Translate

DİL NEHRİ E-DERGİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİL NEHRİ E-DERGİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

CUMHURİYET VE EDEBİYATIMIZ

 Dil Nehri E- Dergi Cumhuriyet ve Edebiyatımız soruşturması için yanıtlarım.

Cumhuriyet ve Edebiyatımız Soruşturması.

Ben sadece artık bu soruşturmalarla oyalanmak, kendimizi ya da birilerini kuşak kuşak sınıflandırmak yerine ülkenin, dilin nereye gittiği konusu ile ilgileniyor mu insanlar, yurttaşı oldukları ülkenin dilini tüm kuralları ile biliyorlar mı ve bildiklerini doğru kullanıyorlar mı gibi kişisel hesaplaşmalarını yapmalarını isterdim. En basit yazım kurallarını bilmeyen ve kendini yazar olarak tanımlayan nice insanı gördükten sonra.
Cumhuriyet ile özdeş şair tektir. Nâzım Hikmet Ran. Onu ayrı bir soruda sıralamaya koymak içime sinmez. Salâh Birsel ve Melih Cevdet Anday, Tahsin Yücel'i en iyi denemeciler arasında sayıp sınırlamak da istemedim. Çünkü aynı zamanda edebiyatın diğer alanlarında da onlarca eserleri var beğendiğim. Örneğin Asım Bezirci de neredeyse tüm kitaplarını okuduğum için yalnızca eleştirmen mi sayılmalı seçemedim. 
Bu yüzden sorularını silmeden altına yanıt yazacağım sadece iki soru seçtim. 

7.Cumhuriyet edebiyatı, özellikle 80 sonrası müfredatta yeterince yer alıyor mu? Ders kitaplarına göz atıyor musunuz?

Eğitim sisteminin her gün biraz daha dinselleştirildiği günümüzde görseller ile minicik zihinlere "kadın ve kız evde yaşar, erkeklerse dışarda" diyen bir bilinçaltı eğitimin, ülkenin en tarafsız yayınlarını yapması ve Cumhuriyet değerlerine bağlılığı ise anayasa gereği olan TRT kurumunun her kanalında ve ama özellikle çocuk kanalında, tüm programlarında olduğu gibi özellikle yaptırılan çizgi dizilerinde ( Daha dini ağırlıklı kanalları bilerek es geçiyorum-onların amacı zaten toplumu o yolda dizayn etmek) yine aynı bilinçaltı eğitimin verildiği yerde bu soru hayattan çok uzak. Ne 80 sonrasına ne de 80 öncesine gereken önem verilmediği net.

8.Kendi kuşağınız dışında cumhuriyetin hangi kuşağı içinde yer almak isterdiniz.

Belki on kitaplık şiirim, üç dört kitaplık deneme ve anlatı türü yazım yayımlandı kâğıda basılı ve e-dergiler ile edebiyat sitelerinde.
Adım, derleyicisi Veysel Gültaş olan Kadı Burhaneddin'den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi, 2012 yılı Türkiye Barolar Birliği yayını Hukukçu Şairler Seçkisi içinde, Şiirin Yüzleri-Ankara, İbrahim Demirel Objektifinden çıkan portrelerimiz ve şiirimizle Çankaya Belediyesi Kültür Yayını bir albümünde, Şair Ali Asker Barut'un Kalbim, Cümle Şair Dostlar Bahçesi ve Beş Şiir Dersi ve Şairler Sözlüğü içinde, Şair Gültekin Emre'nin Kardeş Günlükler kitabı içinde, Şükrü ve Özcan Türkmen tarafından yazılmış Çavuşlu Sülalesi ve Suvermez Köyü kitapları içinde şiirlerimle yer aldığım gibi, yazarlığım ve şairliğim de vurgulandı. Zaten bu vurgulamanın varlığı kendi dışımızdan olduğunda önemli, çünkü insan şair ve yazar sıfatını kendi kendisine vermemeli. 
Ben sadece içimden geldiğince yazmayı önemsedim. Yayıma değer bulunmasa yayımlanmazdı dediğim tüm şiir ve yazılarımı da yayımlandığı dergi, yıl ve sayısını belirterek bir web sayfasında, sırasıyla topladım. İleride bir gün birileri “Neler yazdı?” diye merak ederse dergi arşivlerini taramakla yorulmayacak, yirmi yıllık yayın birikimimi Ayışığında Gece adlı blogger bloğumda bulacak.

