Translate

YAYIMLANAN YAZILARIM - HEPSİ BİR ARADA

 YAYIMLANAN YAZILARIM

HEPSİ BİR ARADA

https://ayisigindan.blogspot.com/p/annesizligin-gunu.html

ANNESİZLİĞİN GÜNÜ.

Annesizliğin günü mü olur ? Oluyormuş!
Çok acı bir sonuçla öğrendik bunu. Yirmi iki yıl öncesindendi...
O gün bugündü işte...

Şu saatlerdeydi.
Parmaklarım ağrımıştı o numaraları çevirmekten...
Ve sesine ulaşmaya çalışmıştım delicesine...

Bir üniversite hastanesi santrali...
Bu saatte olmaz... Bu saatte olmaz diyordu...

Anne sesi...
Duymak için saat mi beklenir hiç!
Öldü mü, yaşıyor mu onu öğreneceğim, bağlayın lütfen dediğimde bu açık yakarıya itirazı kalmayan santral servise bağlamıştı...
Servis hemşiresi daha anlayışlıydı-çağırmaya gitmişti...

Duyamadım...
Çünkü telefona gelecek mecalin kalmamıştı artık...

Sabahı dar etmek var ya annem... İşte o sabah dar oldu...
Kaç araç değiştirmek gerekti sayamadım...
Ve kaç kent geçerek geldim...

Yirmi dört saat; uyumadan, yemeden, içmeden...
Başımı dayadığım her camdan sızan buğulanma dereciklerine karışıyordu gözlerimden akanlar...
Ben hep sessiz mi ağlamıştım, içime ağlamayı o gün mü öğrendim bilmiyorum...
O gece ben bir uçurumdum, sana özlemlerimle yankılandım durdum...

Saatler geçmek bilmedi sana ulaşabilmek için çabaladığımda...
Yollar tükenmek bilmedi... Kırlangıç olmak istedim...
Onların hızına sahip olmak istedim...

Yetişmek ve gözlerine bakarak seni sevdiğimi söylemek istedim...
Hep bildiğin sevgimizi gözlerine bakarak bir daha, bir daha söylemek istedim...

Gitme dedim... Durmadan... Bekle, ne olur!
Bekle annem, yaşa annem, ölme annem, ölme lütfen!

Bir minicik kadındın annem... Dünyalar güzeli bir peri.
Yol uzundu, gece karanlık...
Soğuk...
Benim üşüdüğüm kadar sen de üşüyordun, hissediyordum.
Kanın çekiliyordu damarlarından.
Ciğerlerine giren hava buz kesiyordu yetmezliğinden.

Sen bir sıcak ülke arıyordun, dinlenecek diz, yaslanacak omuz...
Annenin dizi, babanın omzu hemen orda bir yerdeydi demek.
Uzanıvermişsin...

Yetişemedim....
Kanatlanıp uçmayı sen başarmıştın, ben değil...
Hangi ülkeye göç ettiysen...

Kırlangıçlar hep geliyor annem...
Hep...
Ne olur... Ne olur olabilse...
Bir mevsim de olsa sen geri dönsen...
Boş bıraktığın yuvada beş küçücük yavruyuz biz hâlâ...
Uçmayı beceremeyen...

Gebze, 24.5.2012.

Bugün o günün otuz birinci yıl dönümü. Özlem hiç bitmedi.
O özlemi, acısıyla yazdığım bu yazı bile eskidi gitti.
Ağabeyimin sizinle buluşmasının yılı da geçeli iki ay oldu.
Onun gidişi o kadar erkendi ki, vurulduk, o vurgun bizi darmadağın etti.
Hiç bilmediğimiz bir acıydı. Yıkıldık ve doğrulmadı içimiz.
Geçer diyorlar hep, geçmiyor, geçmedi.

Tüm dünyayı saran bir virüs çıktı, kimini yatırdı uzunca yere, kimini götürdü bilinmezlere.
Küçük kuzun çok yoruldu ah annem! Tam iki ay oldu, yarı uyur yarı uyanık yatıyor hastanede.
Nasıl da bir mücadele gerekiyor, dingin gönül istiyor kalkıp dikilmek için.
Bizde azalmıştı hepsi, zayıf yanımızdan girdi bu yüzden.

Oralardan bizi gözettiğini biliyorum kalbimle.
Kara gözlüm yenilmedi elbette, bizimle kalmayı başardı ama, annem, güç ver ona o beyaz ellerinle.
Bir serinlik senin otacı elin, bitsin ciğerini kavuran ateş, kalkıversin artık , dönsün evine.

Gebze, 24.5.2021, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 24.5.2021


https://ayisigindan.blogspot.com/p/askida-uc-dilek.html

ASKIDA ÜÇ DİLEK

Bir ülkeyi darbe koşullarına getirmek, teşebbüs ve sonrasında ülkedeki herkesin yaşamını askıya almalarını sağlayanlar var ya... Onlar onamasın bir kere daha...

Ama ülkemdeki insanlar için üç dileğim var bende de çok olmasa bile. Adı üstünde; "askıda", ihtiyacı olanlar alsın diye.

ASKIDA ÜÇ DİLEK NE DEMEK?

Askıda Ekmek Uygulaması:


İhtiyaç sahipleri verene karşı borçluluk duymadan ve vereni görmeden alır parasıyla alamadığı ekmeği. Çok ülkede yaygındır.

Askıda Zerzevat Uygulaması:

Pazarda ya da manavda askıda ekmeğin katığı ve sıcak bir tencere yemeğe katkıdır, daha az yaygındır.

Askıda Giyecek ve Eşya Uygulaması:

Genelde üniversite kampüslerinde ya da belediyelerin yardım evlerinde asılır ihtiyacı olan alsın diye kullanılabilir giysi ve eşya.

Askıda Kitap Uygulaması:

Okunmuş ya da hiç okunmamış her tür kitabın isteklilere aynı yöntemle ulaşmasıdır.

Hepsi hayır hasenetin gizliliği ilkesinden güç ve el alır, müslümana özgü değildir bu iyi paylaşım ve bağış yöntemi, hristiyan da askıya çıkarabilir yiyecek, giyecek ve kitabı, dinsiz de, imansız da...

İnsanlık için paylaşımın değerini artıran uygulamalardır, artsın dilerim her ülkede.
Şimdi 'Askıda Yaşamak' deyiminin kökenine gitmeden alıp geleyim güne.

ASKIDA YAŞAMAK UYGULAMASI

Hayır hamasetle ilgisi yoktur, vatan, millet için feda duygusu da yoktur içinde. Yani canını bir başkası için hayır olsun diye asamazsın askıya. Ama yaşamın askıya alınmış gibi yaşarsın bir süre. İsteğinle değildir, mecburidir.

O öyle bir HÂL'dir, öyle bir asmaktır ki, canını asarsın canına...

Kanun dairesinde değildir ona keyfe keder dokunmak. Güç kimde ise gitmek, gelmek, yemek, içmek, okumak, yazmak ve düşünmek bile 2935 sayılı O HAL Kanununu kendi keyfinden ibaret sananların ellerindedir artık.

O kederi keyfine fazla buldukça sıkacaktır kemendi.
Çünkü hukuk askıdadır.
O yasa sadece onu korur, kalkanıdır bir süre.

Ben üç dilek asacağım askıya.
Askıda dilek uygulaması da olsa iyi olurmuş diye düşündüm de...

BU yasa ile hüküm sürecek olanlar kalbindeki iyilik ve insanlık ile iş ve eylem tesis etsinler dileğim ütopik ama olsun... Diledim işte.

Bir de şimdilik üç ay... Kimi için göz açıp kapayana dek geçer de canını askıda görenlere asır gibi gelecektir, o kadar uzun hissedilmeye...

Uzatılmasın bir ya da daha çok kez... Ve elbette üç ayda "normale" dönülsün dileğim gerçekleşsin dileğimi asıyorum köşeye.

(NOT: 2935 Sayılı Yasa metni okunaklı ve sade yurttaşın da anlayacağı dildedir, görmedim, bilmiyorum demek tüm yasalar için mazeret değildir. Okuyun en can alıcı işlemlere karşı ne hakkınız kalmış ya da kalmamış diye basından ya da internet üzerinden.)

Şimdi herkes hem merakta hem değildir o dilekler oldu mu diye.
Çünkü hep birlikte yaşadık o zamanı… Dileklerimin üçü de gerçekleşmedi.
Umut dedim… Yine! İflâh olmuyor umut…

İşte o yüzden 2017 yılı aynı gününde aynı üç dileği astığımı yazmıştım notlarımın altına…
Nasıl da saf bir iman bu umut…İnsanı her dilediği olacak gibi heyecana boğuyor… Hep yanılsam da.

Böylece boğulduk bir yıl daha… Ekonomi dara düştükçe içerde ve dışarda sıkıntıya girdikçe yönetim canımıza okudu diyelim de bu dileklerin asılması külliyen bitsin değil mi?

Hayır… Birden erken seçim diye tutturuldu ve kendimizi sistem değiştiren bir sürecin umutlusu – umutsuzu olarak buluverdik bir anda… Tabi hem iktidar hem muhalefet OHAL kalkacak seçimi kazandığımızda dedi

Kimse soramadı iktidara niye hemen kaldırmıyorsun diye… Soranlara da yanıt veren olmadı… Lütfedip de bir yanıt veren olduğunda da devletin bekası orada bir kale gibi duruyordu…” Sen hain misin, yoksa fetö teröristi misin, yoksa pkk teröristi misin?” deniyor, açıkça diyemeyenin öfkesine bakılırsa da denmiş kadar oluyor o bakışlardaki kin ve garezde…

Neyse… Geldik bugüne…

Bugün notlarıma “Bu yıl da” dedim, “Askıda ekmek kadar değerli dileklerim!” Askıda.
Ve altına şunu ekledim:” Çünkü O hâl kalktı güya. Üç ay aralıklarla tam yedi kez uzatıldı.
Uzatma tezkeresi yazılmadığı için de bugün kendiliğinden kalkmış sayıldı üstelik!

Ama benim aynı üç dileğim halen askıda…

Çünkü derdim, nedenini açıklayabilsem, diyemiyorum, henüz belli değil ama yerine gelecek de bir tür O Hal. O hal olmayan zamana dönemeyeceğiz galiba.

Tamam kendi kalkmış da yerine ne koyuldu derseniz… Bugünlerde çıkan Bakanlar Kurulu KHK’lerini ve Başkanlık Kararnamelerini takibe yetişemiyorum… Tüm Resmî Gazete yayımı, hangisi gerekirse basılı olacak kalanı niye sadece internet üzerinde olacak kısmını filan yorumlayamadım ama Resmî Gazete okunacak tek gazete olacak bu sıralarda… Okuma yazma bilmeyenleri geçtim internet bilmeyen öğrenerek, bilerek yaşayamayacak anladığım… Okuma hızınız düştüyse benim gibi anlama hızınız da düşecek… Hem anlayıp da ne olacak demeye başlayacağız sonunda… Ya da başkan babamız bizim için düşünecek ya nasıl olsa.

Henüz eksiği gediği çok bu yeni sistemin.

Ne doların ateşi düştü ne ekonominin… Oysa hepsi birden düze inecekti inananlar olduysa… (Oldu tabi, yoksa o kadar oy nasıl girer sandığa?) Kervan yolda düzülecek her durumda…

Bildiğim tüm hukuku unutalı çok oldu da hukuk diye sunulacak olanı öğrenmeye ömrüm yetecek mi bilmiyorum. TBMM O HÂL yerine sürekli bir hâl alacak önlemlerle terör mücadelesi yapacak kanun çıkartmak için çalışıyor… Oylandı mı, kabul oldu mu, ne kadarı demokratikleşebildi teklifin takipte kalın... Çünkü benim enerjim kalmadı bir torba yasayı daha okuyup da anlam bulmaya…

Ömrün kalanını zarar görmeden yaşamak isteğim ve ülkenin aydınlık bir geleceğe ulaşması umudumu asacağım bundan sonra her yılda.

Gebze, 21 Temmuz 2018, Ünsal Çankaya.
SOLİTİRAZ.COM 22.07.2018.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/gunden-kalan.html

 GÜNDEN KALAN

Günden Kalan koydum adını bugünün anısının. Biraz haibun tarzı olacak. Çünkü sonuna koyacağım haiku ile tamamlayacağım günce parçamı... Haibun nedir mi? Japon öyküleme tekniği desem, kısa ya da orta uzun öykülerdeki çarpıcılık mutlaka haiku denen bir üç dizelik şiirle tamamlanıp bitiyor desem... Bilenlere tekrar, bilmeyenlere minik bir bilgi olur hap niyetine...

Neyse...

Bugün biraz güneşe çıktım. Bu her yanı güneşli ülkede D vitaminim eksik benim. İlaçlarımın yan etkisiyle olağandan da fazla tükeniyorlar sanki... Uzun zamandır günlerin adıyla ilgim yok. Bazı günleri televizyondaki dizilere göre saptıyordum, bayram yüzünden onlar da yok ya gün bilgim hepten şaştı... Gün ortasını yakındaki o ruhsatsız adını verdiğim caminin hoparlöründen çok yüksek sesle evlerin içinde okunurcasına okunan ezan başlayana dek çıkan o metalik diriling diriling sesleriyle saptıyorum... Güneşin zamanını kaçırmayayım diye birkaç gündür olduğu gibi bugün de evden kitap ve suyumu attığım o minik çantam ile çıktım... Hemen bitişikteki parkta sabit, halk sağlığı için koyulan o ucube aletlerden bisiklete benzeyenine oturdum.

Güneş tepemde... Öyle olması gerek vitamin için. Öğle saati bunun tam zamanı yani. Elimde Hüsnü Arkan'ın romanı... Mino'nun Siyah Gülü... Kolumda saat yok. Ellinci sayfada kalmıştım dün, oradan başladım okumaya, yüz olunca bırakacağım. Güneşte kavrulmayayım.

Tam sayfasında bıraktım pedalı çevirmeyi. Sağlık önemli. Çok azaldı bende çünkü. Sonra eve hemen dönmek yerine site ara yollardan yürüyüp, sporu sporla tamamlayayım dedim. Üst yolda trafik yok ve yolu iki yanlı kapatan tezgahlar var. Birden anladım ki bayram bu kez herkes için de bitti, halk pazarı da kurulmuş işte... (Benim bayram ikinci gün erkenden Eskişehir’den dönünce bitmişti...) Olağan yaşama dönecek herkes... Dönebilirse... Otoyolda duran trafik bayram sevinci diye bir hafta önce yola çıkan tatilcilere hem gidişte hem dönüşte resmen, alenen bayram eziyeti. Belki de kurbanlıkların ahı böyle çıkıyor kim bilebilir ki doğanın verdiği hükmü, kurduğu adaleti...

Biraz üzüm aldım ilk tezgâhtan, çekirdeksiz. Bursa Siyahı incir aldım biraz da duruşları pek albenili. Biraz patates aldım, Kuru soğan -kışlık olanı- hâlâ çok pahalı, almadım. Oradan- pahalılıktan- birden “Bu yıl tüfe oranı kaç oldu ki?” sorusuna gidiyor aklım. Oğlanın ev kirasını zam yapılacak ya... Eve dönünce internetten bakıp da öğrenmeli...

Karacabey kavunu var sonraki bir tezgâhta... En sevdiğim kavun cinsi Kırkağaç olmasına karşın hakikisi kalmadı onun pazarlarda... Sonra da bu Karacabey kavununu severim işte... Çocuklukta beklediğim bostanda da birkaç tevekte olurdu o, keleğini teveği arasında saklı bulur, üzerini örterdim ki oluncaya dek görmesin kimse... Tesadüf bu, yoksa her zaman gelmez pazara... Tatil dönüşü Karacabey sınırlarında doldururduk bagaja... Kırık beyaz kabukları işte buradan dilimle diyor sanki, enlemlere nazire boylam çizgili hepsi. Her kesmede birini yesek haftaya kadar yeter hesabı ile en küçük boylardan altı taneyi alıyorum... Biraz da indirim alıyorum tek kavun alsam ödeyecek olduğum miktara göre...

Farkına varmadan yükü çoğaltıp, kapıya zor atıyorum kendimi... Nefes nefeseyim... Ama yetmiyor aldığım nefes... Astımın en tehlikeli hali... Tıkanıp kalsam yolda bir daha nefes alamayacağım biliyorum. Neyse diyorum... Yetiştim eve… Uzanırım biraz… İlaç da alırım hemen...

Girip sırtımı değişiyorum sonra... Torbalar kapı önünde... Olsun, nasıl olsa Muzaffer yerleştirir hepsini... Sonra da hazır odadayken bilgisayarı açıp aklıma takılan şu tüfe oranına bakayım diye düşünüyorum... İnternet üzerinden oynadığım oyuna kayıyor gözüm... Dalıyorum sonra...

Telefon da masada... Bildirim sesiyle ona bakıyorum, Necati anlık ücretsiz mesajlaşma uygulaması üzerindeki ‘sakin liman’ adlı minik grubumuza yeni bir dosya eklemiş. Öyküleri birbirinden güzel. Sonra bakarım demeye kalmadım, okudum bitti... Bayram şekeri gibi... Tam açıp okurken Muzaffer elindeki tabakla yaklaşıyor, “İncir yıkamıştım, salona gelmedin!” diye...

Ben diyorum ki balından tadarken incirin " Necati’nin bu dosyası çok güzel, haibunlar, onları tamamlayan haikular için tanım ‘İncir Çekirdeği’ değil, bildiğin ballı incir olmalı sanki..."
Kitaplaşmadan, yayıncıya giden haliyle bu sevgili hâkim kardeşimin bir dosyasını daha ilk okuyanlardan olma sevinci...
Necati'ye bu keyfi kaçıncı kitaptır yaşattığı için yine teşekkür etmeli.
Çünkü hak etti.

Her dokunmada
Yeniliyor kalbimiz
Ballı incire.

(Not: Tüfe oranı temmuz ayı için yüzde on beş civarında... Ama neyse ki Borçlar Kanunu zorunlu hükmü ve içtihatlar ile son on iki ay ortalaması alınıyor kira artışı için... Eylül ayında biraz daha düşmesini bekleyeceğim oranın... Ortalama yüzde on civarında kalsın da kira için emekli maaşıma gelen zamdan iki kat fazla zam yapmayalım... Umut... Belki olur... Belki...)

Gebze, 25. 8.2018, Ünsal Çankaya.
29.8.2018, SOLİTİRAZ.COM


https://ayisigindan.blogspot.com/p/od-duser-objektife.html

 OD DÜŞER OBJEKTİFE

Ölmüş Ara Güler.
'Son Dakika' çığırtkanı haberler böyle söylüyor!
Tabi hemen yalanlamalar da peşinde-yoğun bakımda diye. Televizyonlarsa öldü diyor şu saatte.
Yalan değildir artık diyorum şimdi.

Bu defa o " nah öldüm!" işaretini yapamayacaksınız belli. Ama o fotoğrafınız hem arşivlerde hem belleklerimizde. Yakıştıramamıştım yaşınıza, başınıza, kimliğinize...
Sonra “Affedersiniz Ermeni!” diyebilen birini, saraylı birisini kitap okuyor pozunda çekişinizle yer ettiniz zihnimize... İrkildim, nasıl da bir seçkinlikten gidildi o düşüşe diye...
 
Benim çok değerli bir foto muhabiri olan sevgili Münir Bağrıaçık tarafından- öğrenciyken o – doğum günüme armağan verdiği siyah beyaz bir fotoğraf örneğiniz var evimde.
17 Ocak 2014 tarihiydi "öldü!" diyen ilk söylenti çıktığında... Çok üzülmüş, yazmıştım içimden geçenleri. Sonra yaşadığınızı öğrenip sevinmiştim.

Sonra külliye kütüphanesinde saray fotoğrafçılığı yaptığınız düştü dile... Üzüldüğüme üzüldüydüm işittiğimde... Fena kırıldıydı kalbim bu nasıl bir sanatçı duruşu diye, nasıl da çok değer vermiştim diye.

