunla baş edebilmek için, mümkün
olduğunca çok bilgi sahibi olmak ister." …. "Sorular ancak belirli
amaçla yürütülen sorguda kuşkuyla yüklüdür. Her bir soru kendi başına
savuşturulabilir, ama bir araya geldiklerinde cevapları denetleyen bir çerçeve
oluşturur. “
“Yargılanan adam sorgucusuyla düşmanlık ilişkisi içinde durur; kendisi ondan
çok daha güçsüz olduğundan, ancak onu kendisinin bir düşman olmadığına ikna
etmede başarılı olursa kurtulabilir.
Hukuki sorgulamalarda, sorgulama, zaten daha muktedir olan sorgucuya geriye
dönük bir her şeyi bilme hakkı verir. Sanığın gelip gittiği yerler, girdiği
odalar, şu ya da bu saati nasıl geçirdiği, o zaman özgür ve izlenmiyormuş gibi
görünen her şey birdenbire tetkike maruz kalır." ... " Yargıç bir
yargıya varmadan önce sayılamayacak kadar çok olguyu bilmek ister; yargıcın iktidarının
temelinde kesin olarak her şeyi bilmek yatar. Bu amaçla şu sorulan sorma hakkı
vardır: “Neredeydin?” “Ne zaman oradaydın?” “Ne yapıyordun?” Sanık, elinden
gelirse, bir yer adının karşısına başka bir yer adı, kimliğin karşısına başka
bir kimlik koyarak suçun işlendiği tarihte başka yerde olduğunu kanıtlar."
Soru, sorgu konusunda bu alıntılarla ilerleyince soru sorma hakkının güçlüde,
yargılama hakkının güçlüde olduğu görülüyor. Öyleyse sadece iktidar gücünü
elinde tutanın istedikleri mi yazılıp çiziliyor?
Elbette hayır! Şiir de kendi sorusunu soruyor, yanıtını veriyor, basıldıkça,
satıldıkça, okundukça yayılıyor ve güçleniyor. Peki şair de bu güce erişiyor
mu? Buna da hayır! Çünkü şair üreten olarak eleştirdiği, direndiği iktidarın
gücüne boyun eğiyor, sorulara, sorgulara muhatap olabiliyor. Yargının sorgusu
ona ya özgürlük ya ceza olarak dönebiliyor.
İşte bu yüzden şiir tarihe tanıklığı ile katkı veren bir gerçekliktir demek
istiyorum öncelikle.
Resmi tarihe bir darbe, bir tanıklık tarihe. Tanıklık ise güç demektir aynı
zamanda. Doğru ve güvenli bir dünya için tarih ders kitabıdır, doğru
tanıklıklarla yazılır tarih, her nasıl yaşandıysa, yeni hatalar yapılmaz tarih
doğru yazılır ve okunursa.
Şiir bizi gerçeğe götüren bir yoldur demek istiyorum bir de. O yolu patika,
toprak yol ya da asfalt yapmak bizlerin elinde. Genişletip kullanışlı hale
dönüştürürken yolumuzun üstündeki hiçbir cana zarar vermemeye çabalamak bizim
elimizde. O can insan da olabilir, hayvan da bitki de. Doğayı yaşanabilir
kılmak insan olarak amacımız olmalı, şiirimiz buna katkı verirse, tanıklık
olarak kalır ve gerçeğe ulaştırırsa ne iyi. Direnmiş ve kazanmış sayarız o
zaman şiirimizi.
Erk devlet ile tanımlandığında kapsamında yer alan kadın ve erkeklerin, çocuk
ve yaşlıların tabi tutuldukları ve çoğu eril bakışın gücüyle oluşturulmuş
yargıya kadar özenle yürünmeli var olan yollar. Yenilmeyelim diye. Kazanmasak
da. Erk, yetke, yetki, kötüye kullanım ve gücün iktidarı eril iktidara eşittir
çoğu kez bu dünyada. Öyleyse direnmek için kötüye kullanımlara dur diyebilmeli.
Kadınların erk karşısındaki çağlar boyu konumlandırıldığı yerden başlamalı
haykırmaya. Duyulsun diye sesleri, eşitlenmeli cinsleri.
Son olarak 2005 yılından, kürsüdeyken, kürsünün karşısına gelenlere bakılarak
yazılmış bir şiirle tamamlayayım yazımı. Çünkü erk – yetke- güç – birbirini
yaşamın her alanında tamladığında iktidar ve onun kötüye kullanımını doğuruyor
sonuçta. Kaçıncı kez “tecavüzcüsü ile evlendirip” cezadan kurtarılmaya
çalışılıyor eril iktidarın iktidarı, bu şiir bunun tanığı.
Tanık eş de kaçırılmış, tecavüze uğramış ve o zaman yürürlükte olan, sonra
yasadan çıkarılan bir maddesi uyarınca “evlenmek” zorunda kalmıştı sanık ile. O
sanık ki adı hükümlü olacakken tecavüz ettiği kadına yapılan baskı sonrası
evlenmeye ikna edilip adı koca, kendisi özgür olduğunda yeni suçlar işlemeye
devamdan vazgeçmemişti üstelik.
KARARTILAN YÜREKLER
Bitti sandım, belki de bakmasam bitecekti, öylece bakıp kaldım, kitledi
dişlerini.