Kitap bastırmayı kolaylıkla halletmek mümkün ülkenin şu ekonomik çıkmazında, üste para vererek!
Bunu tercih etmedim hiç, etmeyeceğim! Herhangi bir yayınevinin de kendiliğinden sizin eserleri basalım diye talip olmayacağı besbelli. Oysa ben hâkimlik yaptığım dönemde Fikri ve Sınai Haklar Yasası uyarınca açılan özel tür davalara bakmakla da yetkiliydim. Ne telif yasası yeterince hüküm sürüyor edebiyat dünyasında ne de sistem 'çok tanınmış" isimler dışında birilerini de duyurma özeni ve çabası içinde. Ben de zaten herhangi bir yayınevine dosyalar yapsam da yollamadım göz atın diye. 

Benim kalbim okurlarda "bence iyi bir şairdi, ya da yazardı…" olarak kalmaktan öteye hayal kurmayı filan gereksiz buluyor ülkenin siyaseten gittiği karanlık yolu gördükçe.
Ama ülkemin değerlerine sahip çıkmanın, acılarını görmenin de sadece bir kuşağa mal edilmesini doğru bulmuyorum. Toplumcu şair bile bu anlamıyla sınırlayan bir tanımlama... 
Bu yüzden “Hissettiğimi olduğu gibi yazan biriyim, herkesçe de böyle bilinmeyi istemek hakkım.” diyebilirim. Kuşaksız, bağsız, bağlantısız, koruyucu, kollayıcısı olmadan var olan biri olarak diyorum ki sonuç olarak, “Ben herhangi bir kuşakta adı anılan biri değilim, herhangi bir kuşağa dahil sayılmak da istemedim hiç. Yine de edebiyat tarihi ilerde bir gün bir yere konumlandırırsa çoktan gittiğim bu dünyada adım bir şekilde anılmış işte, bir süreliğine de olsa ölümden önce bilinmesem de sonraya kalabilmişim" derim oralardan bunu görmek mümkünse.
İçten selâmlar yolluyorum her zorluğa karşın edebiyata gönül veren tüm insanlara.

Gebze, 9.11.2023, Ünsal Çankaya.

Dil Nehri E- Dergi, Kasım-Aralık 2023, Sayı:5

( Toplu yanıtımdan kısmi paragraflar 'Soruşturma düzenleyen' tarafından ilgili sorular altına kopyalanarak yayımlanmış, ancak eksiktir.
Ben tümünü paylaşmanın doğru olacağına inanıyorum tabi, o şekilde paylaşılmalı dileğimi de iletmiştim, olmamış:((. )


MÜKEMMEL DEĞİLİM

MÜKEMMEL DEĞİLİM

Üzgünüm, mükemmel değilim, hiç de olmadım.
Elimden gelen bu, dilersen azımsama, sana aşkla gelişimle,
Dönüşün senin bana buluşmalı diyorum yüreğin ortasında.

Üzülüp ağlasak da yarış değil ki sevmek sen geçince yenesin.
Gönlün benle sevinsin, sil eski yıllarını,
Ömrüm sevginle dolup sana yoldaşım desin.

Yorgun atlar gibiyim üzgün ve terli, çabalarla örselendi yüreğim,
Sık dişini, unut gitsin demek yetmedi bazen, bundandır üşümesi.

Kırılsak dökülsek de emek istiyor bu yol, çokça da umut, belli.
Hayat bağımız candır, canımızsa gayretli,
Ayırt edilemez artık en çok çaba kimindi.

İnan mükemmel değilim, olamazdım da gerçi, 
Sevdim işte, içten sevdim, bu dünyana değmez mi? 

Gebze, 29.1.2006- 2023, Ünsal Çankaya
Dil Nehri E- Dergi, Kasım-Aralık 2023, Sayı:5



DİLBİLGİSİ DERSİ



DİLBİLGİSİ DERSİ

Ey şair, ey yazar, ey yurdumun okur yazar yurttaşı,
Dilini sev, dilini koru, ana dilin bu.
Sokma yadı yabancıyı, var onun da biz olanı,
Kırma gururunu sözcüklerinin.
Doğru yaz, hatasız söyle, çok şivelenme,
Utanmasınlar.