İçimize bu kırgınlığı koymasaydınız ve o eski içten üzüntümüz yol verseydi size yıldızlara giderken... Elbette bu iki hatanız sizin o güzel fotoğraflarınızı silmeyecek... Her gördüğümüzde bu bir Ara Güler fotoğrafı diyeceğiz. Gururumuzun içindeyse ince bir hüzün... Hep...
Bu defa güz... Yaprak dökümü... Öldü diyorlar... Doğruysa da üzülme diyor kalbim, üzülme!
Yapraklar düşer... Toprağa karışır. Toprağa karışmaktan korkunuz yoktu galiba... Karışıp gidersiniz içine...

Kayıtsız bir hüzün var kalbimde, üzüntü daha çok değil, yaşıyor, ölmedi denecek haberine beklenti de. O nedenle...
Aşağıdaki o eski yazımın üzerine yazdım şimdiki kırgınlığımı, onunla birlikte paylaşıyorum emeğim için, emeği için.

“OD DÜŞER OBJEKTİFE

Ocağın söne derler ya... Bir evin ev olması için olmazsa olmazına, odsuz ocaksız olmazlığınadır bu ah.
Ah bu ocak ayı, hiç ilgisi yok o ocakla, ama ocağı söne, közü kalmaya, külü kalmaya. Ocağın söne ocak ayı!
Öyle bir geldin ki; geleli beri küçük sevinçler yaratmaya çalışsam da...
Neredeyse her güne bir sızı düşürdün yüreğime aileden, yakınlardan, uzaklardan.
Neredeyse her güne bir ateş attın içimize; şair, yazar, arkeolog, sanatçı ki ustasından ustalığına.

Ara Güler; Fotoğrafın büyük ustası. Ocağın ortasında içimize düşürdüğün ateşin var mıydı objektiflerde yeri?
Ya şimdiden sonra kadraja renk düşer mi? Serinliği iyidir belki, ya ışığı? Kararında mı ışığı ölüm denen kuyunun?

Siyah-beyaz basmalı son kareyi.
Öyle işte; bende bir fotoğraf, sakladığım, andığım her bakışta.
Sakin bir denizin karartısında bir kayık, içine biner giderim her içimden kaçışta.”

Gebze, 17.1o.2018, Ünsal Çankaya.
18.10.2018, Sol İtiraz. Com.

https://ayisigindan.blogspot.com/p/bu-kadar-mi-ozlem-duyulur-guzel-gunlere.html

BU KADAR MI ÖZLEM DUYULUR GÜZEL GÜNLERE...

Dün Aksaray barosuna bağlı genç bir avukat baktığı davanın diğer tarafındaki kocanın silahlı saldırış sonucu öldü. Çok yandım hem hukuksuzluğa hem insanımızın avukatı taraf görme cahilliğine...

Fail kendini de öldürmeye çalışmış da başaramamış... Olan ölene oluyor… Kalan üç beş yıl yatar-aftı, infaz hesabıydı, ceza indirimiydi gibi nedenlerle çıkar nasılsa...

Çünkü ülke hukuk sisteminin ceza ile ıslah kurumunu orasından burasından çekiştirip oya tahvil eden -Neredeyse- yap-yatma, yat-çık dolan diyen bir cezasızlık ilkimi geldi.

Hastalar doktorlarına saldırıyor...
(Doktor eşime de bu kadar büyüğü henüz olmasa da birkaç saldırı oldu.)

Taraflar avukatlarına...
Öğrenciler öğretmenlerine...
Sapıklar insana, hayvana… Rantçılar dağımız, taşımız, havamız, suyumuza...

Öte yandan güçlü konumda olanın zayıfa tacizi, tecavüzü, öldürmesi de arttıkça artan bir ülke...
Tüm bu olumsuzluklar öyle üst üste ve sık yaşanır oldu ki ülkenin her yerinde... Bu ülkede artık yaşanmaz dedirtiyor gençlerimize.

Herkesi herkese düşman eden, hedef gösteren bir çıkılmaz çembere dönüştürdüler ülkenin hukuk, sağlık, eğitim sistemlerini.

Paran yoksa yaşama denecek neredeyse... Gücün yoksa öl!

Üzülmekten öte elimden bir şey gelmiyor artık.
Sesim ses olsun “Artık buna dur!” diyelim diyen barolar... Tabip Odaları…
Sesim destek olsun “Dursun bu kıyımlar!” diyecek tüm sivil toplum kuruluşları, hepinize.

Yaşanacak bir ülke istiyorum. Öyle kendim için filan da değil.
Evladım için, evlatlarımız, hayvanlarımız, ormanlarımız, çiçeklerimiz, dağlarımız, denizlerimiz, akarsularımız, durgun göllerimiz, verimli, bitek topraklarımız için... Verimsiz, çorak topraklarımız için...

Çakıl taşlarımız için… Asude bir gökyüzü altında rahatça nefes alsınlar, korkusuzca gezip, güvenle yaşasın ve dursunlar, aksınlar için…

Yani öyle olsun, öyle olsun ki artık, görelim ve gülümseyelim hep birlikte...
Güler yüzlü, mutlu insanlar olsun çevremizde, üreten, bölüşen insanlar olsun, güzel günlerle...

Gebze, 30.4.2019. Ünsal Çankaya.

1.5.2019, Sol İtiraz com

https://ayisigindan.blogspot.com/p/dur-demek-icin-de-yasamak-gerek.html

DUR DEMEK İÇİN DE YAŞAMAK GEREK

Kapitalizm insanı ve doğayı bozarak yok mu ediyor, ilerleyen teknoloji yaşamın her alanı ile beraber insanı da denetliyor ve biçimlendiriyor mu diye sorulup, önlem olarak aydınlar ne yapmalı dendiğinde…

Evet, gidişat kötü, yolculuk yok oluşa doğru demek en gerçekçi yanıt olur.
Aydınlar, sanatçılar ne yapabilir devletin yapmadıklarını dengeleyip, kazanmak için?

Büyüklerden umudu kesmiş olduğumdan… Çocukları kurtarmakla başlamalı diyorum.
Öncelikle bir gülümseme koymalı her çocuğun yüzüne.

Çünkü altına imza koyduğumuz bir uluslararası sözleşme var. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan meclisimizin sözün millete geçmiş olmasının değerini bir bayram haline getirip çocuklarımıza armağan eden bir Atatürk’ümüz var.

Dünya Çocuk Hakları Günü, 1989 yılından bu yana, Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmesinin ardından 20 Kasım tarihinde farkındalık yaratmak için kutlanmaktadır. 193 ülke tarafından onaylanan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, kanunen çocukların sahip olduğu eğitim, sağlık, barınma gibi hakların tanımlanmasına olanak sağlamaktadır.

Çocuk hakları sözde kalacak haklar değildir… Bugün sözde bırakılan hakların verdiği acılarla pişecek onlar. Yarını güzel ve güvenli bir ülke olmak istiyorsak sözde değil özde olmalı verilen her sözün hayata işlenmesi.

Çocuklar için iyi bir şey yapan herkesin emeğine sağlık.

İmza kampanyaları var 'çocuk işçiler' için... Hukuksal çabalar var 'Suçlu' ya da 'Mağdur' çocuklar için.

Ne tuhaf; Çocuk ve İşçi. Çocuk ve Suçlu. Daha tuhafı: ÇOCUK ve MAĞDUR.

Yan yana gelmemesi gereken sözcük grupları o kadar çok yan yana geliyor ki inanamıyor insan.

Çocukların hakları var. Yaşamaktan başlayıp, barınma, beslenme, okuma, öğrenme ve oynama olmak üzere hep olumluluk içeren ve değişen.

Oysa bir başka yüzü var çocuk kuşağın; suça sürükleniyor suçun öznesi ve nesnesi olarak büyüklerce.

Çocuklar mala karşı, cana karşı suçlarda fail oluyor, cinsel suçlarda mağdur.

Çocukları mağdur eden bir dünyaya çevriliyoruz gittikçe. İstismar ve sömürünün boyutu dünya ölçeğinde, kocaman. Çocuklardan suçlu yaratan bir dünyaya çevrilmesi ne kötü dünyamızın.

Ama çözüm böyle olmalı, böyle yararlı olabiliriz diyen insanlar da var tabi.

Elimizden gelen katkıyı hak ediyor bu çabalar, bu insanlar...

Ben de diyorum ki diğer çocuklara, içindeki çocuğu kaybetmeyenlere:

Bu dünyada sizinle oynamak, paylaşmak ve büyümeye çalışmak isteyen milyonlarca çocuk var:

Sarı, kara, beyaz, her ırktan, her milletten, her ülkeden. Bencilliğin lüzumu yok!

Yiyecek ve oyuncak paylaşacağınız şey, kitap ve giysi.

Küçülenler giyilmiyor bir daha, yiyeceğin bozuluyor fazlası. Okunan bir kez daha okunabilir başkalarınca. Oyuncak arkadaş arar her oyunda yanına oynamaya.

Dünya çocuklara bir yıl veriyorken üreterek paylaşım yapmıyorsan kendinden, dünyalı olduğuna inanmıyor çocuklar. Çünkü çocuk hakları sözde kalacak haklar değildir… Bugün sözde bırakılan hakların verdiği acılarla pişecek onlar.

Yarını güzel ve güvenli insanlar olmak istiyorsak sözde değil özde olmalı verilen her sözün hayata işlenmesi, doğanın korunması, dengenin kurulması. Çocukların yüzünde gülümseme eğer ekildiyse büyüyecek üründür... Ne ektiysek onu biçiyoruz, kuraklık, sel, yangın vb. afetler olmazsa tabi.

Sevgisiz, sanatsız, emeksiz bir dünya dardır insana. Dar değil, var edelim, insanlık ve doğa tükenmesin sonunda.

Gebze, 20. 11. 2020, Ünsal Çankaya.
Üvercinka, Şubat 2021, Sayı.76


https://ayisigindan.blogspot.com/p/bir-anma-toreni.html

BİR ANMA TÖRENİ. 
(Ergin Günçe için)

"Hayatı ancak şaşırırım ben bu toylukla 
İşte büyüklerim de öldüler, hızla eskiyor yüzüm 
Zaman bana durmadan şarkılar öğretiyor..." 

Ergin Günçe gideli 38 yıl olmuş.
Zamanın her şeyi eskittiğinden yakınmış öğrendikleri yanında.
Toyluk diyor yaşamdaki sakarlıklara. Şaşırdığı da düşürdüğü de yok aslında hayatı.
Bilimle, bilinçle vardığı anlamın yoğunluğunu sığdırmıştı yazdığı notlarına.
Kimsenin mutlu olduğu bir çağ değil yaşanan, sorumluluk çağı.
Nedense ıskalanan da bu sorumluluklardaki olumlu, olumsuz paylar. 

Usta diyor ki: 
"Yargıca gittim bir dilekçe uzattım 
Yontma taş devrini geçelim istiyorum..." 

Hangimiz (yontma taş devrine) geçelim istemiyoruz şimdi?
Geriye dönüp başlama isteği hangimizde daha az?

Ergin Günçe'yi şiiriyle tanıyalı 38 yıl olmuş. 
Ondan bize kalan onca şiir ve içinde ince bir keder. 

"Hünnap kuşumuzdur Keder 
Neremde uyanır bilirim..." dememiş olsa da sezinlenecek her yanımızda.

Biz kederliyiz, çok hem de çok. 
Bizimkisi aslında Hünnap Kuşuna benzemiyor ve yine de tanıyoruz kederi! 
Yüreğimizde uyandığından yeri hep belli. Gönlümüze yerleşmişliği sanki ezelden beri… 

'Yargı Yöntemi Dersleri’ tek şiirle insana yargı konusunda başlı başına okul. 
Okuyan ders alır, yanıtlar sınavda çıkan soruyu.
Geçerli not almak ne ki mezun bile olur değer verdiği insansa eğer. 

Çünkü değer insana verilmeli, cana verilmeli, insanın canı oyuncak değil. 
Oynamak için seçenlere verilmiş bir ayrıcalık hiç değil. 

Hak ve hukuk insan içindir. İnsanlar o yüzden eşit kabul edilir. 
Yargılama işi ciddi iş, ciddiyet ister, insana ve canına ilişkin oluşu yüzünden çok önemlidir. 

Bu yüzden yargı içinde görev alan da yargıya yasalarla görev veren de bilmelidir ki özenilecek en yüce işlerden biridir yargı.
Bu yüzden yargıçlık yapanlar da umutla karar bekleyenler için yasalar yapanlar da kıymetli bir hazineyi koruma görevindedir. Saygıyla gerek hakkın özüne gerek yansımasına dokunurken herkesin eşitliğine ve hakkın yerine gelmesi için içinde hakkaniyet taşımasına ve sonucun adaletli olmasına özenmelidir. 

Hukuk ve hak gerekçelidir, gerekçe o özü, özdeki haklı neden nedir onu açıklar. Olmazsa olmazıdır hukukun. Olmazsa asla olmaz. Olmadığında hukuk var sayılmaz. Hak var sayılmaz. Karar verilemez gerekçesi olmadan, hüküm kurulamaz. 

Ben yaptım oldu deyip keyfilikle geçenlerin dünyasındaki pervasızlıkla geçilmez hak dünyasına, haksızlıktır bu keyfilik, haksızlıktır her şeyden önce hakkın özüne. 

"Arkadaşlar, gerekçeli yaşamalıyız 
Zira satranç filan değil oynadığımız..." 

Ki satranç bile gerekçesiz oynanmaz demektedir aslında, yani şahlar, piyonlar, vezirler oyun sonunda satranç torbasına toplansa bile insan canı ile oynuyorsanız eğer gerekçeli olmak zorundadır atılan tüm adımlar. Çünkü aynı tahtada buluşsa bile aynı torbaya toplanamaz insanlar. 
Hele de canından oluyorsa sonunda. 

Hem yaşam ve yaşamın her alanındaki her tür yargı bir sınavdır hepimize... 
Ne iş yaparsak yapalım… Değişmeyen bir sınavdır yaşamak... 
Değişmeyen tek sınavdır insanlık.

Asıl olan sınavın sonunda karıncaya, çimene bile zarar vermeden çıkmaktır o hayattan. 
Mezuniyet karnemizde kırık olmasın yeter. Zaten ardımızdan ortalama bir insandı yazılsa yeter.
İnsan olana takdirname gerekmez. 

Bu yüzden kulak verelim ustanın şiirdeki o güzel sözlerine: 
"Sınavda hepinize başarılar dilerim / Soruları okumadan cevaplamayın /Can'la oynuyorsunuz şunun şurasında!" 

Çünkü kulak vermediğimizde çocuklar ölüyor, kadınlar ölüyor, erkekler ölüyor günün soğuk ya da sıcak savaşlarında. Ekonomik ve siyasal savaşın tam ortasında. 
Ölümden kurtuluş için elden bir şey gelmiyor çoğunlukla.
İşte o zaman:
"O kadar çocuktu ki ölürken/ Okuldaki bir şarkıya başladı..." diyor usta…

Dersimizi iyi alalım, ödevimizi iyi yapalım. 
Bu sınavda kırık not alanlardan olmayalım… 
Ki çocuklar ölmesin, çiçek olsunlar. 

Gebze, 12.1.2021. Ünsal Çankaya.
16.1.2021, Gerçek Edebiyat com.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/ille-de-odunum-ha.html

İLLE DE ODUNUM HA!

Sadece türkülerle değil…
Doğduğun yer duyduğun, okuduğun bir söz, bir deyim ile de gelir aklına…
Küstüğüm dağın kırk yıl odununu yakmam demiş atalarımız…
Ataların sözüne şapka çıkartılmalı.


Çokça fırsat çıkar uygulanmaya. Yine de kırk boğumda ince hesaplanmalı.
Bir şans daha verilir odunu da parası da umrunda olmayana.
Yanlışından caymayana yer verilmez ömürde..

Bazen insan kırılır. Yıllarca sürer küslük. Özürle gelir barış.
Kimi insan nobrandır, hem kel hem fodul odur. Özürden nasipsizken kan besini kavgadır.
Derecesiz utanmaz. Bencillikte zirvedir. Utanmadan çizdim der cehalet eğrisini.
Kazandım zannettiği Challenger çukurudur

Yeri gelir, denk düşer, söz öze uymasa da mesele uyar denir.
Zaman olur dem gelir, kalk der masal perisi, bak hele yerinde mi?
Odu yerinde mi dağın? Odunu yerinde mi? Cinleri içinde mi?
Yerindeyse yakalım… Bir kez seyre duralım.

İlle de odunum der o tipler mesellerde. Odunumun parası der cehaletin irisi.
Görülmez ki bir kez olsun umarsıza el verdiği dünyada, yardımına muhtaç olsa yüce dağın başında.
İlle de odunum ha, ille de parası ha, ille de ben derler hep.
Ölsen bile gam değil, odunum evvel derler.

Gözüm o söze ilişti. Aklıma geldi biri.
Yerine yeller esmiş, köpürmeyi deniyormuş, boşuna efelenmiş.
Çoktan silinmiş meğer, görülmüş, bilinmiş, bildirilmiş…
İnsanlıktan nasiplenmiş değilmiş.

Dağ mı? Odun mu? Halden anlar insan mı? Değil! Değilmiş dedim ya.
İnek dağa kaçmış, insan çukura, dağ dediğin yanmış kül olmuş, bitmiş.

Gebze, 27 Kasım 2018, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 23.12.2020.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/yangin-olunca_12.html

 YANGIN OLUNCA

Haberlerde ilk sırayı aldığında üstelik, biliyoruz ki o yangın çok büyüyecek, sönmemiş, söndürülmesi de oldukça gecikecek…
Çünkü devlet anayasada yazılı ormanları koruma, geliştirme ödevini yapmıyor, yapsın diye taşerona ihale edişinde de “sen tüm bu ormanı koru!” demiyor, “yanarsa söndürdüğün kadar para öderim!” diyor…
O yangın söner mi hiç?
Akil olan koruma parası öder, söndürme değil!
Ülke yönetiminde bu işleri kotaracak bilgide, birikimde olan kaldı mı, orası pek karışık.
Ama yaz geldi mi, betona dönen kıyılarda rant paylaşımı rantiyeye yetmez oldu mu biliyoruz ki ormanlar yanıyor… Sonrası yakanlara, yaktıranlara imar izni…

Göz görüyor, gönül katlanamıyor bu aymazlığa.
Ne orman yangınını ne insan yakmayı ne ağaç kesmeyi ne doğaya zulmü bizim kalbimiz hiç anlamayacak... 
Yüreğimiz böyle her yaz yanacak!
Yaz başından bu yana tüm turistik yörelerde yanıyor ormanlar.
Nedenini boşuna arıyorlar.
Geçmişten güne o yerlere imar izni verenler dahil, beşer yıldız otel dikenlere baksınlar, neden, niçin yandığını -yakıldığını ve azmedeni, maşa olanı çabucak bulacaklar.

Çok yakın tarihte, Adalar dahil, peş peşe yaktılar yine ormanları. ODTÜ'de kavaklığa diktiler gözlerini.
Bu gece Dalaman Fethiye arası yanıyor... İstanbul'un akciğeri Aydos ormanı... Sonra İzmir… Sonra daha birçok yerde. Devletin yanan orman söndürmek için uçakları var, bakıp da göremeyen bozuk onlar diyor. Onarmak görevini de yapmamışlar çünkü… Bozunca rant için taşerona ihale etmek mümkün… Her bozuk işi kitaba uydurmayı marifet belliyorlar.
O ağaçların birini bile dikmeyip kasıt ya da ihmal ile yakan ve yanmasına neden olanların da yüreği yansın! İçimizi kan ağlatıyorlar. Bin bir endemik bitki, hayvan, börtü böcek de yok oluyor ormanla. Umurlarında değil. O canlara kıyanlar iflah olmasın!
Daha geçen ay yine bir şiir yazdım.
(Yazmazsam yakılanlara hep borçlu kalacağımı sanıyorum!)
Çünkü yıldönümüydü Sivas'ın!
( O şiir aşağıda.)
Biz bu ülkede 'o yangını' hiç unutmuyoruz.
Unutanlar nasıl yaşıyor acaba?
Ağaç kesenler o gece nasıl uyur?
O emirleri verenler ya da!
O emirlere uyanlar!

Son uykuları olsun!
Uyanmasınlar!

Gebze, 25.8.2019

YANGIN OLUNCA

Kaplumbağalar
Saklanıp kabuğuna
Kurtulmuş olsa.