Nasıl ısırdı nasıl o gül dudaklarını, yüreği daralmıştı, gözleri hepten kırgın.
Erimişti günlerdir, elleri rüzgâr olmuş, kalmamıştı gözyaşı, pınarları kurumuş…
Nasıl ayakta kaldı, son bir çabaydı sanki, bakmadı hiç geriye, iki adımdı oysa
Jandarma arasında, kelepçesiz elleri, koca diye alışıp, bir aydır görmediği...
Dik durmak çabasıydı en yorucu olan, yaralanan gururu “dayan” diyordu “biraz!”
“Yemin ederim!” dedi yerken dudaklarını, “Yeminsiz söyle!” dendi, rengi ak
kâğıt gibi...
Uzun süre bekledi, yürekten nefes aldı, baktı mağdure kıza; son bir çaba
sesinde:
“Şüpheliydim çoktandır, geç geliyordu eve, ne bana bakıyordu ne yaptığım
yemeğe,
Elini uzatmadı, gülmedi hiç bebeğe...”
"Demek buymuş sebebi, yazık bu canım
kıza, hem benden daha yazık, ne yapar bundan sonra?
Ona saldıran sapık, artık bakamadığım, beni de kaçırmıştı, nikahlamıştı zorda!" (11.8.2005)
Bitiriş cümlesi olarak, insanların kendi özgürlüklerinin iktidar ya da ona bağımlı
bir yargı eliyle sınırlandırılmaması için de şiire gereksinim duymasını ummak,
seçimlerinin sonuçlarına ceza alarak katlanmak yerine özgürleşmeyi seçtiklerini
ve mutlu olduklarını bilmek isterdim diyorum.
Gebze, 15.8.2023, Ünsal Çankaya.
Artemis Edebiyat, Ekim-Kasım-Aralık 2023, Sayı:22
KİMSENİN GİTMEDİĞİ
Gelseydin O Gün* demiş şair anımsatırken günü,
O gün, hepimizin yüreğindeki yangın, ki sönmüyor.
Tek sözcük veriyor tarihini, olmasın için,
Kimsenin gitmediği o yerin, unutmadığı saatin,
Kimsenin çare olmadığı yangının,
Kimsenin durdurmadığı kıyımın.
Bir ot değil artık, bir otel değil, kuşatılmışlık,
Kuşatılmışlık, karanlıklarla.
MADIMAK, unutmadım, aklımda.
Kör inanca hükmedenlerin, biat edenlerin,
Farz olduğu için kılmadıkları namaz,
Sevap olsun için etmedikleri dua,
İyilik için haykırmadıkları yerdir tanrı adını.
Şeytana atmadıkları taşın adresi,
Isınmak için yakmadıkları ateşin adı,
Gaz döküp, kibrit çakıp, şehvetle kan içenlerin,
Seyirle kalmayıp odun ekledikleri yangın.
MADIMAK, unutmadım, aklımda.
Önceden, kalubeladan beri oradaymış o şair,
Yoluna, yolculuğuna onunla gidenlerle gitmiş,
Yolumuz hep iyiliğe, doğruluğa meselini bellemiş.
Orada yakılanlarla yakılmaktan tesadüfen kurtulmuş,
Sağ kalmaya inanmayışı ayrı, fazlasıyla utanmış.
İnsanın insanı yaktığı bir dünyada,
Yakanlar arasında olmamak bir onurken,
Kalbine oturmuş acı, dilini dağlamış zulüm,
Söndürmeye, dur demeye yetmediğinden gücü,
İnsanlığından utanmış.
Yine de anımsatırken Madımak acısını,
Sen de "Gelseydin o gün" diyor, ölseydik hep birlikte.
Utanmasaydık böyle her gününde şu ömrün,
Yakanlarla aynı yurtta yaşayarak kalmaktan.
Gebze, 5.2.2023, Ünsal Çankaya.
Artemis Dergi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2023, Sayı:21
(* Gelseydin O Gün, Haydar Ünal.)
GÖÇ
GÖÇ
Kavimlerin dünyayı gezmesidir göç, açlığın aşma.
Kuşların yaşam belleğidir, insanın yitme.
Suların koşma biçimidir göç, dağların düşme.
Yaprağın uçma biçimidir, toprağın çökme.
Dünya ve ayın kaçma isteğidir göç,
Geceyle gündüzün nöbet tutması,
Takvim yılı tükenmeden bölüşerek her günü.
Güneş ve yıldızlar bilmez göçmeyi,
Ağaçlar, çiçekler bilmez göçmeyi,
Tohumlanıp dönüşürler meyveye.
Işıklar ve arılar taşır özlemlerini,
Birinden diğerine, çoğaltsın diye.
Dağlar düşmesin, toprak çökmesin, günümüz güneşimiz,
Şaşmasın artık, insan bir ağaç gibi yaşasın yer yüzünde,
Yitip gitmesin Aykız'ım, kendinden bile.
Sonra bir orman olsun kardeşleriyle, çiçekler kadar renkli,
Arılar kadar hür, üretken ve yerleşik, medeniyetle.
Gebze, 13.10.2022, Ünsal Çankaya
Artemis Dergi, Nisan, Mayıs, Haziran 2023, Sayı:20