Gebze, 29.6.2023, Ünsal Çankaya.
Dil Nehri E-Dergi, Eylül-Ekim 2023, Sayı:4

KAYBOLAN SULAR MI TANRILARI MI?

KAYBOLAN SULAR MI TANRILARI MI?

Dünya büyük bir kuraklık çağına doğru gidiyor. Bakmayın haziranda yurdun her yanında sellerin coştuğuna, ölümlere, yıkımlara yol açtığına. Buzul çağında nasıl yok olduysa dinozorlar… Şimdi kuzeydeki büyük buzullar erimeye başladı kuraklaşan ve ısısı her geçen yılda artan dünyada. Dün ‘Dünya Çevre Günü’ kutlandı ülkemizde ve çevremizi çok umursuyormuş gibi atılan nutuklarla. Korumak yerine yok ediyoruz aslında. Yeraltı suları kayboldukça obrukları arttı Konya’nın, çoraklaştı onca baraja rağmen ülke, ormanlar yok edildikçe seller, heyelanlar arttı yaz aylarında.

Yağmur yağıyor ama toprak ememiyor onu eskisi gibi, betonlaştı şehirler, yeraltında yaşamaya mecbur edilenlerin evine taşıyor atık sular, dereler ‘Islah edildi!’ dese de yetkililer, o ıslahın iyileştirme değil ranta yol açtığını görüyor gözlerimiz. Sular yaşam veriyor ama yıkıyor da. Bunu bugün görelim ve önlem alalım isterim. Nasıl alınacaksa.

Bir yolu şiirimizde yaşatmaktır özleri ve adlarıyla. Romanda, öyküde. Bilimsel kitaplarda. Masallarda. Benim birçok şiirim var örneğin, sulara seslenen, sularla söyleşen, dertlenen ve dinlenen ve özü denize, göle ulaşan doğduğu pınarlardan, aktığı derelerle, söz ve sesle çağlayan.

‘Sana Doğru’ şiirimi ilk yazdığımda birbirini tamamlayan üç bölümü vardı… Adı ‘Suları Unutma’ idi her bölümün, yanında numaraları… Sonra yinelenmiş çok dize olduğunu görüp kırpa kırpa tek şiire dönüştürdüm onu yıllar içinde. Sonra da bir daha oynamayayım diye başlığını da ‘Sana Doğru’ yaparak yayım için yolladım Akatalpa Dergiye. On beş yılı geçmiş yazışım, yayımı 2011 Ağustos, 140. sayıda.

Dağlar, yaylalar, pınarlar, göller ve dereler ve denizler çoğumuzda olduğu gibi bende de ayrı ve özel yerler tutarlar. Dağlar, yaylalar, pınarlar ve dereler - ki kurumuş dereler bile- çocukluğuma taşır beni anılarımla. Denizlerin yaşamıma girişi ilk gençlik yıllarımda başlar ve hem ürkütür uçsuz bucaksızlığıyla hem yine aynı nedenle bir sonsuzluk duygusu yaşattığı için huzur da eklenir bu duygunun yanına.

Deniz, göl, pınar bu yüzden girdi sanıyordum şiirlerime, yazılarıma, düşlerime ve günlük yaşamın her anına… Tarihten bir el alıyormuşum meğer, insan ömrü ile sınırlı olmayan çağlardan beri sulara yüklenen anlamlar yüklüymüş meğer dağarcığımda. Bu bilinçli bir yükleme miydi dersem, yanıtım hayır tabi... Ama anladım ki her insan genleri ile alıp aktarıyor bu bilinç dışı akışı atadan ardılına.

‘Tanrı Yaratan Toprak, Anadolu’ kitabını okuyorum İsmet Zeki Eyüboğlu’nun. Eylül 2007 baskı bu kitap Derin Yayınlarının 99. Yayınıymış. Bunca geç kalmış olduğuma üzüldüm okudukça.Her bölüm başlığı tarihe, Anadolu eski uygarlıklarına bir bağ kuruyor kanıtlarıyla. İnsanların tanrıları nasıl ve neden yarattıkları ve verdikleri adlar, anlamlarıyla anlatılıyor, nasıl yayıldıkları sonra tüm dünyaya.