Biliyorum ki olmaz,
İglo değil, korumaz.

Kuşlar uçsa da
Yuvalar ve yavrular
Kalır yangına.

O Temmuz bizi yaktı
Kurtlar kuşlar yakmasa.

Gebze, 1.7.2019, Ünsal Çankaya.
Ekin Sanat, Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, Ekim 2019, sayı:159


https://ayisigindan.blogspot.com/p/gulten-akin-icin-anma.html

Gülten Akın İçin Anma

YOL
Bana tarihini anlattın
Tarihimi onunla ölçeyim diye
Saatını söyledin saatıma
Dostum, eski arkadaşım
Şaşkın sular gibi dağlara dağlara
Mı gidelim dedik, gittik yoşuduk
Öyle iyi ettik
Çünkü sözler davranırsa bizden önce
Tohum çürür yozlaşır tarla
Yabancılaşırız kendi toprağımıza
Bir olduk kayayla sarmaşık
O yüzden
Çocuklarımızı örnek resimlerden seçmedik
Onlar kendileri geldiler
Onlarla birlikte bütün bir ülkenin
Kızlarını sevdik, oğullarını benimsedik
Çan sesleri, öncü gürültülerle
Yaşlandık gençlik içinde
Dostum eski arkadaşım
Dostum, eski arkadaşım
Bildin, korkak bir kâğıda
Yitik bir kalemle nasıl yazılmazsa
Bildin. Direnç yosunlu sarnıçlardan
Sızan sular gibi doldurmalı halkı
Yiğit bir kalem olmayla birlikte
Dağların bilge dervişi gezmeyi istedin
Demiri pasından ayırdı özverin
Varsılları gördük
Altın horozlar gibi susuyorlar
Dünyanın el altı yöneticileri
Onlarla kabarıp susmadık
Yoksulları gördük
Doğdukları yerlerde kalamazlar
Yoklukla beslenen kargış
Kocaman bir fırtınadır
Onları yurdundan sürer çıkarır
On beş yıl birlikte dönendik
Geldik sonra
Büyük kentlerin kapılarına
Kandan gölleri var
Çocuklarımızı bulduk atlayıp geçemiyorlar
Düşen oluyor, asılıp duranlar
Başlarında yurtseverlikten bir ayla
İkiye vurulmuş saçları
Kanı kanla yumazlar dedik
Bunu böyle belleyip bellettik
Şimdilik
Gün küçük dağların ardında
Ve yolumuz var daha
Her şey olgunlaşır
Çürüyüp dökülür zincir
En güzeli, yol yürüyüş öğretir
Dostum, eskimeyen arkadaşım

Gülten Akın

‘Şiirin annesi’ diyorlar ona…
Oysa o şiirleriyle çocukların ayrımsız annesi olduğunu yazdı ömrü boyunca…
Kadınların köle olmadığını…
Onunla öğrendik, kara saçlarımızı kesince değişmiyor hiçbir şey… 
Üstelik ben de “Ben Saçlarımdan Öldüm Biliyor musun?” diye yazdıydım çok bunaldığımda…
Davranmak gerek ömrü ömür eylemek için ömür boyunca…
Davranmak ve başarmak yaşamayı.

Sonra…
Gönül rahatlığı gelir hiç susmadıkça…
Ardından gelirse gelsin ölüm gelir, onun yattığı gibi ölüme de gönül açılır rahatlıkla…
Çünkü “yol yürüyüş öğretir” insana.
Uykusu da güzel olsun ulaştığı sonsuzda.

Gebze, 4.11.2018, Ünsal Çankaya.
7.11.2018, Gazeteafyon.com


https://ayisigindan.blogspot.com/p/surgun-unutmaz-sumbulu-koklayan-da.html

SÜRGÜN UNUTMAZ, SÜMBÜLÜ KOKLAYAN DA.

Ortadoğu bir değil birkaç savaşın vurgununu yiyen, kimi etnik kökeni, kimi dini kökeni yüzünden karşıtı olanlar, düşman sayanlar yüzünden köklerinden koparılıyor ve düştükleri büyük çaresizlik, büyük yalnızlık sadece izleyebildiğimiz oluyor yaşadığımız çağda.

Dur diyemediğimiz gibi, önleyecek gücümüz de yok, kaldı ki muktedir olanlar da parsa kapmaya çalışıyor, gücüne güç katmaya. İzleyeni oluyoruz, kahrola kahrola acılarımızla. Yumruklarımız da sıkılı dişlerimiz gibi, derman olamadığımız kederler ise artıyor boyuna.

İnsan eğer mutlu ise yaşadığı ülkede kimse göçü, sürülmeyi, yalnızlığı özgür irade ile seçmez.
Kimse dilini bilmediği bir ülkede güvenlik aramaya gitmez mecbur bırakılmasa.
İktidarın kendi yurttaşına sağlamadığı olanakları mültecilere sağladığı şayiaları artsa da…
İnsan o ayrıcalığın bir politik yatırımdan çok Avrupa’nın “BİRLİK HUKUKUNCA” verdiği paranın onlara antlaşmalar uyarınca harcanması zorunluğunu biliyorsa (O paralardan nemalanan birilerinin varlığını ise insanlık ayıbı olarak görüp) mülteci olmanın ne kadar zor bir seçim olduğunu anlar.

Yurt içinde sürgün cezasının ceza yasalarından kaldırılması hali neredeyse kırk yıla yaklaştı. 
Yurt dışına gidilen ülkenin yaşam koşulları yurt olan ülkede de aynı, yani koşullar olağanken kendi iradeleriyle gitmeyi seçenlerin durumuna da sürgün diyemeyiz. 

Ama kendi ülkesinden yaşamı tehlikeye girdi diye bir başka ülkeye sığınmak zorunda kalan insanlara 
mülteci deriz. Kendi ülkesinin otoriter yönetimine muhalif olduğu için zulüm görüp başka ülkeye gitmek zorunda kalanlara da. 
Bu insanlara ülkenden niye kaçtın, savaşmadın, ölmeyi göze almadın diyemeyiz. 
Çünkü bu insanın kendine sığınan diğer insana fütursuzca yaptığı ve ama yapmakta asla haklı olmayacağı bir sorgulama ve yargılama olur. Ne geleneğimiz ne insanlığımız izin verir bu sorguya.
İnsan kendini, o koşullarda yaşıyor olsa nasıl davranacağını düşünmeden ve ama herkesin de aynı şeyi düşünmeyebileceğini öngörüp kabullenmeden diğer insanları yargılama hakkına sahip değildir zaten.

Velhasıl dünyada hâl böyle, arttıkça arttı acıları insanlığın.

Bugün ülkemize ait denizlerde kaçak botlara bağlıyor umudunu o insanlar ve karaya bizim çaresizliğimiz vuruyor onlar batıp, çıktıkça.

Tanığı olmak zorunda kaldığımız kadar yaşanabilmesinde payımız olmasa da geçmişte yaşanan bu tür acılar insanlığın ruh yaralarıdır, kabuklanamaz, iyileşemez, her bahar yeşeren ağaçlar gibi, soğukta bile açılan sümbüller gibi büker boynumuzu çaresizlikten. Kanar çaresizliğimiz, anımsadıkça. 
Bazen anılarda kokusuyla yaşayan çiçekler ve okunan şiirler bütünler diğerini ve sümbül anılar denir başlığa, yazılır şiir, sonra unutulur. Sonra bir kitap okurken, Aragon’un sevdiği çiçeğin de sümbül olduğu bilgisine tesadüf eder insan, tarihte Aragon şehri olduğu bilgisine ulaşır ve sonra şair Aragon’dan çok önce var olan Aragon şehrinde, şehirle aynı adı taşıyan bir kralın olduğu öğrenilir ve sonra kral Aragon'un küçük kralları ile birlikte sürgüne yolladığı bir halk gelir gözlerinin önüne. Çünkü yaşadığın çağda olamaz dediğin sürgünler, göçler, sığınmalar yeniden başlamıştır, paylaşım savaşıdır nedeni ve hırslar acımaz asker olana da sivil halka da krala ve çoluk çocuğa da.  İnsana yani. 
Sürgün olmak bir seçim değil sonuçtur. Seçme hakkı yoktur insanın. 
Ya kalıp-muhalif olduğu iktidarın zulmüne boyun eğecek, belki ölecek, ya bir başka ülkeye sığınacaktır.
Bu duyguların tümünden bir şiir çıkmış, yazıldığı anımsandığında yazılmaya esas alınan duygular değil sadece şiir bir dergiye yayıma gönderilmiş ve üç yıl önce yayımlanmıştır.

Sevgili lise arkadaşım eğitimci, gazeteci Dinçay Doğar ne zaman yayın işine bulaşsa ve sürdürebilse çabalarıyla benden yazılarımla, yorumlarımla onun yanında olmamı ister olabildiğince.
Bu kez de öyle oldu. Olur başkan dedim.
Hazırlıklarını bitirmek üzere olduğu sitenin (bu sanal gazetenin) adı da YORUM AFYON olacak dedi.

Ben hukukta yorum konusu üzerine epeyce kitap okumuş, karar verirken de yoruma açık yasa maddelerinde insana yakın yorumlar yapmış biriyim de adı yorum olan, doğduğum şehirle ilgili günlük, haftalık, aylık ya da yıllık bir yayında yorum konusuna nasıl değinirim bilemedim.

Günümüzün en yoğun konuşulan gündem konusu yaklaşan yerel seçimlerse de ikinci sırada geçim derdi.  Üçüncü sırada da geçim derdi arttıkça artan insanlarımızın mültecilere yönelik hoşnutsuzluğu var. Olağan halde ekonominin bu hale gelmesinden sorumlu olan hedefe -yani iktidara-yönelmesi gereken tepkilerinin yönünü saptıran , açlık ve yoksulluğun sorumlusu, nedeni ve çözümü imiş gibi ülkemize sığınan mültecileri (Ki sığınmaların da yine uluslararası hukukun gerektirdiğinden sayıca çok fazlası için siyasetin tercihi olan) gösterip, algılar oluşturan becerikli (!) ellerin oyununa gelmekte insanımız.

Neyse…
Tarihte bir başka ülkede benzer sürgünler, sığınmalar yaşanmış ve ben o konuyu okuduktan sonra bir şiir yazmış ve yayınlatmışsam… Tümünü bir araya getirmeli dedim, çünkü şimdi o duygular ne ise, ülkemin geneli kadar doğduğum şehri de etkileyen bir sorun haline geldiyse bu mülteciler, kaynağına dair siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik çok bilgiye ulaşılabilir de ben bir şiir yazmıştım, onun yazılış duygusu da bilinmeli ki yorum da ona göre yapılsın şiir için.

Tıpkı yaşamımızın tümü hakkında bilmeden yorum yerine bilerek yargılar oluşturmak gerektiği gibi…

Seçimlik hakka muhayyer olmak denir, özgür irade ile seçebilmektir. Hayır diyebilmek özgürlüğüdür kısaca. Hukuk dilinden bir sözcük, eskimiştir, yerine seçimlik hak kullanılmaktadır. Müzikte ise (Muhayyer Kürdi makamı gibi) belirgin bir ana makamı başkaca icra edebilmeyi tanımlıyor bu durumda, bana kalırsa.

Bu keyifli bir şeyde seçimdir, ama hüzünde balta gibi keser dokunduğu kökü, sümbül anılar şiirimdeki sümbül bu nedenle biraz teberdir (Küçük balta), biraz teberik (Anmalık). 

Ama daha çok anımsatandır acıları da.

Gebze, 31.1.2019, Ünsal Çankaya.

SÜMBÜL ANILAR

Sümbülün içli bir ezgi olduğunu Aragon’dan öğrendim;
Geziyordu sümbül teber Granada yolunda.
Aklında Elsa’dan gözler, gözlerinde kor hülya.
Çokça an saklamıştı dokunduğu sümbülün morlarına.
Anımsadıkça büktü boynunu; kederle ve acıyla.

Toprağa gün vurunca soluverdi sümbüller,
Kökledi baltanın ucu, acımadı muhayyere, ezgiye.
Buzlanmıştı gökyüzünün mavisi, kısalmıştı gün,
Çözülmeden yaşamak mümkün olmaz aşk ile.
Toprak sardı sarmaladı soğanları kalbine.

Sonra birden göverdiler Şubat' a, karanlık çatlayınca.
Büyüdüler gün be gün, renk saldılar doğaya, anılar çağladıkça.
‘Elsa’nın gözleri’dedi Aragon, sonra; ‘Granada, sevgilim, Granada’
Ne zor şeymiş çocuk kralın kovulması saraydan tarlalara.
Hüzün yürüdü damarlarına, biraz daha, biraz daha.

Misk amberin kokusuydu ulaşan notalardan makama,
Makam makam olalı öyle muhayyer olmamıştır doğaya.
Anladım ki sümbüller artık hep içli şarkılar söyleyecekler bana.
Endülüs ' te raks bitip, ‘zil, şal ve gül’ yanacak,
Boynu bükük sümbüllerin kokuları sinecek avuçlarıma.

Gebze, 2.2.2009, ÜNSAL ÇANKAYA
(AKATALPA Aylık Şiir Ve Eleştiri Dergisi, Şubat 2016. Sayı: 194.)
Yorum Afyon. Com, 12.2.2019,


https://ayisigindan.blogspot.com/p/maskeli-balo.html

MASKELİ BALO

Oyun için, neşe için, eğlence için çok eskiden beri maskeli balolar yapılır da... Katılanlar sadece daveti düzenleyenler ve davetlilerdir. Birisi baloya maskeyle katılmışsa eğer, aynı yerde olanlar bilirler ki o maskenin altındaki yabancı değildir. O günün eğlencesine severek ve birlikte eğlenmenin zevkini yaşamak için katılan bir dosttur o maskenin gerisindeki.

Üniversiteye başladığımız yıllardı... Yeni Türkü grubu yenice kurulmuştu, fakültemize konuk olmuşlardı ve alt salonda çevrelemiştik onları dinlerken, hep bir ağızdan söylemiştik o şarkıyı...

"Tak etti canıma bu maskeli balo. Bu maskeli balo. Ve onun sahte yüzleri. "

Daha yaşımız neydi ki? Ne sahtelik görmüştük ve canımızı yakmıştı da böyle içten katılmıştık bilmiyorum. Belki 12 Eylül öncesinin o karanlık günleri ve ta o zaman başlayan bir fişlenme, takip ve kandırılma kaygısı. Ama doğruluğa özlem içimde bir ateştir eskiden beri. Yalanı sevmem, korkarım, yılandan bile korkmam, karşımdan geliyorsa... Gizlice sokmuyorsa beni.

Gerçekte kim olduğunu gizlemek...
Bu nasıl bir duygu acaba?
Yapan için?

Hastalıklı hissetmez mi kendini? Görev olarak mı görür bu sahteliği, çifte kimliği? Ürkmez mi kendinin yapabileceği kötülüklerden? Ürkmedikleri için mi kışkırtıcılık görevini kolayca yapıyorlar girdikleri kimlikte?

Yapmada hak gördüğü arkadaki düşüncesi her ne ise sadece bencilliktir. O ortamda bulunma hakkı olmadan, varmış gibi gösterip, olmayan bir hakkı kullanırken gizlenen iyi niyet değildir, gizleyen iyi niyetli değildir. Gizlenmek izlemek, fişlemek ve ihbar etmek için görev olarak verildiyse hele.

Ama öyle olmadan da kendini koruma, gizleme, zarar görmeme, kendini bambaşka gösterme amaçlarıyla birlikte var olabiliyor kimileri ve işte bu haldeki maskeli kimlik sahteliktir de sahteliğin ötesinde sadece bencilliktir, o kadar kesin ve net.

O bencilliği hak etmeyen her muhatap için o gizlenme, o bambaşka görünme büyük bir haksızlıktır.
Özetle kim olduğunu bilmediğiniz birisi size neden olduğunu bilmediğiniz şekilde o ortamda var olarak, yer alarak, hayatınızın bir parçası olarak ya da sadece izleyeni olarak gizlenmekle haksızlık yapar.

Gizlenmese aslında hiç o şekilde davranmayacaktır. Gizlenmese belki siz de aslında hiç öyle davranmayacaksınızdır. Bu gizlilik haksızlık yaratır. Kandırılmışlık kadar üzen çok şey vardır da kandırılmak arkadaşlıklarda, dostluklarda, ilişkilerde, ailede, toplumda aslında hiç beklenmediği için sonuç kırıcıdır.

Üzer bu insanı. Başında bilinmese de öğrenince, hissedince ve elbette ancak o zaman anlaşıldıysa en sonunda. Kandırılmışlık yaralar insanı. Paramparça eyler dünyayı. Maruz kalan için en başından en sonuna kadar bu sürecin bir tarafı olmak sadece haksızlığa uğramışlıktır.

Haksızlığa uğramışlık duygusu öfke yaratır.
Bu öfke sonuna kadar haklıdır.
Bağışlamaz muhatabını.

Gün gelir ve ip kopar. İnsan karşısındakine gerçekten inanma, güvenme ve onunla rahat hissetmek istediğinde kullandığı, sarıldığı, yaşam deneyimlerinden süzülmüş deyimler var ya onlara sarılır yine.

"Doğru dürüst ol, canımı ye!" der bir yandan...
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar!” der diğerinde.
Öte yandan "yalancının evi yanmış, kimse inanmamış!" der.

Saklanmak, gizlenmek namertlik...
Yol zorunlu olarak böyle sahteliklerle kesişir de belki... Nasıl olsa ortaya çıkar gerçeğin ta kendisi.
Doğrunun yalan ile yalancı ile namert ile işi olmaz.
Der ki doğru kendi yüreğine, "Geçme namert köprüsünden, koy aparsın su seni!"
Çünkü her balo sonunda biter... Maskeler çıkar, sırlar dökülür bir gün... Kimin kim olduğu bilinir.

Kimin aslında bir hiç olduğu da tarihin sayfasına yazılır o gün.

Gebze, 24.2.2019, Ünsal Çankaya.
24 Nisan 2019, SOLİTİRAZ.COM



https://ayisigindan.blogspot.com/p/susmak-nasil-da-yoruyor-insani.html

"SUSMAK NASIL DA YORUYOR İNSANI" Necati Tosuner.

Kitap çıkıp, tanıtımını tesadüfen okuduğumda almak üzere not edilmişti.
Nihayet alındı, sırası geldi okumanın, sonra sözünü etmenin dedim.
Okudum.
(İlk bölüm kitaptan bire-bir yazım ve imlâsı ile kopyalanmıştır. Üç nokta yerine iki nokta özel tercihi.)

Bölüm :1
****
İnsanın insana ettikleridir ortak insanlık tarihi.
"Sözde" demeye çekinilir oldu ama sözde kardeşlik tarihi. Şunu hiç kimse bilemez: Nedir işkenceyi yapanın mutluluğu?.. Görev. Buyruk. Tamam, senin işin de bu-mu?.. Bu iş mi?.. Vicdan olsa... Görev gereği. Kendine biçilen görev gereği. Sen yapmazsan kime yapar onlar diye... Islata ıslata ya da- o kadar hiç de sakınmadan- kuru kuruya. Sen bunu görmedin. Ölsen iyi.

Ölsen iyi.
Mayın patlağı kollar.. yüzler.. ayaklar.. bacaklar..
Dere kıyıları.
Yüceltilmiş tabutlar.

Hâlâ kuş uçmuyor yakılmış köylerin oradan.
Sürgünler.
Çaresizlik.
Ağıtlar.
Yürek yangınları.
Yanmış lastik kokusunu güzel bulan bir çocukluk.

Dağların dili olsa da sorsa.
Bu, kimin işine yaradı bu?..

***
Karışmadan duramıyor!
….
Hep karışıyor.
Yahu, bir sus!
Bir gün de rahat ver...

Usanmıyor.
Utanmıyor.
Ne utanacak!

***
Hiç yaşanılmadan sanki geçmiş bayramlar.
O eski bayram coşkuları... Özlemek yasak çünkü korkuluyor anımsanmasından. Bir de şöyle bir soru kalmış: Var mıydı öyle bayramlar?..

"Sen bu sıcağa bakma, yaz çoktan bitti gidiyor..."