Arada halk şiirinden, başka şairlerden örnekler de veriyor yazar anlatımını daha da güzel kılmak için, bu arada kendi şiirlerini ise sanki kendisi yazmamış da kendiliğinden üzerine yazdığı konudaki nesne yazmış gibi bir alçakgönüllülükle eklemiş yazı aralarına. ‘Canlı Sular’ başlıklı bölümü okurken eklediği şiir bir örnek bu anlattığıma:

“Bir suyum ben
Alır başımı dökülürüm yollara,
Bulut olur ağarım,
Yağmur kesilir yağarım

Bir suyum ben
Mavi kokarım denizlere vardığımda
Yeşil açar, mor saçılır, al al gülerim,

Ağarırım ışık gibi,
Karda geçerim sütten ileri,
Aklığımdır gülüşüm
Buzlara dönüşürüm uyuduğumda.

Bir suyum ben
Şimşek çakar
Yıldırım salar özüm
Yalım yalım tüterim gökyüzünde,
Dolaşırım damarlarını aldan,
Sıcak bir yaşmak gibi dolanırım boylu boyunca
Gözde yaş olurum damarda kan
Buram buram tüterim insan yüreğinde can.”

Diyor ve “İşte böyle bitirmiş türküsünü Anadolu dağlarında, yaylalarında bağımsızlığının ışıyan, pırıl pırıl akışı içinde su.” diye tamamlıyor bölümü. Anadolu ve suları tarihine övgüsü de ardında: “Böyle döküldü göklerden yerlere, böyle ağdı yerden göğe, canlı canlı girdi özüne bitkilerin, çiçeklerin. Arıda bal oldu, sevgide yalım, sıcak mı sıcak bir söyleyişle sindi yüreğine bilinmeyen çağlardan bu yana aka aka insanoğlunun Anadolu... “

Akatalpa dergi dışında hukukçu şairlerin şiirlerini derleyen Veysel Gültaş ağabeyin beş kez basılan Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi başlıklı kitabının son üç baskısında da yer alan şiirime dönüp bakma gereksinimi yarattı okuduğum bu kitap. On beş yıl önceden benim suya yüklediğim anlam meğer tüm dünyada, ama özellikle Anadolu’yu Anadolu yapan binlerce çağ önceden bu yana yaşamış ve geçmiş halkların sulara yüklediği anlamla neredeyse eş, belki de özdeş. Ayrıca insan bedeninin yüzde altmışının su olduğu bilim gerçeğiyle de yan yana. Bilimi tarihle harmanlamak gibi bilinçli bir eylem değildi şiiri su akışına eş yazışım, bilinçaltıymış ama.

Önce şiiri mi koyayım ve su tanrısı bizi bağışlasın diye sulara doğru tarihsel bir geziye mi çıkalım, yoksa önce geziyi yapıp şiiri mi okurun insafına bırakayım bilemedim. Sonra yazıyı bir daha okudum… Önce yazıda gezinmenin daha anlamlı olacağını anladım, bütünleyecekti şiirim sona kalınca.

Öyleyse kısacık alıntılarla sular niye canlıymış, niye sevmeli, niye korkmalıyız diye bir bakalım da sevgimiz kazansın diyelim en sonunda. Sevgiliye doğru akmanın yardımcısı duyguları besleyen de onlar diye suları unutmayalım ve sularla bir olup şiire akalım her dizede, taştan taşa sekerek.

“En eski çağlarda bile kutsaldı sular. Evrenin bütün varlıklarına dirilik verdiklerinden dolayı. Van'dan Edirne'ye, Sinop'tan Antalya burnuna değin kutsal sularla dolup taşar Anadolu. Sakarya, Kızılırmak, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Yeşilırmak, Dicle, Fırat gibi büyük sulardan tutun da göllere, çaylara, pınarlara, küçük su akıntılarına değin sayısız sularla doludur Anadolu.” diyor en başta.

Niye kutsal, hangi dilde, hangi dinde kutsal sorularına da “Her dilde, dinde!” diyor, ama ‘Ayazma’ sözcüğü, ‘Manastır yakını’ gibi tanımlarından biliyoruz ki bu tanımların çoğu Anadolu kaynaklı.

Sularda kutsal güçlerin bulunduğu inancıyla ibadet ve adak yerleri yapılmış yakınlarına, bu inanç çok eski dinlerden, suların birer tanrı, tanrıça olarak nitelendiği çağlardan kalmış insanımıza.

İnsanlar bu ayazmalarda suyla konuşur, sular da canlı gibi akışlarıyla, onlara yanıt, gönlüne ferahlık verirdi her yudumunda. Suya bu nedenle saygı duyuyordu eski çağ insanı, günümüzde de aynı saygı yayla şenlikleri adı altında yurdun her yerinde süregitmektedir eski anlamlarıyla.

Suya insanı yaşatma gücü nedeniyle yüklenen en eski anlamları mitler de yaşatmaktadır çağımızda.

İskender’in arayıp bulamadığı Bengisu (ab-ı hayat da denilen) da, Sümerler ve Babillilerden kalma Gılgamış Destanındaki ölmezlik suyu da onları koruyan Kaf Dağı ardındadır, başlarında koruyan canavarlar, periler, tanrılar vardır ve insanoğlu suya kavuşmak için yener o canavarları, kandırır perileri, ikna eder tanrıları her masalda. Yine de insan bu çağda bile büyük suların yıkıcı gücünden korkmakta ve sevgi ile korku karışımı bir saygı duymayı sürdürmektedir.

Türk soyunun kaynağı da yine şöyle yer almış bu kitapta: “Eskiden beri halk büyük sulara karşı korkuyla karışık bir saygı duyar. Bu korkulu saygı suyun öldürücü, diriltici gücünden gelir. Denizlerin birer tanrı, tanrıça olmalarının gerçek nedeni de bu yaşatıcı, boğucu nitelikleri yüzündendir. Türklerin ortaya çıkışını, yaratılışını anlatan güzelim halk masalının özünde de bu eski inanç vardır. Gökten bir ışık iner suyun başına, bir buğulu örtüden sıyrılır, çırılçıplak güzel bir kız kesilir koyunları sulayan çobanın önünde. Tutamaz kendini çoban, gönülden vurulur ona. Geçer kendinden, sevişirler doğanın kucağında. Çocukları olur, çoğalırlar. İşte bu subaşındaki sevişmeden doğar, türer bütün Türk ulusu. Yayılır sonra doğudan batıya doğru. Büyük ordular kurar, ülkeler, alır. Türk soyunu ölümsüzlüğe kavuşturur.”
İşte bu meselden de görüldüğü gibi su hayat verendir bize ve tüm insanlığa. Canlıdır ve can katar karıştığına. Canlıdır sular eski Anadolu inançlarına göre, Sümerlere, Akadlara göre de canlıdır sular. Belli tanrıları, tanrıçaları vardır suların.
Yine kitap diyor ki, felsefede can için temel alınmaz mı bunca değerli nesne? Öyleyse gelin öğrenelim ilk kim verdi ‘yaşam özü’ anlamını sulara:

“Bilge Thales'in düşüncesinde su bütün varlıkların özüdür. Ondan doğmuş, gene ona döner ne varsa. Bu inancın özünde eskiçağ geleneklerinin derinlemesine etkisi vardır besbelli. Yoksa birdenbire nereden düşünürdü Thales suyun canlı olduğunu. Bir düşünce birikiminin sonucudur bu. Thales, felsefe alanında yer verdi bu eski dincil görüşe, onu belli bir düzene göre biçimlendirdi, bir felsefe niteliği kazandırdı ona. Biliyordu evreni kuşatan suların sağladığı bolluğu, yaşam olanaklarını.

Onun yaşadığı çağda, Anadolu'nun bütün su kaynaklarını birer peri beklerdi. Daha doğrusu bir kişilik taşıyordu bütün sular. Bu bilgece görüş, daha sonraki çağlarda yeni yeni yorumlara uğradı. Suyun yanında başka yaratıcı güçler (toprak, ateş, hava) yer aldı. Gene de korudu tanrısal gücünü su, felsefenin sıkı düzeni içinde bağımsızlığını yitirmedi.”

Şimdi… İlkçağların, suların tanrılarını bırakalım yerlerinde, edindikleri yeni adlarıyla.
Gidelim şiirime. Birlikte akmaya, birlikte okumaya:

“SANA DOĞRU

Uğuldayarak akan bir suyum;
Davet gibi sevgim suların uğultusunda
Damlalarımdan taşarken aşkla
Sular durulmaz, bu uğultu durmaz
Ulaştığım koyaklarında

Mihenge vuracak taşım kalmadı,
Anla, tüm ömrümü getirdim sana,
Al, şarkılarla yaşanan zamanlar sonrasına
Sular unutmaz, sular unutmaz
Biliyorsun, suları unutma!