Akşam beklenilmeden dönülüyor eve. Sığınmalık bir serinlik işte evin dinginliğinde. Şuna bir bak, nedir gizlenen?..
Söylenmeyen bir ağıt olarak sona bırakılan...

"Kurtulmayı artık hepten unutmak gerek!.."

****

122 sayfa bir kitap. İş Bankası Kültür Yayını. 2013. Birinci Baskı.

Bölüm 2.

Yazarı ilk gençlik anılarımda, evinde, sırtını dönmüş, çalışıyor masasında. 
Giriş katın altında, ev karanlık, odalara ışık kaldırımın yarısını görmeyen demirli pencerelerden sızan loşluktan ibaret. Kapısı tesadüfen açık, yoksa hep kapalı. Biz arada bir çay içmeye uğruyoruz evinin diğer odalarını paylaştığı sınıf arkadaşlarıma.
Gitsem şimdi, elimle koymuş gibi bulacağım sanki masasında çalıştığı notları, yazdığı kitapları. 
O görüntü çakılı kalmış aklımda.

Daktilo... 
Tıkırdıyor hâlâ, biz yarım saat kadar sonra, çayımızı içmiş, üniversite notlarını değişmiş, ertesi günkü sınav için başarı dileyerek ayrıldığımızda.

Öykülerini okudum, severek, daha o yıllarda, dergilerden takip ile.
Birkaç da kitabını.
Bu kitap ikinci romanı. Susmanın şiiri bence. Susmanın şahikası.

Bir gecede okudum. 
Bir gecede okursunuz eminim.
Gündeme uyacak iki ayrı bölümden hissemi aldım.
Aldıklarımı yazdım harfi harfine, yukarıya, yıldızlar arasına.

Deli gibi susmak geliyor içimden şimdi. 
Çünkü susmak isyanın konuşan bir parçası. 
İçinden.
Bu kadar güzel susulması ve susarken de söylenmesi her şeyin, mümkünmüş madem.

Ölümler, kayıtsızlıklar sürerken... 
Öldürmeler ve aymazlıklar yükselirken...

Okuyun. Mutlaka. 
Bu diyeceksiniz, benim de sustuğum bu. 
Sizinle beraber susanın yüreğinden akanlarla akın yarına.

Gebze, 14. 3. 2016. Ünsal Çankaya
TMOLOS Edebiyat Haziran 2017. Sayı:63



https://ayisigindan.blogspot.com/p/dun-gunleri-pozitif-bugunler-degil.html

DÜN GÜNLERİ POZİTİF BUGÜNLER DEĞİL!

Fotoğraf benim bir sokak fotoğrafçısının bakışına merakımın belgesi.
Arabı vardı bende, ondan bastırmıştım çok yıllar önce.

Bu dünyadaki ilk fotoğrafım. 23 Nisan 1961. Üç yaşıma yakınım.
Bayramlık giyinmişiz. Annem, ağabeyim, bir küçüğüm ve ben.
En küçüğümüz anne karnında, dört yaş büyüğüm ablam henüz köyde, babaannemin yanında.
İlkokul üçe geçtiğinde gelebildi o. Ben de bu fotoğraftan sonraki yıl ilkokula başlayana dek babaannemleyim.
Fotoğrafın aslı siyah beyaz. Şipşakçı amca dün gibi aklımda. Sokak, makine, gidişlerimiz bayram yerine.

23 Nisan dahil tüm bayramları izlemeye giderdik biz. O bayram sevincine eşlik etmeye.
Annem her bayram böyle bir fotoğraf sakladı bize.
Birer kopyasını mutlaka anneanneme ya da uzaklardaki teyzelerime, dayılarıma yollardı.
Onlardan da bize gelirdi anı saklayan fotoğraflar. Özlemi tazeleyip özlemi gidermeye.

Arabı olurdu o yıllar fotoğrafların. Saklayalım diye bize verirdi fotoğrafçılar.
İstediğimiz zaman bir görünür baskı için kullanılabilirdi.
Çok sonra dükkanlara girdi fotoğrafçılar, arşivlemeye başladılar numara verip.

Her ailede belleği iyi olan bir anlatıcı olur. Bizimkinde benim galiba. An ve anı saklamayı severim.
Anlatanlardan anılar dinlemeyi de.  İçinde olduklarım anlatanın gidişine kadar koruma altındadır.
Salgın günlerinde köyümüzden o çocuk yıllarımda tanıdığım kaç yaşlı tanıdık insan öldü. 
Kimi uzak akraba kimi konu komşu. Nasıl da üzüldüm gidişlerine.
Sorsam anlatacak insanlar azaldı işte.

O yıllara gidip şiire saklamasam olmazdı hislerimi.
Benden gayri anımsayacak kimse kalmadı köy günlerimi. Sağ kalan kardeşlerimle yaz günleri dışında.
Olumlu duygular güzel anılarla geliyor. Olumsuzlar eksilen fotoğraflarla. Kimi basılı, kimi değil.
Bu kareden bile annem ve ağabeyim gittiler... Onlar kadar eksildi belleğim de.
 
Ama sağız. Yaşıyoruz. Ümitle, ümitlerle!
Korumaya çalışıyoruz kendimizi.
Salgındaki virüs kırk kılık değiştirse de uzak tutmaya çalışıyoruz bedenimizi.
Evde kalmayı severim ben. Okurum, yazarım, işler ellerim durmadan tığ ve şişlerle.
Dikişler dikerim elde, giysiler onarır, tasarımlar çıkarırım ortaya.
Zaten az gezerdim, artık hiç gezmiyorum, çünkü son yıllarda sağlığım elverişsiz gezmeye.

Dün Günleri başlığı sevgili yeğenimin Az Önceki Oda kitabındaki şiirinden kısmen alınma.
Hepimizin anılarla bulduğu dünler vardır. Yol iz yok demiyoruz fotoğrafla belgeli ise.

İşte... Gidişimle bulduğum şiir. Şiirle anımsadığım fotoğraf. İkisi bir arada.
Afyonkarahisar diliyle söylenecek olursa kaymaklı ekmek kadayıfı bu durum.
Sağlığımıza yansıması da aynı güzellikte olsa diyorum.

NEGATİF

Pozitif olumluydu
Duyguların dilinde
Karamsardı negatif.

Salgın günlerindeyiz
Sevindik oluyoruz
Negatif denilince.

Öyle güzel kareler
Anımsarım günümden
Dünlerime gidince

Onlar unutulmaz ki
Anılara yol vardır
Fotoğraf içlerinde.

Yalnızca yüreğime
Çekmişim bazısını
Ne arabı olmuş
Ne de baskısı.

Gelemez artık güne
Göremez başka kimse
Yazmazsam bir şiire
Girmez hayale bile!

Gebze, 29.11.2020, Ünsal Çankaya
Gerçek Edebiyat.com, 30.11.2020.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/masumiyet-muzesi-o-kadar-masum-degil-ve.html

MASUMİYET MÜZESİ O KADAR MASUM DEĞİL ve "SEVGİ EMEKTİ!"

“Sevgi emekti.”

Bu kısacık cümlecik bize yıllardır o filmi, o filmdeki kadını, kadının seçimini, nedenini ifade ediyor. Bugün ben sevgisi ve emeğiyle sevdiği kadını yitirme kaygısını bile saygın taşıyan ve "sevgi emekti!" dedirten, emeğin sevgiyi, sevgiliyi, sevgiliye kazandırdığı o adamı yıllar sonrasında, yakından gördüm. Çoğu kez gezi izlenimi yazmasam da sadece bu rastlantı fotoğrafı çekilmediği için unutulan anlar arasında kalmasın diye uykudan önce yazıya geçirdim.

Uzun zamandır yaptığımız gibi Gebze’den bir grup dost ile erkenden buluşup, İstanbul’dan katılan, bir kısmı çalışan ve bir kısmı benim gibi emekli olan, iyice kaynaşmış hukukçu gezi grubu ile İstanbul'da, Çukurcuma, Cihangir, Şişli, Nişantaşı, Kurtuluş gibi iç içe geçmiş semtlerini karış karış değilse bile cadde, sokak, kaldırım demeden adım adım gezdik.

Kahvaltı Cihangir'de. Eski ve dar binalardan dönüşen basık tavanlı, ahşap ağırlıklı bir yığma taş binada, semtte bir yöresel değişiklik olsun diye ta Hatay'dan getirilen organik ürünler sunan bir küçücük alana hepimiz sığmaya çalışarak, personel ise ilk kez bunca kişiyi aynı anda ağırlama zorluğuna yetişmeye çalışarak. Doyduk, kalktık.

Sonrası antika dükkanları arasındaki yolculuğumuz ve sevgili sınıf arkadaşım, ülkemizdeki ilk il kadın Cumhuriyet Başsavcısı ünvanlı Işık ile kendimize özel kahve molası.

Çoğu yeri dışarıdan görüp, duvarına, penceresine uzanıp, öyle bakınıyoruz, çünkü ya kapısı kapalı ya benim astımım izin vermiyor içerideki yoğun nem ve toz deryasına. Firuz Ağa Camisini işte bu yüzden dışarıdan gördük, kapalı diye.

Masumiyet Müzesi tamlaması herkese aşinadır, çünkü bu iki sözcük yan yana geldi bir kitap kapağında, yazarı da herkese aşina, Nobel edebiyat ödüllü Orhan Pamuk olan bir roman, ama aynı zamanda dünyadaki ilk örneği de olmayan, ama ikinci sıradaki yerini sağlama bağlayan bir kitap nesneleri müzesi.
Roman içinde adı geçen, kullanılan, görülen, tutulan, dokunulan her nesne tanımlanmış, benzeri bulunup o müzede sergilenmek üzere üç katlı bir eski İstanbul evi restore ile bu nesneleri izlememiz için müzeye dönüştürülmüş ve bu müze ev Kültür Bakanlığına devredilmemiş bir kısım başka müzeler gibi, özel girişim ile varlığını sürdüren bir nitelikte. Kitabı alırken o müzeye giriş ücreti kadar değildi ödediğim. (Biz içindeyken gelen, çıkan ziyaretçi profiline bakılırsa Çin bile dahil izleyen kitlenin yurttaşlık bağı ölçeğinde dünya ülkelerine.) Anımsarsanız eğer gelir getiren mallara akar denir, hani sözcük arayıp bulduysanız o en eski bulmacalarda, işte bu müze satış alanı dahil başlı başına akaret neredeyse...

İçi karanlık, romantik hisler doğuracak şekilde loş ve hoş değil, açıkça karanlık... Mekân içinde sadece nesnelerin camekanlarındaki ışıklandırma ile yetinilmiş. Işıklı, loş, nostaljik bir döneme götürmekten çok insana "Çık buradan, açık havaya, güneşe!" diyen çığlıklar attıracak kadar karamsar dense yeridir... Üç katın merdiven korkuluklarında, merdiven başlarında, tavanda, duvarlarında, camlı masalarında sergilenen sıkış tepiş denecek şekilde dolu roman nesnesi var... Hepsinin yanında ne olduğu ve okuyanın anımsayacağı tanıtım levhaları. Hiç inmediğimiz bodrum kat en ışıklı alan, merdiven başından gördüğüm kadarıyla orası da gün ışığı görmüyor ama bu seçim değil, bodrum olmanın gereği, o nedenle orası içinde satış için banko gerisinde görünen üç personelin ruhu kararmasın diye floresan lambalı...
Öğrenci, öğretmen indirimi var, yaşı altmış beşi geçene ise ücretsiz. O dik merdivenlerde çıkıp yığılmadan gezemezler diye, ya da görüp göreceğiniz anılarınıza yakın nesneler, geldiniz madem, görüp de anımsayın unuttuğunuz günleri demek için herhalde. Bir yanı ilginç, ama ilk ve tek değil dünya üzerinde, bir yanı dünya dillerine çevrili kitaplar ile yetinilmeyip gelire müze geliri de eklenir diyen bir ince hesap bu diyen duygu var yüreğimde.

Yürüyüş bir spor...

Bu sporu biz ayda bir İstanbul trafiği içinde yapıyoruz, akıl işi sayılırsa. Kalanında çalışanlar yarısını olsun yürüse de o kadar uzun ve güzel ve yorucu yürünen gün sayısı en azından benim için kesinlikle yok.

Nişan taşı neye denir, niye dikili o sivri taşlar bir semtte sorusunun gözlemle yanıtını henüz almış ve yolun karşısına geçip Şişli Camisi niye bu kadar ünlü, Cumhuriyet Dönemi ilk yapılanı olmak dışında diye bakmaya gidecektik. Bir kısım kaldırıma kadar geçen arkadaşımız geliyor muyuz acaba, ışığa mı yakalandık diye geriye dönmüş, geçme çabalarımıza bakarken sevgiyle, karşılıklı güldük...

İşte tam o anda, aşina sözcüğünün yine pek çok tanımını (Bildik, tanıdık, bilinen, tanışılan, tanınan...) içererek kullanılabilecek şekilde bir geçişli an yaşandı.
Derin çizgiler ile dolsa da o yüz, beden eskisi kadar dik olmasa dahi, gözlerinin içi hep sımsıcak bakan bir şefkat olan bir çift göz, bedenle bütün olarak, her zerresi ile birlikte gülümsemeye dönüşüp gülümsedi ve beden selamladı incelikle ve ses o kadar yakın biriymişim gibi "Merhaba!" dedi.

İnanmayan inanmayacaktır bu doğallığa, ama ben hiç şaşırmadım. Çünkü arkadaşımdan kayan gülüşüm o şefkat bakışı ve incecik gülümsemesine değmiş, takılmış ve "tanıyorum, kesin tanıyorum!" duygum ile çarpışmıştı. "Tanıyorum!" kısmı kazanmıştı "Kimdi?" sorusunu içeren saniyelik karşıtını ezerek.

O hemen bu çatışmayı anladı ve "Yanılmıyorsun, o benim işte!" dercesine, o kadar içten "Merhaba!" dedi ki onun selamına karşı aceleyle yetiştirdiğim "Merhaba!" sözcüğüm ancak biz yan yana geçme halini geçtikten sonra havada buluştu, yüzlerimiz görmesek de bildik ki aynı sevecen gülümsemelerle genişledi ve gülümseme öyle yayıldı ki mekâna, kalabalık sokak bile gülümser oldu neredeyse ve o güzel duygular o an yolun iki yanına da geçen insanlarca da açıkça hissedildi...

Yanımdaki genç bir hâkim kardeşim dönüp "Burada da mı tanıyorlar sizi?" diye takıldı.
"Kim olduğunu görmedin mi?" dedim... Görememiş...
Çok sevdiğimiz bir aktör dedim, çok sevdiğimiz karakter oyuncusu. Adı uçup gitti o an için aklımdan. Ama bazı insanları adı değil bize kalan yankısı tamamlar bazı sözlerin. O sözler dökülüverdi dudaklarımdan.
"Sevgi emekti!" dedim... " Sevgi emekti!".

O kadar doğal bir merhaba ile geçtik ki, dönüp, bakmak, durmak, konuşmak olanağı olmayan "o yolun ortası" her gün merhaba diyen ve kocaman kocaman gülümsemeler ile gözleri, yüzleri dolan insanlarmışız gibi eklendi an ve anı dağarcığıma.

Üstelik biz ondan biraz önce de 'Neşeli Günler' filmindeki ailenin, sevginin değeri yanılsa da insan yıllarca, sevgi kazanır yürekler bir araya gelince diyen o filmdeki 'Asri Turşucu' isimli dükkan içinde gezinip, önceleri gülerek, sonra büyük bir özlemle, neredeyse gözlerimiz dolarak izlediğimiz Yeşilçam Filmleri içine kaçıp yaşamaya hazır hale gelmiştik.

(Sevgi emekti sevgili Ahmet Mekin. Bunu bize iyice belletmiştin. Yıllardır o tek bir kısa cümlecik bize insanın emeğinin değerli, sevginin emek, emeğin sevgi olduğunu o kadar güzel anlatmış, yaşatmış ki, yaşarken, hiç umulmayan bir anda karşılaşılsa bile yabancılık çekmeden o emeğe, o sevgiye "Merhaba!" dedirtiyormuş insana...

Bu nasıl da güzel bir duygu, biliyorsunuz siz zaten... İfade edecek sözler yetmiyor diye düşünsem bile... Hepsi için "Merhaba güzel yürekli insan!" diyorum, o kadar güzel yaşadın ki o rolü, biz o rolün emek, emeğin sevgi olduğunu bilenler seviyoruz seni. Haberiniz hiç olmasa da yazdığım bu an, anı ve içindeki iyi duygular doğrudan, ulaşacaktır iyilik, sağlık dileklerim ve içten bir merhaba ile, her gününüze.)

Sonra Şişli Camisi niye ünlü, gördük, çelenkler dolu bir ünlü cenazesi için ikindi namazı sonrasında alıp mezarlığa taşıyacak olan akrabalar, yakınlar, tanıdıklar kalabalığı dolu avlu içinde.

Ben o ana kadar üç ayrı mekânda astımın bana son yıllardaki armağanı birdenbire ter içinde kalıp, değiştirmezsem yataklık hastaya dönüşeceğim kaygısıyla taşıdığım yedek giysilerden üçüncüyü de tükenmiş görünce, sorana ucuza aldığımı söylemeden "Nişantaşı'ndan aldım!" cümlesini olanca havası ile söyleyebilirim işte demek üzere aldığım pamuklu penyeler ile değiştim üzerimi.

Gezinin sonraki aşamalarına üç katedral ve kilise içi, dışı kalmıştı gezilecek. Yoruldum.

Diğer arkadaşlarım giderken ben başka bir arkadaşımın ablası ile tur otobüsü içinde kalmaya karar verdim ve onunla beraber, uzatıp ayaklarımı dinlendim. Tarlabaşı semtini bekleme alanı seçmişti sürücümüz... Çevredeki minicik, en fazla iki katlı, eskilikten yıkıldı yıkılacak görünümlü dükkanların vitrinleri her boyda çıplak cansız başlı, başsız, tüm, yarım, kadın, erkek, çocuk manken doluydu... Mağazalara manken üreten atölyeler demek orada topluca tutunuyorlardı içlerinde üretmeye çalışan o fukara işçilerle. Kazanan hep emek değil sermaye, çalışan değil çalıştıran oluyordu, yakından gözledim yine.

Akşam yemeği için seçilen lokanta adı herkesçe bilinen Nevizade Sokağı içinde.

Meyhaneler Sokağı... Mekanlar iç içe... Dolu... İnsanlar... İnsanlar... Müzikler karışıyor bir diğerine. Kim bilir kim neşeli, kim kederli... Henüz zaman erken, ayrışma belki olacaktır, ancak elbette ki yeterince dem alınca gece...

Döndük sonra...

Giderken buluştuğumuz yere bıraktı bizi araç, oradan da üşenmeden gittiğimiz kırk dakikalık uzaktaki Gebze'ye... Eşim sıcak tutmuştu çayımı. Huzur da eklendi o saate. Günü güzel kılan dostlara eklenen bir gülümseme ve merhabanın sıcaklığı da eklenince uzun zamandır sadece birkaç saat olan ve ancak geziler yüzünden ayda bir kez sekiz saati bulan derin uykulardan birine geçtim...

Masumiyet Müzesi bir gelir kapısı olarak devleşirken karabasana dönecek rüya "Sevgi emekti" diyen o film karesine geçiyor ve huzur yayılıyor, yayılıyor, kocaman ve ışıklı bir gülümsemeye dönüşüyordu uyuyan bedenimde.

Gebze, 18.11.2017. Ünsal Çankaya

AKATALPA 
Aylık Şiir ve Eleştiri Dergisi.
Ocak 2018, Sayı:217


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kisa-bir-hukuk-dersi-kimin-malini-kime.html

KISA BİR HUKUK DERSİ - KİMİN MALINI KİME VERİYON AĞAM?!

Miras ölenin yakınlarına ya da seçtiği kişilere saklı payları olanların itiraz hakkı baki kalacak şekilde vasiyet edebileceği tüm mal varlığı haklarına denir.
Tereke olarak anılır ölümden sonra mirasçılara kalan mal ve hakların tümü. Vasiyet yok ise nasıl ve kimlere geçeceği de anayasal güvencede medeni yasanın miras hukuku kitabında açıklanmıştır… Vasiyet var ise onun geçerlilik ve kesinleşmesi de aynı kitaptadır.

ATATÜRK ölümünden kısa süre önce vasiyetini yapıp, noterde onaylatmış ve bu vasiyet yasalarda yazıldığı usul ile mahkemede açılmış, itirazsız da kesinleşmiştir.

Miras, itirazsız kesinleşen vasiyet, hukuk devleti…
Bu kavramlar içeriği kitaplar dolduran hukuk sözcükleri, siyasal sözcükler, medeni sözcükler, anayasal sözcükler…

Tüm bunları hiçe saydıracak yeltenmeyi yapabilmesi için muktedire ve tek adama iki dudak arasına tüm ülkenin kaderini verenlere de vereceklere de yazıklar olsun…

Çünkü hukuk devletinde yukarıdaki paragraf yok hükmünde bir şeydir… Ancak tek adam iktidarında olur ağızdan çıkanı emir saymak, kanun saymak…

Atatürk’ün İş Bankası’nda kendi şahsi malı olarak hissesi vardır. O hisselerin yasal “temettü” denen geliri…
O gelirin sonsuza kadar yararlanmasını vasiyet ettiği iki kurumu da ülkenin dil ve tarihi için kendisi kurdurmuştur zaten…

“Millete mal edeceğiz!” diyorlar ya… O vasiyetin bedelini ödeyecek kadar kimse zengin olamadı daha…

Kamulaştırmadığın ve bedelini peşin ödemediğin hiçbir özel mülkiyetteki malı kamuya mal edemezsin diyecek bir muhalefet gerek… Ülkemizde muhalefete destek olacak kadar bilinçli yurttaş da vardır umarım…

Bundan önce iki kez daha yeltenme oldu aynı hevesle… Ama Anayasa Mahkemesi “vasiyete dokunamazsınız!” diye verdi cevabını vasiyete konu o hisselere, gelirlere el koymak isteyenlere…
Hisseler ve değerlerinin İş Bankası tarafından nemalandırılması gereği ve oluşan gelirin de sözü geçen iki kuruma ödenmek üzere idare ve denetiminin banka yönetiminde temsil yoluyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin ödevli olduğu iki kez daha tescil edildi yasalar uyarınca…

Ama o kadar emin gibiler ki bu defa Anayasa Mahkemesi’nden bir tokat gibi dönmeyeceğinden… Millete mal ediyoruz yalanı ve hamasetiyle “yerel seçimlerde beklenilen oy için” bir kez daha yeltenmeye kalkışılması o yüzden… Bu aralarda her yapılanı onay ile iktidara gizli ortak giren heveslilerin desteği de aynı oy hevesinden…

Lafta değil gerçekte hukuk ülkesi olmak için insanların birey olması gerek, tebaa değil, kul değil, kıl değil…

Hukuk kendi halinde, öylece, içi boş bir söz değil gerçi, ama içi adaletle ve adaleti gerçekten istemekle dolduğunda devlet hukuk devletidir… Değilse ona hukuk devleti denmez, kabile devletidir o ve padişahlık, krallık gibi herkesin canı malı tek kişinin sözüne tabidir o ülkede…

Hukuk devleti olmak öyle özel bir şeydir ki o devlette herkes canından, malından emin, güvenlik içinde yaşar, öncekilerin öyle yaşadığını, kendisinin ve evlatlarının da öyle yaşayacağını bilir.

Mal ve canının sağ iken de ölümünden sonra da haramilerce gasp edilmeyeceğinden, yeltenen olduğunda da en ağır cezanın verileceğinden emindir.
O nedenle kasten gözü yaralama eyleminin cezası görece az, gözlüğü gasp eyleminin cezası ağırdır ve yargılanmaları bile farklı ağırlıkta mahkemelerde yapılır…

Bu millet ne zaman atasının vasiyetini çiğner oldu böyle?
Kendi atasının vasiyetine kıyamayan millet nasıl cesaret verir devleti kuran ve bu milletin atası olanın vasiyetine saldırılmasına…

“Kimin malını kimden alıp kime veriyon ağam?!” diyecek mi halkımız bu hevese?

Ah! Nasıl da karşılıksız bir umut…

Gebze, 17.10.2018, Ünsal Çankaya.
Gazeteafyon.com, 28 Ekim 2018

https://ayisigindan.blogspot.com/p/bir-ani-yasamak-bellekte-saklamak-gunde.html

BİR ANI YAŞAMAK-BELLEKTE SAKLAMAK-GÜNDE YAŞATMAK


Yıllardır aklımda olan bir şiirin peşine düşüp, söz yazarı olarak “Artık yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da!” diyen o sevilen şarkıya eriştim önce, sonra şairin adına.

Sonra bugün Türkan Ateş'e ait iki kitaba kavuştum nihayet. 

1965 ve 1968 baskı iki incecik kitap. İlki ‘Tedirgin Gerçek’ (Ki “Artık yeşerecek bir dalım yok” şiiri bu ilk kitapta) ve ikincisi ‘Bütün Yenilgilere Alkış Tutulsun!’

Sahaflar dışında birkaç şehir kitaplığında yer aldığı bilgisi veriyor internet arama motoru Google.

Kültür Bakanlığı arşiv kaydı hakkındaki bilgiler aranınca bulunuyor Google üzerinde... Deneyen bilir.

Edirne şehir kütüphanesinde kaydı var madem… Önce orayı yoklattım... Devlet kaydı ve sanal dünya öyle biliyor, ama kitap fiili olarak o devlet kütüphanesinde yok. 

Diğer kütüphaneler için yazışmaya uğraşamadım ve üstelik üşenmeden, hatırım için oralarda gidip bakacak, içinde aklımdaki dizesi olan şiirin fotokopisini ya da fotoğrafını çekip bana yollayacak meslektaş da tanımıyorum. Bu yüzden kitapçıma gidip, sahaflardan getirtmesi için sipariş verdim.

Sonra siparişimi yapan kitapçımdan öğrendim ki...

Böyle az bulunur her türden eski kitaplar yürüyormuş kütüphanelerden...

Tabi kendi kendine değil, okuyup, beğenen birilerinin çantasında ya da ceplerinde. Resmi kütüphane kaşesi, okur bilgisi filan hep belli... Ama kitap artık yanında götürenin elinde de durmuyor sanıyorum, sahaflara satılıyor uygun buldukları bedeller ile… İşte ondan sonrasında zaten az sayıda baskısı olan kitapların ederi alıcısı, meraklısı çıktığında bir küçük servet değerinde...

Bu kütüphanelerden yürüyüşlerin çözümünü devlet sahaflardan ederini ceza olarak tahsil etse, azalır diye düşündüm kendimce... Hani yürütüldüğünü hemen fark eden ya da kütüphanelerden kayıtlı alıcılar için düzenlenen fişlerde iade zamanı olur ya iade günlerini tam zamanında kontrole emek veren çalışanlar olursa… Gerçi iade edilmeyen kitaplar için öngörülen yasal ceza o kadar az ki… Tahsil için resmi yazı yazmaya bile değmez, posta gideri onun çok üzerinde. Hem niyeti sahiplenmek ya da pahalıya satmak olan kişi cezayı severek öder kurtulur ve kitap da ona kalır dedim araştırınca…

Neyse... Ben niye aradım bu kitapları asıl onu anlatacağım.

Bir şiir yüzünden aramaya çıktım bu kitabı...

Çünkü bir nedenle lise yıllarındaki şiir okuma yarışımıza gitti aklım…

Benim okuduğumu bulmak kolay, ben okudum, içinde yer aldığı kitap da halen bende, üçüncü olanı hiç aklımda tutmamıştım ama okunmasıyla ikinci olan şiir bir dizesiyle hep belleğimin bir yerindeydi nedense… İşte onu da anımsadım aklım yarışmaya gidince. Ama o dizeyle bir kitaba ulaşmayı onca yıl başarmak mümkün değildi… Aramayı da arada aklıma takılsa da başaramadım. Ama birçok şiir kitabını okurken o dizeye rastlamayı umdum ve ama elbette iğneyle kuyu kazmak bile kolay ondan, hiçbirinde rastlayamadım.

Bulunca baktım ki aslında aklımda aramama neden olan o dize de alıntı galiba…

Çünkü şiirin tümünde baktım, birkaç yerde tam yazdığım şekliyle geçiyor ve “Üst Üste Vurulmuşlar Meyhanesi” hep tırnak içinde. Demek ki dedim o şiir ya da dize aslında başkasının... Ama artık o şiiri aramayacağım. Çünkü aslında aradığım şiir içinde yer aldığı… Yeni bir takıntı fazla olacak, farkındayım.
Belki o yıllarda kütüphanelere girmeyen bir şiirin alıntı dizeleri onlar, belki gazetelerin şiir köşelerinde yayınlanmıştır sadece. Şairi ve şiiri sadece Türkan Ateş tarafından malum, bize ise meçhul bırakılan bir dize… Madem ben asıl aradığımı buldum, yetinmeli artık onunla.

Arkadaşım şiiri kısmen erkek okuyuşuna değiştirip; örneğin şiirdeki ‘şehzadem' seslenişlerini kadınım, sevdiğim filan yaparak okumuş sanırım... Okulumuz şiir okuma yarışında ikinci olan arkadaşımı sanal dünyada arayıp bulunca bir baktım ki o artık hayalini gerçek eden bir tiyatrocu olmuş. Televizyon dizilerinde de epeyce yer almış, ben hiç denk düşmemişim ya da isimlere dikkat kesilmemişim demek.

Aslında ona sordum ilk olarak, o şiir kimindi anımsıyor musun diye…

Anımsamıyordu, kendi eklediği dizeler olduğu dışında tabi…

Yine neyse diyelim de geçelim sonrasına.

İşte benim aklıma takılan bir şey için ne kadar uğraştığımı o da anladı bu yazışma sırasında…

Hem de üzerinden geçen zaman az değil, çeyrek asrı geçeli epey oldu ve o da kaç yıldır aradığımı biliyordu, bulduğumu bilse şaşardı, duysa sevinirdi eminim dedim. Bulduğumun haberini, yazarın adını, kitabın ve şiirin adını ona da yazdım; onun için önemli değildi haber. “A… İyi!” dedi sadece.

Kırk yıl önceydi işte o yarışma… O yaşlarımızla… Afyonkarahisar Halk Eğitim Merkezindeyiz yine.

Tüm öğrenciler, aileler ve yakın sokaklarda oturup, oradaki etkinlikleri takipte gedikli mahalleliler.

O yıl ‘Mustafa Kemal'in Sofrası ‘başlıklı Attila İlhan şiiri ile ben birinci olmuştum...

Şiiri, okumayı seviyordum. Yazma denemelerine de zaten o yıllarda ve belki daha da öncesinde başladım da onlar o eski okul defterleri ile yitip gitti kira evlerinden taşındıkça…

Ben o şiiri çok güzel ve severek okumuştum...

Çünkü ilkokul yıllarında, yaz tatillerinde dedeme gazete okuyarak başlamıştım yüksek sesle ve anlaşılır ve yaşar gibi okumaya. Hem de okumayı öğrendiğimden beri okullarda şiir okumalarında seçilmem olağandı sanki, özel günler anma ve kutlamalarında sahne almak dışında orta okulda koro çalışmasına, lisede ise o yıl tiyatro koluna katılmış; ses kontrolü, sözlerin anlaşılırlığı için çok küçük yaşlardan beri epeyi alıştırma olanağı bulmuştum… Ama asıl sevdiğim şiir onca yarışma şiiri arasında onun okuduğu olmalı ki aklımda kalan da yine ondan bir dize olmuştu… İşte tam kırk yıl sonra ben o şiiri buldum. Adı ‘TEDİRGİN ŞARKI’ imiş o şiirin. Benim çabam ve sonucu önemli haberdi benim için.

Haberi duyurmalı dostlara ama nasıl, bilemedim. Kimsenin uzun yazılar okumaya vakti yok artık, ama şarkıyla beraber bir bilgi paylaşımı iyi olur dedim, Facebook sayfama şarkıyı ekledim, altına kısa bir not, o notta çoktandır aradığım eski bir şiiri fazlasıyla bulduğumu yazdım...

Çünkü asıl kitabı ve ikinci bir kitabı bile buldum aynı şairden. Sonra oturdum bir an, bir anı nasıl yaşanır, yaşatılır diye sordum kendime. Yaz dedi içim. Yaz ki belgesi de kalsın sonraya, çünkü insan aklı nisyan ile maluldür. Yazdım işte. Olmuş değil mi? Kırk yıl öncesine gideceğiz çünkü birlikte... 

Biz kırk yıl önceye gidince… Yaşımıza yakın iki kitaplık şiirle de buluşmuş olacağız böylece…

Gitmişken anılarda gezinir, dinlenir, düşler kurarız belki şimdiki güne.

Ama okudum da kitapları, şiirleri hem de bir solukta, her şiiri hüzün, ki ne çok hüzün!

Sanki o yıllarda daha naifmiş sevdalar, sevdalılar ve sevdasını yazan güzel kadınlar.

Bu sav için kanıt mı istersiniz? Neden olmasın!

Ben daha okurken inandım, yazarken sağlamasını yaptım savın.

Muhayyer Kürdi bir şarkı olup ölümsüz kılınan o şiirin şarkı olan sözlerini paylaşayım kanıt olarak.

Bestesini yapan o çakır gözlü besteci Necdet Tokatlıoğlu’nu da anmış olalım.

“Artık yeşerecek bir dalım yok. /Yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da
Üç günlük ömrümü bir günde yitirdim. /Yarınlar gelse de hoş gelmese de
Paydos mutluluğa paydos artık. /Kaderim gülse de hoş gülmese de
Üç günlük ömrümü bir günde yitirdim. /Yarınlar gelse de hoş gelmese de.”

Gebze, 2.2.2016. Ünsal Çankaya
SOLİTİRAZ.COM, 27.6.2018, 


https://ayisigindan.blogspot.com/p/bir-sair-daha-gitti-o-bilinmez-ulkeye.html

BİR ŞAİR DAHA GİTTİ O BİLİNMEZ ÜLKEYE

Ahmet Ada anısına.

Yedi yıl önce yazdı kitabını kendisi; 'Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi '
Belki çokça yok sayılmak zoruna gitti. Ya da yok sayılmak çokça zoruna gitti
Kim bilebilir şimdi, iki yıl var ki o şair de bu dünyayı bize terk edip gitti!

İlk iletişim sanal dünyada şiir sitelerinde okuduğum şiirleri sonrası Facebook üzerinden arkadaş ekleyerek oldu. Sonra ona bir ileti yolladım 26.09.2009 tarihinde. 
Yolladığımda şöyle yazmışım: “Merhaba Ahmet Bey; Facebukta rahatsız olup, evde tedavi gördüğünüzü yazmışsınız. Öncelikle geçmiş olsun dileğim var. Umarım tez zamanda şifa bulursunuz.
Şairler kendi şiirini başkası seslendirince ne hisseder bilmem... Benim şair olmadığım ayrı -yazmaya çalışıyorsam da- ama yazdıklarımı arkadaşlarım okuduğunda iyi hissediyorum… Hele de severek okumuşlarsa… Hele de tam yazdığım duyguyu vererek…. Bir bloğumda saklıyorum onları. Kimisi yayımlandı, kimi henüz şiir bile sayılmaz.
Neyse, yazış amacım şu, eğer izniniz olursa… Benim sesimden kayda aldığımız yedi şiiriniz var... Bilmek istersiniz, dinlemek istersiniz diye düşündüm… Umarım beğenirsiniz… Bir de kendi sesimden, bana ait bir şiiri yollayayım, değişiklik olsun diye :))
(Mp3 kayıttır hepsi, ayrı bir klasöre indirirseniz kaybetmezsiniz bilgisayarın içinde kayıtlı binlerce şarkı, şiir ve bilginin derin dehlizlerinde.)
Bu ülkenin bir başka köşesinde şiirinizi okuyan bir hâkim var, o okurken yurdun bir başka köşesinde dinleyip, kayda alan başka bir hâkim ya da avukat var, yani Elazığ'dan Karşıyaka'ya kadar sesimizi duyurduğumuz dışa kapalı küçük bir radyo ağımız var on beş hukukçu... Kayıtlar profesyonel değil tabi. Ben Gebze'deyim...
Size yeniden geçmiş olsun diliyorum… Sevgi ve selamlarımı yollayıp selamlıyorum Şair dostumuzu, yüreğine sağlık dileğimle…”
Sonra giden iletide eklerin sadece üçünün olduğunu görüp yeniden yollamışım ve ulaştı mı diye de sormuşum ve bana yanıtı yayımlanan kitaplarının listesini eklediği bir teşekkür iletisi oldu… Bir de sadece ikimizin yazışmasında kalmasın istediğim teknik ve etik bir bilgi… Uğraşıp, didinip gerçeği ortaya çıkaramadığı ve ona mal edilen bir şiirin varlığından duyduğu rahatsızlık. Bu sanal dünya kolaycılığı-kapkaççılığı hepimizi rahatsız etmiyor mu? Yani aslında o şaire, o yazara asla ait olmayan şiirlerin ününden yararlanıp onun adına yaygınlaştırılması… Tamamen kötü amaçlı bir kirlilik… Hani “ama gazeteler yazdı” güveninden “yandaş medya pespayeliğine giden bir kirlenme gibi internetteki durum da… İnternet deryasında düzeltilmesine ve temiz bilgi yaygınlaşmasına bir yazılı katkım olacak ondan aldığım yanıtı paylaşmakla. 
“Sevgili Ünsal Çankaya,
İletileri aldım. Çok teşekkür ederim. Emeğinize sağlık. 'Sevdaya İlişkin' şiiri benim değil. Ötekiler benim şiirim. Benim olmayan şiir İnternette yanlışlıkla bana mal edildi. Lütfen silin onu. Kimin olduğunu da bilmiyorum
Hangi kenttesiniz? Kitaplarım yayımlandı. Onları yazmıştım.
İnternetten değil, kitaptan okursanız daha iyi. İstanbul’sa yaşadığınız yer Mephisto’da bulmanız kolay...” 
Daha sonraki yıllarda o birkaç sayfa daha açtı kendine, sürekli takip ettim paylaşımlarını, o da takipte kaldı sayfamı. Yeni çıkan kitaplarını duyurdu bize… İşte o kitaplardan birinin adı insanın kalma isteğini sorgulatıyordu kanımca… Bunun üzerine bir tür yanıt olarak bir şiir yazdım.
Geçmişte kendisine de sanal iletiyle ulaştırdım, bir dergiye yollarım diye açığa koymadığımı da belirttim ona. Sonra birkaç sayı sonrasında kapanmış olan bir dergiye yolladım – Dergi adını şimdi yazmayayım, ama yanılmıyorsam o dergi yayın kurulundakilerce "Yok sayılan biri" olduğunu bilmediğimden yayımlanmadı, unutuldu ya da yok sayıldı ya da belki hiç bilemediğim bir nedenle yanıtlanmadı o iletim. Sonra o bilgisayar göçtü, insan yazdığı neleri yitiriyor böyle sanala yazdıkça dedim… Neyse ki ileti geçmişinde yollandığı tarih ile duran bir şiirdi o şiir. Üstelik de sadece o tarihte henüz okunmayan ama yeni kitabının adı için bir şaire adanan bir şiirdi.
Ölüm yıldönümü gelince o şiiri ve derginin kapanmış olduğunu, orada yayınlanmayışını, iletimin yanıtlanmayışını… Benim bir şiirim vardı diye anımsadım ve ileti geçmişinde arayıp buldum onu.
Her şair ya da yazar için kimliği hakkında ve şiiri hakkında yargıyı tarih ve okur verecektir elbette. Anımsayarak ya da unutarak. Ben kişisel olarak unutmayanlardan olmalıyım dedim. 
Herkese olduğu gibi, her zaman olacağı gibi tarih keser bileti; anılmaya, unutulmaya. İnsanı yaşarken bir kesim insanın yok sayması umursuyorsa bu konuyu eğer o insana en büyük ceza olmalı. Ahmet Ada sanal dünyada izlediğim o tartışmaları ve yok saymaları umursadı mı bilmiyorum, tanışmadık gerçek dünyada. Soracak denli yakın değildim ki sanal dünyada.
Bir dergiye yollayınca başka bir yere göndermek istemediğim için arşivime kalan o şiirimi koyuyorum aşağıya ilk şiir olarak.
Adına ithaf etmiştim zamanında, elbet bu kez 19 Mart ölüm yıldönümünde gerçekten anısına olacak, bir başka şiir daha ekledim anmak için ilkinin yanı başına. 
Bir dosya yapılırsa ardından, seven ve anan dostları ya da edebiyat tarihine kalmalı diyen bir edebiyat insanı saklarsa dergisiyle, hakkında yazılanları toplayan bir başkası bir kitap yazarsa “hangi şiir aslında onun değilmiş” konusundaki yazışmamız ile benim hissettiklerim de içinde yeri olur umuduyla yazdıklarım yazılı bir dergide kalsın istedim bu nedenle.