Dağıldı sesim, dağıldım
Sen toplarsın biliyorum, topla akışlarımda
Alacağın olsun,
Bölüşecek neyim var sevgiden başka?

Islık ıslık şiir doğuyor damarlarımdan,
Yumuk yumuk ellerine uzanıyorum
Bölünüyor uykularım ardından
Acı çöreklenip kalıyor avuçlarıma.

Sen de sulardan doğdun, umutların da,
Acıyla doğanlar acıyı unutmazlar asla
Yağmur özlediğinde yağ, karış kanıma,
Bulut özlediğinde yüksel, sarıl umutlarıma.
Tüm şiirlerim sana, sana yazıldı aşkla

Sularla doğdum, akıyorum, dura, durula,
Bitmeyen bir düşün yarışındayım, sevdayla
Volkanın içinde uyandığında, al payını, al,
Sular unutmaz biliyorsun, suları unutma!

Bir ben öğrenemedim ıslık çalmayı
Suların akışı gibi kolayca, ama
Sulardan doğurdum özlemlerimi,
Aç avuçlarını,
Dudakların uzansın,
Suya uzanırcasına uzansın bana,
Al yüreğimden akanları, sakla!

Bebekler gibi şaşıyor adımları dizelerimin,
Akıp gidiyor uzaklara, sakarlığımda
Sen dur de, sıraya girsinler;
Boy sırası, düş sırası, doğum sonrası...
Ellerinde şiir olacağım, unutma,
Yeşerteceğini söyle bir gün, mutlaka.

Sular unutmaz,
Biliyorsun, sular unutmaz, suları unutma!”

Geç de olsa bu değerli kitabı bulmanın mutluluğuyla mola verdim okumaya, başladım bu yazıya.
Kitabı bulmak tanımını boşuna yazmadım. Hem “kitap satılmıyor!” diyen bir mit, hem “kitap pahalı” diyen mit var ortada ama yine de her yıl binlerce kitap basılıyor ve erişim tesadüflere kalıyor böyle değerli olanıyla. Şiirimin henüz neden bir kitapta diğer şiirlerimle buluşmadığını merak etmezsiniz ya suların canlılığı konusunda olmasa bile Anadolu nasıl bir toprak ki bunca tanrı yaratmış ve yayılmış o tanrılar dünyamıza diye bir ilgi doğurursa yazım, mutlu olur, yol alırım kaybolan sularımı bulmaya.

Gebze, 6.6.2023, Ünsal Çankaya.
Dil Nehri E- Dergi, Temmuz -Ağustos 2023, Sayı:3

https://www.dilnehri.com/_files/ugd/ea563a_4802736a3e53434c8c8cc21111b19741.pdf


BENDE YALAN YOK


 Çocukluk özlemle dönülen tek adres, herkes için.


 
BENDE YALAN YOK.

Ortanca dayım Doğan öğretmen okulunu kazandı, yatılı, bir iki yıl da okudu, dedem onu ödüllendirdi galiba, isteğini kırmayıp, o yaz fotoğraf makinesi ile geldiydi köye.
Anlaşılacağı üzere annemin köyündeyim.
Bu cümleyi özellikle kurdum böyle; bu her zaman olmazdı çünkü. Kırk yılda bir, bayrama, seyrana, düğüne filan... Çünkü genellikle ben babamın köyündeyim, babaannem beni bırakmadı ilkokula başlayana dek. Anneye, babaya, kardeşlere özlem ile büyüdüm. Onlar 'İstasyoncu babamız' ile şehirdeydi hep.