Şairin gittiği yer ışıklı olsun, rahmeti çok olsun diliyorum.


ADA' YA DÖNMEK
( Ahmet ADA' ya saygıyla)

Nasıl güzel bir sesi var şiirde
Sakladığım
Sesime.

Yüreğime ışık veren
Şiiriyle bekliyorum zamanı
Geçiyor, geçip gidiyor üstelik
Ellerinde kaç ülke, kaç dil, kaç müzik var
Anladığım, unuttuğum, konuştuğum, yazdığım.

Kalan bir sonbahar, bir yalnızlığım
Üçüncüsü ben.
Nasıl da öksüzüz böyle hepimiz.

İnanması zor, ama gerçek
Kırlangıçlar gidince oluyor bunlar
Kırlangıçlar gidince.

Unutuşu oynayalım,
Sırayla masal anlatalım,
Kandıralım kendimizi, kandıralım zamanın ellerini,
Kandıralım yağmurları, karları, tüm poyrazları,
Kandıralım "Bir Ada Hikayesi" yazan Yaşar Kemâl'i
Su içsin karıncalar.

İnandıralım "Ahmet Ada var mıydı" diyen şairi
Vardır öyle bir Ahmet, dili hiç geçmeyecek
Ve ömrüne bereket.

Şiirini okuyalım sırayla,
Yenelim korkuları, yenelim karanlığı,
Yenelim ormanları, gölgeleri, dağları saklayan zamanları
Nasıl da üşüyoruz böyle hepimiz.

İnanması zor, ama gerçek
Kırlangıçlar gidince oluyor bunlar
Kırlangıçlar gidince.

Haydi adaya dönelim, hepimiz, adaya,
Nasılsa biter mevsim
Döner gün, devran döner,
Isınırız.
Güneş olsun içimiz "kırlangıçlar dönünceye dek".

Gebze, 30.1.2011.

ÖLÜM ve ADA

Kalabalık ortasında ölüm belki kaybolmaktır,
Belki gitmek yalnızlığa, belki varmak son adaya.
Kabalıktan tiksinmektir, yaralanıp, çok incinmek,
Kırılmaktır sır tutmayı bilmeyen kör aynalara.
Kaybolmazken kuytularda, titremek dil ayazında.

Gerçek göreceliyken, algı yönetilirken
Kendi fırtınasında herkes kendine ada.
Hoyratlıklarla dolu yıkılası dünyada
Bir yudum su gibidir ulaşılan mutluluk
Yitiriliş ardına aramaktır, daima.

Oysa ruhunu kurtarmak yetmeliydi insana
Düşmana yenilmeden, yanılmadan dostuna.
Çünkü ada yalnızlıktır sonsuzluk arayana
Ölüm yatağını sunar az hüzün çok umutla.

Gebze, 19 Mart 2018, Ünsal Çankaya

EKİN SANAT Edebiyat ve Düşün Dergisi,
Temmuz-Ağustos-Eylül 2018-Sayı:150,151,152


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kadina-siddet-suctur.html

 KADINA ŞİDDET SUÇTUR!

Kadına Şiddet suçtur.
Yaşam hakkına saldıran her eylem suçtur aslında.
Kasıt ile, ihmal ile. Söz ile, işaret ile. Davranış ile.

Tüm insanlara, hayvanlara şiddet suçtur ve suç tanımında asıl olan, öz olan budur elbet.

Kadına şiddet suçtur diye alt başlık açmanın nedeni en fazla mağdur olanın, maktul olanın kadın -yaşı büyük, küçük, çocuk ve bebek hali dahil- olmasıdır.
Kaba kuvvet ile, cinsel saldırı ile öldürülen ya da bu şiddet türlerinin mağduru olan kadınlar yılda bir gün "ana", bir gün "sevgili", bir gün "emekçi" olmanın sahte kutlamalarına muhtaç değildir.

İnsan olan her zaman insan sayar kadını. Her alanda eşit sayar varlığına, benliğine.
Yazarken de yaşarken de ayrımsız ise yüreğiniz diğerkâm olmayı bilenlerdenseniz eğer tamdır insanlığınız.
Değilse bencillikle sakatlanmıştır muhteşem varlığınız.
Derhal silkelenip, arınmalısınız ki insan kalabilesiniz insan yarınızın yüreciğinde.

Çünkü bencillik bir şiddet türüdür.
Kadın ve erkek bencil olabilir, ayrım yok bu nedenle.

Birlikte yaşanan yerde, bulunulan ortamda diğerinin haklarına saygı duymak ve kendi sınırında kalmak yerine dışına çıkmak, herkesi ve her şeyi kırmak, dökmek, horlamak, zorlamak ve sadece kendini hak sahibi saymak zorbalığın bir türüdür çünkü, adına bencillik dediğimiz.

Dünya emekçi kadınlar günü bir anma günüdür tüm dünyada haksızlığa, ayrımcılığa, şiddete maruz kalarak ölen onca kadını.

Tüm bencillikleri kimden gelirse gelsin reddederek.
Emeğiyle var olmaya çalışan kadınlar arasında olmanın onuruyla...
Anlayan ve bilene, yüreğiyle insan olana, insanı insanlıktan çıkaracak hoyratlıklardan uzak duranlara selam ile.

Gebze, 8.3.2018, Ünsal Çankaya.
4 Nisan 2018, SOLİTİRAZ.COM


https://ayisigindan.blogspot.com/p/teror-kader-degil.html

TERÖR KADER DEĞİL!

Ülkenin dört bir yanında yine hortlamaya başlayan terör… Sınır içinde ve sınır dışında…
Biter, bitirilir bir gün.
Bittiğini görmek dileğimi en başa yazıyorum.
Yaşımın çoğunu ülkede terör tırmanışlarını görerek, duyarak ve hissederek, ölümlere üzülerek, niye çözülemez acaba diye düşünerek yaşadım… Evladımın da (evlatlarımızın da) aynı sorularla, aynı kaygılarla sürmesin yaşamı (yaşamları), bitsin bu terör diyorum…
Evlatlarımız ve gelecekleri, düşleri kıyılmasın terörün makinesinde, biçilmesin hızarında.

Terör elbette biter.
Terörden beslenenlerin aşı- ekmeği kesildiğinde. İkiyüzlülerin tavşana kaç tazıya tut demeyi bırakması sağlandığında. Mutlaka biter.
Ama sadece hukukla biter, hukuksuzlukla değil.

Her yıl sadece varlığını, kötülüğünü kınamak, terörü lanetlemek üzerine yazmak gerekmeyen, barış dolu bir dünyada yaşamak varken yaşayamadığımız gerçeği var ortada ve bu çok ayıp iken, biz her güne terör kınayan yazılar yazar hale geldik. Akıl ve izan diliyorum bizi bugünlerden sağ salim geçirmek üzere hizmete talip olup devlette her kademede görev icra edenlere.

Terörün dini, imanı, insafı olmaz diye yazmıştım üç yıl önce. İşid terörü can yakıyordu ülkede.
“Masum insanlara... Din adına...Hay Allah! Nasıl Müslüman bunlar?” diye sormuştum o zaman.
Bir terör dehşetiyle sarsılınca aklımıza, kalbimize düşen ilk sorular, ilk yargılar bunlar! 
Ama terör bu!
Nasıl da şaşırıyoruz böyle, nasıl unutturuyorlar bize adlarının anlamını onları kinle, kanla doymak üzere besleyenler! Nasıl unutuyoruz hepimiz terörle ilgili kavramları, sözcükleri, insanlığın belleğindeki yargılama sonucu onlara konulmuş olan isimleri, anlamını...
Terör tanımında zaten bunlar var; düşman ile nizami savaşan ordudur, gayri nizami kuralları da olsa, niye düşman olduğu bile anlaşılmayan ve düzenli ordu, silahlı polis, haksızlıkta esas sorumlu, sorunlu ayırmadan, çoluk, çocuk, bilim insanı, gazeteci, adalet insanı, diplomat (vs. vs..) herkese saldıran ve öfke, korku, kaygı duyuran bir maşaya denir terör!
Her zaman bir bahanesi, her zaman bir destekçisi, her zaman besleyeni olan bir maşa...
Onlar her kim ise sadece onları, yani besleyenini yanıltmaz terör, din der, ırk der, utanmadan insanlık der... Ama kullanıldığı kadar kesindir insanların olumlu anlamlar yüklediği inanç ve kutsal saydığı değerleri, benzeri bir şeyleri kullanarak yaşadığı. Yaşatan, besleyen, kollayan o karanlıktakiler kahrolsun ki canımızı yakanların içimizden birileri olmalarıdır, dünyada ve bizde... 
Hep. Kimi zaman uzaksa da kimi zaman kapı bir komşu!

İnsanlıkları olsa bir cana kıymanın dehşeti ile çoktan delirirdi hepsi, ama değillerdi, ama değiller hiç!
Bunu unutup yine de insaf bekliyoruz hiç değilse uzak dursunlar istiyoruz çocuklardan, kadınlardan, sivil masum insanlardan… Oysa onlar adalet dağıtıcı değil, suçluyu cezalandırma hak ve yetkisi kendilerine toplumsal sözleşme ile verilmiş değil, onlar terörist, terörle, kanla , kargaşa ile doyuyorlar... Unutmayalım!

Maşa olmak onların tek özelliği, o maşayı kullanan, dünyada ve bizde ateşi sürekli canımızla canlandıran, küllendikçe közleri karıştırıp alevlendiren o karanlık besleyiciler kahrolsun ki maşalar sahipsiz kalsın, kullanılmasın dileğimi ekliyorum şuraya.


Terör iki yıl önce Kayseri’deydi.  Oradaki kim bilir nerelerden gelmiş ana kuzularına kıydı. Öldüler bir Cumartesi izni sevincine doyamadan o gencecik kuzular... Sayısı acımızı azaltıp artırmıyor, çünkü biri de bini de bizim canımız, sayısını vermiyorum ölen o yavruların, yaralıların... 
Ölenleri ne düşündü son saniyede bilmiyorum, yaraları iyileşir mi acaba bir izin gününde bile güvenliği sağlanamayan yaralıların... Yaşamları nice olur bugünden sonra?

Analar yandı, kavruldu yine. Babalar sessizce sustu. "Kader değil bu!" diyemedi yine hiç kimse.
Devlet yine, "Hesabını soracağız, analar üzülmesin, o çocuklar ölmedi, şehit oldu, keşke biz de şehit olsak, ne mutlu onlara!" dedi o günden öncekilere dediği gibi, aynı sözler daha sonrakilere de söylendi ve hiç utanmadılar.

Bazı anaların, babaların, kardeşlerin, eşlerin, yavukluların ve çocukların yüreği inanmasa da bu söyleme çoğu kez acısına yanmayı bile çok gören mahalle baskısının etkisiyle dilleri başka söyledi... Sonra sustular yıllarca yanacak yüreklerinin ateşi harlanarak, ateşin koru bağırlarında...
Birden çok hukukçu sayfasında dünkü, bugünkü terör eylemi sonrası idam cezasının geriye işleyecek şekilde gelmesi çağrısı vardı. Dahası yıllar önce kaldırılan idam cezası dahil olmak üzere ağır hükümler istemi ve tüm insan haklarının askıya alındığı bir sürecin çağrısını okudum sayfalarında. 

Hepsine yanıt vermedim elbet. İçim acıyor çünkü bir hukukçudan hukukun evrensel değerlerinden hemen feragat.  Kendini inkâr demek bu, işini inkâr demek. Ama kendi de çocukluğundan beri polis olan babasının işi nedeniyle terör tehlikesi içinde büyüyen, kayıpları o yüzden olan, buna rağmen adalet diyerek mesleğe geçen bir genç meslektaşımın önerilerinin ürpertisi ile ona seçtiği işi, felsefesini anımsatma gereği duydum vicdanımda.

Çünkü önerilerini az bile bulan, ben " Din devleti olmaktan korusun bizi tanrı" derken neredeyse şeriat özlemlerini onun sayfasında izhardan sakınmayanlara hukukçu olarak prim vermemek gerektiği ve hukuk idealini anımsatmalıydım. Serinkanlı, sağduyulu olmak gerektiğini de emekli ve onca yıl uyarılarına aykırı davrananlar hep sözüne gelmiş birinin yaşadığı "Bak dediğime geldiniz, dinleseniz bunlar olmayacaktı" diyen o acımasız yaranın muhasebesi adına.
Sordum; "Bütün olmazları yapıp, sonra da hukuk budur mu denecek yoksa? Devletin diğer birimleri mevcut yasalardan sapmasa, ihmal etmese görevini hukukçunun çare diye hukuktan vazgeçebilmesi dayatılmasa insanlara..." dedim ilk olarak...
Yanıtı:" Anladığı hukuktan konuşmak lazım hâkim hanım. Kısas da bir hukuktur." oldu iyi niyetinden, vatan sevgisinden kuşku duymadığım o genç meslektaşımın.
"Türkiye Cumhuriyeti için hâlâ anayasası hukuk devleti diyor, din devleti olmaktan korusun tanrı.
Hukukçu olmak kolay değil genç kardeşim. Kimsenin anladığı dil değil hukukçunun işi, o ancak hukuku uygulamak işi olmayan, mahalle kabadayısı, külhan bey olanların işi olabilir.
Öfke en çok adalete, kin en çok adalet adamına yaraşmaz... Zarar verir söylemesi bile.
Mecelle hâkim tanımını olsun içselleştirmelidir hukukçu." dedim ikinci yanıt olarak...

İçim acıyor doğrusu çaresizlikten “Önce hemen hukuktan feda edelim!” diyenleri okudukça.
Hukuk kazanımları ve değerlerimizden ayrılmamak gerek, bir an olsun ayrıldığımızda, feragat ettiğimiz her hak ve kural için kazanan biz ve ülkemiz olmuyor aslında, daha o anda ve her defasında yumruk yine iniyor doğruların başına...

Bu ülkede terörle mücadele dahil yasal düzenlemede eksik yok.
Fazladan (Şimdi sözde kalkmış olan) olağanüstü hâl uygulaması var da... Eksiklik terörü önleme görevinde... Ya bilgisizlik, deneyimsizlik ya ihmal ya kasıtla.

Bu görevi yapmak, denetlemek ve sonuca ulaşmak devletin, devlet adına görev yapan tüm yasal birimlerin. Sorumluluk siyasal iktidarda. Aksamadan sürmesini sağlamak zorunda yasalarla verili görevlerin. Aksarsa ama… İşte orada üstü örtülemez hiçbir hatalı eylemin. Eylemi bilerek öyle işleyenlerin hesabı görülmelidir toplumsal vicdanda… Neden aksar eylemler? Neden görmezden gelinir suçlar, suçlular… Nedir görevlileri hukuk dışına çıkmaya iten nedenler; ihtiraslar mı, cehalet mi?
 
Bunun nedenini yargı aşamasında çözmek ve gereğini yapmak yargının işi işte. Bu görevden fedakârlık olamaz, görmezden gelinemez hatalar, bilinçle, bilgisizlikle yapılan aykırılıklar.
Kusur hep içimizde değil tabi, stratejik konumla çıkar umanların cirit attığı bir yer ülkemiz, dünya literatürü kısaca emperyalizm ve karanlık güçleri diyor buna adıyla, sanıyla.
Ülkemiz üzerine oyun oynayanların oyununu bozmak için de görevi var iktidarın, istihbaratın, güvenlik güçlerinin, devlet adamlarının... Onlar o görevi yapsa... 

Bitse bu kan... Bitse anaların yüreğindeki yangın... Ölmese o çocuklar diyorum son olarak!

Gebze, 17.12.2016. Ünsal Çankaya.
Sol İtiraz. Com, 17.12.2016.

https://ayisigindan.blogspot.com/p/o-yurtta-sulh-cihanda-sulh-diyendi.html

O YURTTA SULH CİHANDA SULH DİYENDİ

Büyük Atatürk diyorken kalbimizden söylüyoruz bunu.
Çünkü boşuna değil kalbimizdeki “o büyük kurtarıcımız” diyorken duyulan heyecanı yaşatışı.
Çünkü savaşın ölüm dilini biliyordu. Ama barışın yaşatan dilini de aynı nedenle biliyordu...

Sadece bağımsızlık için savaşılır ve sonra barış olmak zorundadır, çünkü zorunlu olmayan her savaş tüm insanlık için yıkım ve ölüm sonuçları yaratır o bunu çok iyi biliyordu.

Zorunlu olan savaşmaktan hiç kaçmadı... En önde, komuta ederek savaştı.
"Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!" demişti Çanakkale’de.

"Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum" demişti İstanbul’dan ayrılırken.

Kurtuluş Savaşı için Samsun’a ayak bastığında vatanı bu zor durumdan kurtarma iradesi ve kararlılığı vardı, attığı her adımla bu düşünü gerçekleştirmeye yürüdüğünü gördü herkes.

23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis'e ve onun hükûmetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının, istiklâl mücadelesinin liderliğini yapıyordu.

Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması, millî bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu'da bin bir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hâkim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başlamıştı”.

Milletin iradesini kendi hırsları için iki dudağı arasına almak değildi yaptığı, milletin varlığı ve geleceğini için canını ortaya koydu bedel olarak ve milletin iradesine o kadar saygılıydı ki “üç ay ile sınırlandırın” dedi meclisin tüm yetkilerini son zaferi kazanması için verilen Başkomutanlık yetki ve görevini kabul ederken.

Harp Akademisi sitesinde aynen şöyle anlatılıyor ki bilmeyen tarihi belgeler ile öğrensin bu süreci:

“4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesi'nde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.

“Kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Başkanlığına şu önergeyi sundu: "Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu yetkileri fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum".

“Nihayet Meclis, bu isteğinde kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oy birliği ile kabul edildi."

Zaferi umut etmekle kalmamıştı, azimle gerçekleşmesi için hareket etti hep, büyük savaş cephe cephe kazanıldı onun idaresi ve kararlılığıyla... Çünkü ‘Millî Mücadele'nin parolası "Ya istiklâl ya ölüm!" olarak seçilmişti.

“1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile saltanatla hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şâhısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli'de temsil etti. İşte o Meclis, Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir".

Sonra barış gerekli hale geldi. Onun da en güzelini o zamanın koşulları ile becerdi.

“Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı.

Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlılar devrinden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi. "

“Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi".

13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, yapılan bir Anayasa değişikliği ile- Cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.”

“Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılâpların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi. Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay'ın ana vatana ilhakına çalıştı.”

O bizi 10 Kasım 1938’de bırakıp sonsuzluğa giderken unutulmayacak bir şaheser bıraktı bize... CUMHURİYET idaresindeki TÜRKİYE adlı bir vatan... Bir memleket.

“BU MEMLEKET BİZİM” der Nazım Hikmet o büyük destanında… Sahiplenmemiz, korumamız gerek.

Hem zaten insanın ölümlü olduğunu biliyor, hiç ölmeyecek gibi kendi için yaşamıyordu... Bu yüzden de “Benim naçiz bedenim elbet toprak olacak ama fikirlerim yaşayacak” demişti...

On Kasım günü onun için her yıl büyüklerce, çocuklarca şiirler ve anma yazıları yazılır ve okunur...

Tüm bunlar sadece bu yazıları yazabilme özgürlüğü dahil vatanın bağımsızlığını veren, aynı özgürlüğü kadınlara da veren büyük Atatürk’ü anma, ona olan şükran borcumuzu ödemenin bir zerresidir.

Çünkü ona olan borç ancak gösterdiği hedefe ulaşmakla ödenir... Bilimde, irfanda en üst aşamalara ulaşmakla olur... Elbette yurtta ve dünyada barış içinde yaşamak ve bunun için çaba harcamakla olur...

Bu yüzden ülkede iç savaşa varan bu kavga bitsin isterim ben... Elbette terörü son teröriste kadar lanetleyerek. Ama bitse bu kan, ülkemde barış olsa, ölmese çocuklarımız derim... Barış ve sevgi üzerinedir bu yüzden şiirlerim...

Çünkü onu sevmek, çok çalışmak, üretmek ve bölüşmek ve her konuda onu anlamak demek... Yurtta ve dünyada barış istemişse bu en kapsayıcı insancıl isteğinin nedenini anlamak ve başarmak gerek...

Bu yüzden bitse derim resmî törenlerle çocukların mezarlara konması...
Bitse, rahatça gülümseyecektir sonsuzdaki uykuda...
Büyük Atatürk’e şükranlarımla.

Gebze,10 Kasım 2018, Ünsal Çankaya


BİTSE ARTIK CENAZE TÖRENLERİ

Çocukluğuma dönsem, görmesem bu günleri
O küçücük kentimin daracık sokağına.
Oyunlar oynamaya, elbet, yaşıtlarımla
Dönsem çocuk saflığa, en gamsız yalınlığa.

Sabahları andımızla başlasak yine derse
Rolümüz olsa rontta, şiir olsa sesimiz.
Bayram diye coştuğumuz şekerleriyle gelse
Çocuklara armağan hep Nisan'dır, bilinse.

Cumhuriyet dense yalnız bayramı kutlamaya
Spor bayramlarımız Samsun'dan çıksa yola.
Unutmasak 'On Kasım'da' vatanı kurtaranı
Nisan çocuklarından tek yaş o gün süzülse.

Olmasa her gün böyle ülkenin her kentinde bir cenaze töreni
Anaların bağrına kor ateşler düşmese.
Tören yürüyüşünde, marşın cenazesinde taşınmasa tabutlar
Tören giysili erat barış şafaktır, bilse.

Ne çok cenaze marşı ne çok ağıt var oysa, ecel ile ölüm az.
Kan kan ile yunamaz, kandan beslenen onmaz, yazılsa yüreklere.
Bayram gül ile olur, gülmekle olur bayram, yeşerse bilinçlerde
Tören giysilerine renkler kelebek olsa, gönlümüz hep gönense.

Gebze, 4.3.2016, Ünsal Çankaya.
SOLİTİRAZ.COM, 10.11.2018.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/gecmis-olsun-gecerse.html

GEÇMİŞ OLSUN GEÇERSE!

Elazığ ve yöresinde bu akşam "depremi yaşayan" herkese dileğim o ki can yakmadan geçmiş olsun. Can almadan...

Bu ülke deprem kuşağında.
Bunu bilen ve ama asla unutmaması gerekirken 'unutan!' yöneticilerin depreme dayanıksız yapılar yapılmasına izin verme ve kuraldışılıklara göz yumma hakkı yoktur.
Yapanları unutma halkım...
Bugün Uğur Mumcu'nun katledildiği gün... Uyan artık... Uyutanları, kandıranları sakın unutma!

Peki bu ülkeyi 1999 depremi sonrasında idare eden 'basiretli yöneticiler!' tüm önlemleri aldı mı toplanan Dask ve zorunlu kesilen deprem yardımı paralarıyla?
Almadı. Biliyorsunuz... Almayanları sakın unutma!
Yazık oluyor ülkeme.

Ülkemi yönetirken sistemi kendi şeriat özlemlerine taşımak için tüm kuralları hiçe sayanlarca yazık ediliyor ülkeme...
Elazığ ve yakın çevresi etkilendi bu 6.8 büyüklükteki depremden... Daha dün biraz azı Manisa'da oldu...
Kaç aydır ege bölgemiz bilinen küçük değerli depremleriyle bölgenin kaderi olan beşiğinde küçük ve zarif salınımlar değil hoyrat bir elin sarsmasını yaşıyor...
Yazık oluyor insanımıza, yazık.

Geçmiş olsun ile geçmeyen depremler ve sonrasında acılar ve onları kader sanıp yaşamaya çok çabuk alıştırıldık!
Alışmayın!
Hesap sorun insanımızın canını hiçe sayan kuralsızlıklarda, hem yapandan hem denetleyecek olandan hem göz yumandan hem de siyaseten oyunlarla deprem gerçeğini unutup, deprem paralarını siyasi emelleri için harcayanlardan.

Geçmiş olsun Elazığ!
Çok can kaybı yaşama dileğim ne kadar karşılanır bu kar bu kışta bilmiyorum... Geçerse... Ders alındıysa öncekilerden...
Can ve mal kaybı için önlemler tam, deprem sonrası herkes ne yapacağını biliyor ve onlar da saati şaşmadan yapılabildiyse...
Geçmiş olsun... Can almadan... Can yakmadan...

Öyle olduğunu düşünmek güzel.
Olmadığı gerçeğiyse peş peşe gelen can ve mal kayıplarında... Bunlardan sorumlu olanları bu kez olsun unutma!

Gebze, 24.1.2020, Ünsal Çankaya.

(Facebook sayfamda-aynı gün- ağabeyimin hastaneden çıkıp, Eskişehir'e evine döndüğü de aynı gün.)


https://ayisigindan.blogspot.com/p/cumhuriyet-ozgurluktur.html

CUMHURİYET ÖZGÜRLÜKTÜR!

Tam da bu yüzden 100. yılını da sağlıkla kutlamak istiyorum tabi.
Cumhuriyet bayram gibi yaşanacak şekilde.
Daha fazlasını da ömrüm elverdiğince.

Cumhuriyet Özgürlüktür dedim başlıkta. Hangi Cumhuriyet özgürlüktür sorusunun yanıtı ülkemiz yurttaşları için toplumsal ana belgemiz anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemez diye dördüncü maddesiyle değiştirilemez hükmü pekiştirilen ilk üç maddesinde yazılı olan var oluş ve yönetim şeklidir.

Herkesin ezbere bildiği varsayılan ancak yine de özü nedir diye sorulduğunda ‘körlerin fil tarif edişi‘ deyiminde olduğu gibi işine gelmeyen kısmı atlayıp aktardığı ilk dört madde aşağıda yazılı olduğu gibidir, onları gerçek anlamına vara vara okumanın tam zamanıdır.

Çünkü Cumhuriyet’in ilânının yıldönümünde merhaba diyen bir gazetenin okuru bu tarihte ifade edilen merhabanın “davranın, sahip çıkın, sahip çıkalım hep birlikte” demek istediği ilkeleri bilerek, anlayarak, anlatacak bir sevinçle başlamalıdır güne.

“I. Devletin şekli

MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Cumhuriyetin nitelikleri

MADDE 2, – Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Millî marşı İstiklal Marşı’dır.

Başkenti Ankara’dır.
Değiştirilemeyecek hükümler

MADDE 4. – Anayasanın birinci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve üçüncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”

Tekrar tekrar okunarak özüne, ruhuna işlenmesi gerekli maddeleri okuyup anlayan yurttaş daha sonra en azından her yıl bu haftanın tümünü laik cumhuriyet yönetimi aslında nedir, bu yönetimin değeri niye bilinmiyor ve nasıl cüret ediliyor onun altını oymaya, kimler ne karşılığı destek oluyor diye düşünerek geçirmeli ve akıl, izan ve vicdan ile sahip çıkmalı yazılı her niteliğine. İkinci maddede tek tek sayılan o niteliklerin ülke yurttaşlarını bir araya getiren ve “Biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyız” diye gururla söylenmesini sağlayacak temel değerler olduğunu yüreğinde duyup, duyurmalıdır unutan ya da gafletle uykuda olan yurttaşlarımıza.

Türkiye Cumhuriyeti devleti “Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller” hakkındaki kanunun ilk maddesinde de aynen; “1923 yılında Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim günü Ulusal Bayramdır. Türkiye’nin içinde ve dışında Devlet adına yalnız bugün tören yapılır. Bayram 28 Ekim günü saat 13.00‘ten itibaren başlar ve 29 Ekim günü devam eder.” diyerek bugünü hem bayram ilan edip hem bayram olarak kutlama hem de tatil yaparak bu kutlamalara gereğince katılımı sağlamayı amaçlamıştır.

Küçük çocuklarımız aynı bizlerin küçükken yaptığı gibi daha ilkokul sırasında öğrenip, sevsin ve sahip çıksın, büyüdükçe de tüm niteliklerine sahip çıkarak korusun diye tüm okullarda bu kutlamalar değişik içeriklerle ancak çoğu kez şiir okunarak bütünlenen törenler yapılır.

Hepimiz zamanında bu törende bir şiir okumanın gururunu yaşamak ve sonraki yıllarda değerli bir anı olarak saklamak için ailemizden, büyüklerimizden yardım istedik, okul ya da halk kütüphanelerine koştuk “Cumhuriyet Bayramı kutlamasında okumak için bir şiir bulmam gerek, kimsenin bilmediği, az bilinen ama çok güzel olsun” dediğimiz şiirler için.
Günümüzde sanal dünyada internet bağı olan bir aygıtın klavyesine bir tık mesafede olan şiirler çok elbette. Çocuklar kendileri bile buluyor, bizden çok daha becerikliler üstelik bu teknikte…

Ben şimdi artık doktora yapan bir yurtsever genç olan oğlum özellikle ilkokulun her yılında yaklaşan özel güne şiir ya da yazı gerekli diye yardım istediğinde verecek bir şiir buldum yüreğimde, ona özeldi, çok gururla götürdü ödevini ertesi güne.
Sizler için tekrar paylaşıyorum şiir arayan çocuklar varsa şiirsiz kalmasın diye bundan sekiz yıl önce yazdığım YAŞASIN CUMHURİYET başlıklı şiirimi, ben çocuğuma vermek isterim diyen herkes alabilsin diye.
Şiirim geleceğimizin umudu çocuklarımıza armağan olsun.

Biz elimizden geldiğince yaşatıyoruz, çocuklarımız ve çocukları ve çocukları… da sonsuza kadar, en az bizim kadar Cumhuriyet’le nefes alsın, Cumhuriyet’le yaşasın ve hepimize kutlu olsun bayramımız

“CUMHURİYETİ YAŞATMAK ÖDEVDİR, TEMBELLİK VE İHMAL YAPILAMAZ, BU GÖREVDEN KAÇILAMAZ!” demeliyiz hepimiz.

Cumhuriyetin kuruluşu ile elinden alındığını bildiği ve insanı birey değil, yurttaş değil ümmet ve kul kılan o köhne zihniyeti etkin kılmak için cumhuriyetle bireyliğe kavuşan insanına baskılar uygulayan ve bu baskıların yasal dayanaklarını oluşturarak Cumhuriyet ve Atatürk ile hesaplaşmasını tamamlamaya çalışan birileri hiç tükenmedi ve kimi zaman da sayıları artıyor her nedense!

Ama bu Cumhuriyet kolay kurulmadı, insanlar birey olduklarını ve insan yerine konulduklarını ilk kez Cumhuriyet rejimi ile anladı.

Cumhuriyeti yıkmak için her fırsatı kullananlar gün gün kazanımları ile sarhoş olmakta.
Onları bu sarhoşluktan ayıltmak ve yıkamayacaklarını kafalarına sokmak gerek.
Çünkü biz henüz ölmedik.

Doksan yedi yıl önce atalarımız biz bağımsız bir ülkede, bağımsız yurttaşlar olarak yaşayabilelim diye canlarından, kanlarından, yaşamlarından olarak işgalden kurtardıkları bu vatanda Cumhuriyeti ilan ettiler.
O nedenle biz Cumhuriyet rejiminde yaşamanın güzelliği kadar değerini de biliyoruz.
Onların emeklerini heba etmemek ve kalıtlarını yaşatmak borcumuzdur.

Bu borcu ödeyebilmek için Cumhuriyeti yaşatacağız.
Yaşatacağız ki çocuklarımız da torunlarımız da onların torunlarının torunları da görsün.
Yoklarla yola çıkılıp bağımsızlık bilinci ile var edilen Cumhuriyeti onlar da yaşayabilsinler.

Mucizeydi başarılabilmesi, ama başarıldı, örnek olsun zorluklara karşı.

Yaşasın, var olsun ve kutlu olsun Cumhuriyet!
Yaşasın, var olsun, kutlu olsun en güzel bayram!

YAŞASIN CUMHURİYET

Sonsuz olsun Cumhuriyet
Hep var olsun var olası.
Onunla geldi hürriyet
Kutlu olsun hepimize.

Yaşasın ve yaşansın hep
Hürriyet içinde kalsın.
Güzelim cennet ülkemiz
Cumhuriyet’le emanet.

Bayram yalnız buna denir
Unutmasın tüm aymazlar.
Hesap sorar unutandan
Toprakta yatan atası.

Gebze, 28.10.2020, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 28.10.2020


https://ayisigindan.blogspot.com/p/baris-mumkun.html
BARIŞ MÜMKÜN,BAŞARIN BUNU!

Savaşsız bir dünya düşlüyorum hep.
Kansız.
Kavgasız.
Mümkün elbet.
İnsanlık ölmeden, insanların insan olduğunu kabullenerek, değer ve saygı ile…

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ.
BUGÜN.

Boşuna dünyada bir savaşın başladığı güne atfedilmedi barış özlemi.

Çünkü savaşlarda çoluk-çocuk ayrımı yok…

Kadın erkek ayrımı da…

Bombalar ölümde kayırmıyor kimseyi…

Ve savaşlarda çıkarı olan, kazanan sadece silah tüccarları, sadece emperyalizm…

UYANIN!
BARIŞ MÜMKÜN!
OLANAKSIZ DEĞİL!

Çocuklarımıza barış içinde bir dünya bırakabilme özlemimize kimse kıyamasın, uyanın!

Dünya Barış Günü kutlu ve barış gerçek olsun.

Bunu tüm dünya için başaralım, yurdumuz için başaralım.

UYANIN!

Şairler barışa özlemi yazıyor yıllardır. Ben dahil.

Bu kez şiir çocuklara isim olsun ki kimse unutamasın diyen şiirle anımsayalım şairini ve şiiri.

Çünkü şiirin kavgası barışla değil, barışa kıyanlarla.

Şairin de.

“BARIŞ KOYUN ÇOCUKLARIN ADINI / REFİK DURBAŞ

Oyunu sever bütün çocuklar
birdirbir, uzun eşek, körebe
bu yüzden anlamı aynıdır,
değişmez oyun sözcüğünün halkların dilinde

(Oyun koyun çocukların adını)

Savaşa karşıdır bütün çocuklar
kışın: kar altında her sabah
tükenip erise de solgun nefesi
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda
çarkları döndürse de yoksul alevi
savaşa karşıdır bütün çocuklar
nice ölümlerden geçmislerdir
nice rüzgarlar içmislerdir
gelincik tarlası çocuklar

(Emek koyun çocukların adını)

Gökyüzünün penceresinden şimdi
bir kuş havalansa
kanat çırpınışlarında
hayatın yağmalanmış sevinci
– Kuş uçar rüzgar kalır

(Sevinç koyun çocukların adını)

Uzay denizlerinde şimdi
bir balık ağlasa
gözyasi billurlarında
yüz bin umut kıvılcımı
– Alev uçar nazar kalır

(Umut koyun çocukların adını)

Çocuk bahçelerinde şimdi
bir çiçek açsa
hüzün sevince dönüşür
sevinç çiçeğe
– Ölüm uçar çocuklar kalır

(Mutluluk koyun çocukların adını)

Barıştan yanadır bütün çocuklar
sabah: kuşatılmış bir toplama kampında
ayrılığın tepsisini okşasa da elleri
aksam: yıldızların mor orağıyla
sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi
barıştan yanadır bütün çocuklar
nice çığlık emmişlerdir
nice korku gezmişlerdir
yürekten hisli sevmişlerdir
güvercin harmanı çocuklar

(Devrim koyun çocukların adını)

Barışı sever bütün çocuklar
beştaş, saklambaç, elim sende
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
barış sözcüğünün halkların dilinde

(Barış koyun çocukların adını)”

Şair nasıl da özlemle, çocuklara isim olarak öneriyor barışı, ki alışılsın, sevilsin, aransın, bulunsun ve mutluluk yaşatsın herkese.

Mümkün bu.

Dünya barış gününde kaç ülkede savaş var oysa. Savaş özlemi ile yanıp tutuşanlar, savaştan rant umanlar…

Yedi kat ellere kalbini açanlarla dolu dünyada barış sözcüğü boşuna kazanmamıştır içeriğini.

İçeriği anlamıyla yaşayanlar doldursun çevremizi, ülkemizi, dünyamızı.
Ekmeğimize kan bulaştıranlarla değil!

Barış olsun dünyada.
Ülkemizde.
Mümkün çünkü.

Barış istemek asla suç değil, isteyen hain değil, barış istemek ülkede huzur ve güven içinde yaşamayı istemektir. Dünyada huzur ve güven.

Onu bile kendi yükledikleri ters anlamla suç haline dönüştürme becerisi olanlar var ya… İronik bir alkışlanası beceri bu. Algı oyunu.

Bitsin diken üstü zamanlardan geçmek. Bitsin eli kanlı kindar zalimlerin dünyada kıyımları.

Barış olsun!
Mümkün!

Gebze, 1 Eylül 2020, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat.com, 1.9.2020.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/okudugum-sarisin-ve-kara-sadece-sifat.html

OKUDUĞUM SARIŞIN ve KARA SADECE SIFAT DEĞİL BU ROMANDA

Aydınlık ve karanlık nedir, okumuşluk ve cehalet ne demektir bunu imler aslında.
Issızlığın ortasında geçer akçe nedir ki insanın insandan ayrıksılığı bu kadar sırıtmaya?
Nasıl başarılmalı ki insan bu kadar yalnız kalmaya ve insanlığını hiç unutmaya…


“Uyuyamayacaksın!” demişti Melih Cevdet Anday.
‘Öğle uykusundan uyanırken’ başlıklı denemesi muhteşem. Romanla eş zamanlı okudum ikisini. İyi oldu böylesi. Üstelik uyuyamadım!

Sarışın ve Kara bir roman, Arkeo Pera yayınevinden, Ekim 2019 baskılı.
Yazarı benim üniversite yıllarından tanıdığım bir arkadaşım. Araya yıllar girdi, üç yıl önceye kadar bir daha karşılaşmadık. Ama tesadüfler de yaşamadık değil zaman içinde.
Benim ilk görev yerim Bartın ilçeydi, birkaç yıl sonra il olmuş ve İsa oraya vali olmuştu yıllar sonra.
Sonra bir gün gazete okurken haberine rastladım kitabının… Halet Abla Destanı’nı yazmıştı İsa. Çukurova’nın sıcağında küçük bir ilde valiydi ve o üretken kadın ile tanışmış, hayran olmuştu “Cumhuriyet’e borcum var, ödemeliyim!” diyen o yaşlı bilgeye. Sonra ileti adresine ulaştım, yazdım, bu sanal mektup sonrası yeni bir bağ yöntemi bulduk internet ve hız çağı başladığından. Ben de şiir yazdığımı da edebiyata ilgimi ancak o zaman duyurdum ona.

Başka Şeylerin Şiirleri yayımlandığında İstanbul’daydım. Haberleştik, buluştuk İstanbul büyük kitap fuarında. Sevgili eşi Emine ile gelmişti, sanki dün ayrılmışız gibi sohbet ettik dün ve gün üzerine.
Sonrasında yazışmalar, paylaşmalar, fikir alıp vermeler sürdü.
Sarışın ve Kara için epeyce belge araştırdığından, uzun yıllardır da plân ve kurgu yaptığından, adı üzerinde de içeriği üzerinde de çok titiz çalıştığından haberdarım bu yüzden.
Kapak deseni onun lise yıllarından sakladığı bir çizim. Çıktı haberini aldım zaman içinde, “Yazdım, bitti nihayet!” deyişinin biraz sonrasındaydı.
Roman nihayet elimde. Bir ilk roman bu. Dört şiir kitabının üstüne.
Bir solukta okudum. Uykusuz bir gece ve devamı gün içinde. Boğazıma bir yumru yerleşti okumam ilerledikçe. Yaşadıklarıma benzer sıkıntıların, gözlemelerin, izlemelerin ve neredeyse kalabalık içinde çırçıplak hissetmenin hissedilişini okudukça ilerleyen her sayfada.