Neyse... Fotoğrafın hikayesine döneyim.
Görüldüğü üzere beş, en fazla altı yaşındayım. Bir eşeği yularından tutuyorum. Fotoğraftan çekim ve aslı da avuç içi kadar olduğundan fotoğrafın, ancak bu kadar netleştirebildim.
Fotoğrafın bana göre solu, fotoğraftaki benimse sağımda, o eşek niye uzakta duruyor izah etmeliyim.
Yakınında değilim çünkü, hani ikimizin bir pozu çekilsin filan diyebilecek durumda değilim. O yaşta, onca büyüğüm varken sıra bana gelene dek söz hakkım olmadığı kadar o yaşlarda konuşkan da hiç değilim.
Ablam dört yaş büyüğüm, dayım da ondan üç dört yaş büyük. Yani öğretmen okuluna yatılı gidişinin ilk yılları olmalı, ya da biz öyle bilelim.
Fotoğrafı çeken benimle akran kuzenim, büyük dayımın oğlu.
Makineyi şimdi bile anımsıyorum, sonra edindiklerimle karşılaştırıyorum da Rus yapımı olmalı, kahverengi deri bir kılıfı vardı, objektifi demeyi o yıllar nereden bileceğim tabi, ama amatör çekimler için ideal, otuz altı siyah-beyaz poz çekebilen bir mucize...
Eminim.

Bakıyorsun ve o küçük camın ardında nereyi görmek istiyorsan görüyorsun, onu hapsedip, kağıda basılacak ve elimde tutacakmışım, onu öğrendim. Ben dokunamadım, herkes dokunursa bozulur diye de o film dolduğunda dayım yüklükte muhafaza etti, söz verdi herkese gönderecekti, ama ancak okul açılınca ve ancak banyo ve tabedilip gelecekti bize fotoğraflar...

Sonra babamın köyüne döndüm ben, anne dedem at arabasıyla ilçe pazarına giderken beni babaanneme bırakıp geçti. Bu fotoğrafı ilkokula başlamak için şehre gittiğimde görebildim. Dayım hatıra olsun demiş, mektup yazmış, çok güldüm demiş ve yollamış.

Ha... Niye uzakta bu eşek? Yine mi söylemedim?
Söyleyeyim...

Ben fotoğraf çekilene dek eşeğin kıpırdamadan durmasını sağlama görevindeyim. Üzerine atılan çulun kayma riski var, çulun da üzerinde yan yana oturan (semere ise ikisi dilediklerince oturamıyor diye indirildi kıyıya, o nedenle her ikisinin de ayakları eşeğin bu yanında sarkan) dayım ve ablam var... Tam oturup bacaklarını iki yana sarkıtsaydılar aynı güneş, aynı poz olmayacaktı, eşek sahipsiz dursa ve kıpırdasa ikisi de arka üstü yere düşecek diye böylesine karar vermişlerdi.
Yani poz için mizansen üzerine epey düşünmüşlerdi.

Fotoğraf işi şimdiki gibi bakıp, "A! Olmadı yeniden çekelim!" mekanikliğinde değildi ki o yıllar... Filmin yanma riski var, bayatlama riski var, makine bozulup, içinde hapsolma riski bile var. Yani neredeyse yuvarlarsak elli beş yıl, yuvarlamazsak elli iki koca yıl öncenin teknolojisindeyim...

Son olarak...
Fotoğraf çekerken deklanşöre (Ya, evet, deklanşör; bu sözcüğü de bilmiyordum o yaşta ama yıllar geçince öğreniyor insan) basarken sıkı tut, sallama diyen dayıma nasıl sıkı, nasıl sağlam sorularını sormayan ve o düğmeye bastığında her nasılsa titretmeden beni ve boz eşeği çekebilen kuzene çok teşekkür etmeliyim!

Çünkü yıllar sonra hangi insan olsa o fotoğrafı görse ne güzel bir anı der, gülümserdi onlar tam çıkabilse. Ama o karede asla böyle güzel bir anı, kırk belikli bir küçücük köy güzeli olamayacağını sadece ben biliyorum; o benim en küçüklük sonrası ikinci fotoğrafım çünkü, şansım var ki o yaşımı da görsel olarak görebiliyorum. Anım belgeli, hikayem yalan değil.

Bende yalan yok! Onu bilir, onu söylerim!

23.10.2015. Gebze. Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 12.4.2022

( Yazımın üzerinden yedi yıl geçmiş.
Ancak yayımlanmadı bir dergide, henüz bir kitapta toplayamadım yazdıklarımı. Ancak yazdığım yerde de unutulup yitmesin, artık dijital yayın da etkili tercihim basılı dergi olsa da, bu da sanal mecrada yerini bulsun, ana görsel anne köyümden, gölgem o köyün mezarlığındaki otlar, çiçekler, dikenler ile kalsın istedim. )
Dil Nehri Dergi, Ocak-Şubat 2024, Sayı:6