Roman ülkenin elli, altmış yıl öncesini kurgulamıştı. Bir gerçek kişi yaşamının izi vardı ve ama iyi gizlenmişti yer ve isimler. Onu gördüm okudukça. Bulmaca çözsün artık okurlar.
Daha sonra “Bize bu gömlek bol!” denip daraltılan bir anayasa çıkmasının hemen öncesi, sonrası ve az daha sonrasındaki, roman kişisinin Daristan adını verdiği ilçedeki bir yıllık zaman dilimi, kişiler ve doğa yer alıyor kitapta. İçimizi daraltan yer saydım verdiği adı yansıttığı anlamla. Yine de aradım sanal sözlükte, Kürtçede orman anlamına geliyor. Başka bir anlamı yok bildiğimiz Türkçe, Arapça ya da Farsça sözlüklerde. Anlamını veren tek sözcükten yürürsem, o ilçe içinde yitilen bir orman gibiydi denmiş olmalı. Hem güzel ve görkemli, işlenmemiş, hem de ürküten, büyüklüğü, bilinmezliği ile. Ya da kim bilir bir darağacı imlenmiştir sözcükle, her an oraya çıkartacak bir yargılama yaşanıyorsa görev yapılan yerde.

O yıllara ait bazı bilgilere inanamadım okuduğunda. En özgürlükçü anayasamızdı ya 1961 anayasası, işçilere haklar veren hükümler içeren o metin oylanırken madenciler şehri Zonguldak seçmen çoğunluğu koca bir hayır demiş anayasaya. Gerçi günümüzde de oy verme refleksi sırasında oyladığı metnin kendine verilen ya da alınan haklarla ilgisini kurmuyor ki seçmenler.

Kitabı okuyacaklar bilsin ki yazar ve yaşıtı bizler için doğduğumuz, ancak henüz okula gitmediğimiz yıllardır anlatılan. Genel ifadelerde yaklaşık bir on yılı imlense de ülkenin, asıl öyküde belirli bir ilçedeki, bir yıldan az bir zamanda yaşanan gerçeklerin eli tutulmuştur gün ışığına dökülmek için. Herkesin başka köşesini yazdığı o yaşamın başında, tüm sınırı çizen o ilçedeki mülki amirlik sıfatı gözden kaçmasın denmiştir anlatılanla. Somut tarih vermek gerekirse 24 Ekim 1965 günlü Genel Nüfus Sayımı öncesi ve sonrasındaki yaklaşık bir yıllık zaman aralığıdır belgeleri bulunan ve yazılan.

Ülkenin bir Kurtuluş savaşı vermesi sonrası her alanda bağımsızlığı kurmakla geçen ve Atatürklü o güzel yıllar geçmiş, onsuz kalan ülke 2.Dünya Savaşı’na girmekten kurtarılmış ve ama yokluk, kıtlık yaşanan yıllarının da aşılmaya çalışıldığı yılların yirmi yıl kadar sonrası. ‘Din afyonudur halkın!’ der ya bilge. Yollar yapılıp, fabrikalar açılırken asıl okullar açılmalıydı en küçük mezraya… Öncelik camide deyip, okula verdirmeyen yapılanmalar da ülkenin her yerinde ortaya çıkmaya başlamış o yıllarda…
Romanda gözlenen de işte bu iklimin doğal sonucu; Her yerleşim yerinde parmakla sayılacak okur-yazar, ulaşımı kara kışa bağlı köyler, bağnazlıkları ‘çarıklı erkanı harp’ uyanıklığıyla baskın ekabir ve kalan nüfusu ise köyden az kabaca ilçeler…

İşte bu kitapta anlatılan yaşam kesiti tüm o yokların arasında bunalmış bir şair kaymakama ait..
Hakkında o memuriyetin henüz başındayken sonuna yol aldıran idari soruşturma başladığında, ifade alana; “Kimi zaman uçuk -kaçık şeyler söylüyor, biz bile anlamıyoruz dediklerini, cahil köylü nasıl anlasın?” diyen memurları var…
Issızlık var ve sadece doğanın ıssızlığı değil, insanlardan yana olanı yoğun. Kalabalıkta bile yaşanan.
Çok sevdiği ama onu tam anlamayan, kısıtlayan bir karısı, o sırada doğan bir oğlu var.

Daristan demesi boşuna değil…
Küçücük çıkarları için iftiradan kaçınmayan küçük insanları var her yerde olduğu gibi.
Köylere okul, su, yol, yurt olarak hizmet azmini kırmak için çıkan siyasi engeller kadar bütçedeki ‘ödeneksizlik’ kavramı denen duvarı var.
‘Yerel imkânlarla yapın!’ diyen o soğuk üst makam yanıtı kadar iç üşüten başka bir yanıt olacağını sanmam iş yapmak isteyen insana.

Aynı soğuk yanıt kaç kez okunmuştu cumhuriyet savcısı olarak çalıştığım ilk beş yılımda.
Ben romanda anlatılan o yıllardan yirmi yıl sonra bile aynı soğuk yanıtlara muhatap olmuş, aynı göz önünde yaşamın ağırlığını duymuşsam… Aynı kurumlar arası ilişkilerin soğuk duvarlarına çarpmışsam başımı…
Kırk yılda bir denecek şekilde ülke için de güzellikler düşleyen birkaç kişiye denk düşünce kendimi çölde bir vaha bulmuş saymışsam…
Ben adli alanın idari ve mali işlerinde o yoksunluklarda kapana kısık hissetmişsem kendimi…
Romanın kaymakamı Çağlar bir benzerini yaşamıştı o yıllar…
İşte o nedenle bir solukta okudum, boğazıma takılan bir yumru ile.
İyi bitse sonu diye diye. Şiir kazansa diye. Olmadı!
Ama iyi ki o yumruyu hafifleten bir su gibi eş zamanda okudum Anday ustayı.

Çünkü okuyanlar görecek ki basit bir kurgu öykü değil anlatılan.
Yaşanan yaşayanın gerçeği, yazanın da yıllar sonra onlarca, yüzlerce kez aynısını yaşamak zorunda kaldığı ülke gerçeği.
Yaşamın ve koşullarının acımasızlığı belki.

Gerçi bu ülkede başka türlüsü mümkün başkaları için, onlar da göz önünde yaşıyor, biz diğerleri de!
Bu romandaki şair kaymakam ya da sonra bu gerçeği romanla vermeyi düşünen sevgili arkadaşım ve benzerleri de çok iyi biliyorum ki o naif ve nahif yürekleriyle görev yaptıkları her yerde aynı ya da benzeri acıları çekiyor bu ülkede.

Ben sadece okuyun derim. Sarışın ve Kara sadece iki renk değil bu kitabın içinde.
Kitaptan ne bir alıntı koyacağım ne de ip ucu kimdir bu kitapta anlatılan şair diye.

Herkes kendi arayacak şairini ve kitabı okurken bulacak izlerini.
Herkes kendi bulacak yazanın dilindeki, okurken kendi içinde dönen hiç yazılmamış şiirleri.

Gebze, 1.12.2019, Ünsal Çankaya.

( Kitap hakkındaki özet bir tanıtım yazım 2 Ocak 2020 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki içinde yayınlandı.
Bundan daha uzun olan ilk hali ise Gerçek Edebiyat com sitesinde.
Bu aynı yazının özetten büyük, ama en uzun halindeki kimi cümlelerin olmadığında nasıl olacağına bir bakış ve belki de kendime daha kısa anlatmaya çalışsan daha iyi olacak diyen bir yazı kısaltma, bir anlamda fazlalıklara kıyma denemesidir.)

Afyon Kültür Sanat com, 24.8.2020.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/copten-bir-kahir.html

DÜŞLEMEK ÖZLEMDİR GÜZEL OLANA

Bir zamanlar sokaklarda sadece kuru sonbahar yaprakları uçuşabilirdi.
Kimse çöpünü ortalığa pervasızca atamazdı, herkes komşu kapısının önüne kadar süpürürdü sokağı.
İşe yarayabilecek her şey kullanılırdı.

Karpuz-kavun mevsiminde kabuklarını çöpe değil-yedirebilecek hayvanları olan komşulara götürürdük tazeyken, hem de doğrayıp.
Fazla pişen yemeklerden sıcacık bir tabağı komşuya uzatırdık ki sonra ziyan olup çöpe gitmesin bitmediğinde.
Yanabilecek her şey sobalarda değerlenirdi, artan kumaşlar kırk yama olarak ünlenmeden bile eklenirdi birbirine şekillerle ve yastık-minder-yorgan yüzü olurdu emeklerde.
Her çivi düzlenerek kaldırılırdı alet çantasına, portakal kasalarından söküldüğünde bile.
Her metal parçası hurdacıyı beklerdi karşılığında bir kaç mandal alınsa bile.

İlla da işe yaramayan o kadar az çöp olurdu ki çöp arabası geldiğinde biz çocuklar bile taşırdık dışarıya, uzatırdık eli eldivenli o çöpçü amcalara.
O zamanlar sokaklarda, caddelerde ve parklarda sadece kendiliğinden düşen, rüzgarla uçuşan yapraklar olurdu.
Eli çalı süpürgeli ve bir de sopaya çivilenmiş yarım kesili yirmilik tenekeden oluşan kürekleri olan çöpçülerin sokaklarımızdaki tek işiydi o yaprakları toplamak. Sonra onlar zaten doğaya geri dönerdi. Çürüme dediğin doğaya katkı için olurdu, toprağa karışırdı çürüyen yaprak.

Şimdi sokaklardaki temizlik işçilerinin topladıkları tamamen çöp ve çevreye saygısız insanlarca atılıyor sokağa.
Nasıl bir tüketim toplumuna dönüşüldü ise… Artık fazla yemekler çöpe gidiyor, kapı komşusunu bile tanımıyor kimseler.
Giyilmeyen giysilerle doluyor dolaplar, ama o fazla giysilere, yemeklere gereksinim duyanlar aç ve açıkta ülkenin bir yerinde.
Çöp odaları var apartmanların, kağıtlar, plastikler geri dönüşüme ayrılmalı ve ama üşengeçlikten ayrışmayan çok, karman karışık atıklar dökülüyor delikten, sokak köşelerinde çöp kutuları bekliyor sıra sıra…
O çöplerde ekmeğini arıyor garibanlar burnu alışınca kötü kokuya.

Kimse kendisinden ötesini düşünmüyor artık.
Toplamak günde bu nedenle çok büyük kahır.
Çöpçü’nün düşü doğaya saygı.
Özlemi o insana, işe ve emeğe saygı duyulan günler.

Görsel Div-Art'tan.
Şimdilerde kalmadı böyle güzellikler… İşte bu yüzden özlem duyuluyor güzelliklere…
Çürüyüp gitmesin diye yaprakların dışında hiçbir şey.
Ama olmuyor. Çürüyor her şey. Çürüyor!
Alışmamalı!

ÇÜRÜME

Zamanla herkes tüketiyor,
Arkadaşını, kardeşini, eşini, yoldaşını.
Acımadan, acıtarak, bilinçle, bilmeyerek,
Tükettiğini, çürüttüğünü, yok ettiğini.

Doğa, uzay, uzak ve yakın farkı kalmıyor,
Bıkmış, bunalmışken ya da yaşam dolu bir anda
Her an, her anı tükeniyor zamanda.

Zaman da. Suları da, suların akışı da.
Rüzgarları zamanın, rüzgarları dahil buna.
Okşayan, gülümseten, yaşatan yapıcı ustalığıyla,
Yakıcı ve yıkıcı her adıyla.

Koku alma duyusunu yitirmeyen bilir bunları.
Bilerek aldıran da.

Gebze, Ağustos 2013- 2020, Ünsal Çankaya
Afyon Kültür Sanat com, 21.8.2020.



https://ayisigindan.blogspot.com/p/severek-okumustum.html

SEVEREK OKUMUŞTUM

Hepsini değil, ama 'Ölmeye Yatmak' ile başlayıp, 'Fikrimin İnce Gülü' ile süren epey kitabını okudum.

İnsanlar bir ülkede ölüm haberi medyadan duyurulurken "Yurdun önde gelen yazarlarındandı" olarak tanımlanıyorsa eğer bu, onu, çoğunluğun okuduğu, sevdiği, ölünce de üzüldüğü anlamına gelir.

Ülkenin son on yılının, bence karabasan yılların başlangıcı 2010 yılındaki referandumda "Hayır, bin kez hayır!" demesini beklediğim insanlarımdandı.

Ama öyle olmadı. Kimi "Yetmez ama evet!" deyip kahretti bizi... Kimi doğrudan "Evet!".

Adalet hanım ikinci gruptaydı...
"Evet!" demiş, bunu gururla savunmuştu.
Sonra pişmanlık yaşadı mı bilmiyorum, duymadım, okumadım. Ama ülke öyle hukuksuz bir sürece girdi ki o referandum sonrası gelen sistemle... Her gün öncekinden kötü bir güne uyanır olduk, her gün cumhuriyet ile elde ettiğimiz yurttaşlık kazanımlarından bir fire veriyoruz.

Ben bu duygumu yazdıktan sonra sanal sayfalarında onunla yapılan geçmiş yıllardaki söyleşileri paylaşan arkadaşlarım oldu, yüz yüze görmediğim, sanal dünyada iletişim süren arkadaşlarım oldu.
 Onunla yapılan o söyleşilerdeki referandum konusundaki tutumu hakkındaki sorulara yanıtlarını satır aralarına dikkat ederek okudum

 
Birinde hiç pişman değildi. Referandumun üzerinden sadece iki yıl geçmişti.
(Haber Türk gazetesi internet sitesinde 15 Ekim 2012 tarihinde, Balçiçek İlter’le söyleşi.)

https://www.haberturk.com/polemik/haber/785586-yalanmis-?fbclid=IwAR2z8OJQ0k6oa89RGFB8TUsKdCwhuSAj92OSAIRIB-y_pSnk0sAqZcvGWtM

Başka iki söyleşide özünde pişmanlık vardı. Ama bu pişmanlık referandumda evet demiş olmanın yanlışlığını görmek hakkında bir öz eleştiri, bir itiraf, açık bir pişmanlık değil, aşağıya tarih ve sanal adresini koyacağım iki ayrı bağlantıda görüleceği gibi “Evet” demek üzere ‘kandırılmış olduğu’ için bir pişmanlık.

Kandırıldığını söylediği ve evet oyu verdiği 2010 referandum yılında yaşı 81. Aşağıdaki iki söyleşinin ilkinin yapıldığında 87 yaşında, ikincisi bu yıl, 28 Mayıs 2020 tarihli, 91 yaşında ve her iki söyleşide aynı konu ve yazarlık yaşamı ve kitapları için gelen her soruyu çok duru ve berrak bir zihinle yanıtlıyor metinler içeriğinden anlaşıldığı kadarıyla. Duru ve berrak bir zihin aldanır mı hiç?

1=Sözcü com tr adresinde, 1 mart 2016 tarihli Özgür Düşünce’den Hüseyin Keleş ile söyleşi.
( https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/adalet-agaoglunun-pismanligi/?fbclid=IwAR0YkvdRHW6e4i_09OR3l_LZ4vLcyMGUB3aSzi80iFut7YdOnD5skOPjajs)
2=
İstanbul Life Dergi internet sayfasında 28 mayıs 2020 tarihli Çınar Oskay ile söyleşi.
(https://l.facebook.com/l.php?u=https%3A%2F%2Fistanbullife.com.tr%2Froportajlar%2Fadalet-agaoglu-bu-kadar-uzun-yasamayi-istemezdim-dunyanin-bu-halini-gormeseydim )


Biz hukuk okumuş insanlar hile yolu ile aldatılma, dolandırılma, kandırılma konusuna kandırılanın yaşı vb. ölçüler koyan yasa hükümleri yanında kandırma için yapılan hareketlerin silsile halinde kandırmaya elverişli olup olmadığına, kandırılanın tedbirli bir tüccar gibi değil, normal, orta zekada bir insanın tutum ve davranışlarına göre davranmış olup olmadığına bakarak bir değer atfeder, bu hareketlere karşı vereceği olası tepkiye bakarak hataya düşme, hile ile aldatılma vb. kavramlarını yasadaki yerine oturtup, eylem için hukuk ya da ceza sürecinde değerlendirmesini yaparız.
Ortalama insan tanımı da, tedbirli insan tanımı da geniş hukuksal içeriğe sahiptir.

Politik bir kimliği olmadığını bilmekle beraber, okuduğum kitapları ile muhalif bir tavrın yansıması akmıştı kitaplarından. Cesur bulmuştum, başka birçok kişinin de aynı tanımla vurgu yaptığı bir yazarlıktı oyunları, romanları, deneme yazıları içinden bana, okurlarına yansıyan.

Bu nedenle ben onun bir işi, bir oluşu, bir kararı romanlarındaki ince kurgular gibi yani hukuksal tanımla tedbirli tüccar gibi ince ayrıntılara kadar hesap ederek vereceğini, oylamaya da böyle bakacağını ummuştum referandum ve olasılıkla karanlık bir yola götüreceğini öngördüğümüz beklenen sonuç hakkında.

O ise 2012 yılındaki ilk söyleşide doğru yaptığı konusunda kararını ısrarla savunuyordu, sonraki söyleşilerinden anladığım kadarıyla da normal, orta zekalı, o kadar da ayrıntıya girmeden karar verebileceği yasada öngörülen seçmenlerden bile olmamıştı
“Kandırıldım!” diyordu da sonuna “Milletim, rabbim affetsin!’” cümlesini eklemiyordu sadece.

Kitaplarını sevdiğim yazarlar öldüğünde içten bir üzüntü duyarım ben. İncecik bir sızı olur, kalır içimde. Geçmiş yıllarda yazdığım birkaç veda yazım da yayınlandı zaten sanal ve gerçek dergilerde.

Uyandım, “Adalet Ağaoğlu öldü!” haberlerini duydum sabah haberlerinde.

Norveç halkının 'Açlık' gibi dünyaca ünlü bir kitabı yazan Knut Hamsun'a yaptığı sessiz, sözsüz protestoyu yaptım içimde... (Çoğu kişi bilir nedenini, duymayanlar bu cümle ile Google amcaya-teyzeye sorsunlar, bir bilgi daha eklensin dağarlarına.)

Çok üzülmedim. Çok üzülecektim, ama buna kendisi, eylemiyle engel oldu diye bir ince öfke ve ona bağlı kırgınlıkla doldu içim.

"Evet dedim!" deyişini izleyip, kırılan dallarımı toplayıp, üzerine koyduydum bendeki kitaplarını. Okumadığım kitapları vardı. Fırsat olduğunda alıp, okumaya niyetlendiğim...
İçimde kaldı.

Çünkü insan bu ülkenin yazarlarından ülkenin geleceğine örülen çoraplar için öngörü ve karşı duruş, öncülük bekliyor. Sağlam bir duruşla muhalif olmasını umuyor.

Olmadı.
Olmadı işte!
Temmuz on dört dediği bugüne uyanırken onun ölüm haberlerini gördük, duyduk her yerde.
Ne çok üzgünüm yazabiliyorum ne de bağışlayabiliyorum içimde.

Rahmeti çok olsun diyorum da... Yıldızlar yoldaşı olmasın bence. Azıcık öngörü olsa ve "Hayır!" deseydi, okurlarına da “Hayır deyin!" deseydi o ve böyle demesini umduğumuz idol insanlar, bugününe kahrettiğimiz hale gelmezdi belki ülke.

Tam bu duygumu paylaştığımda politik duruşu konusunda hep tutarlı bir avukat arkadaşım;
“Onu o yanılgılara itekleyenin bu ülkenin anti demokratik, ırkçı, ötekileştiren geleneği olduğunu unutmamak gerek. Öte yandan o (Hayır diyenler olarak) bizim yanımızda olsaydı da hiçbir şey değişmeyecekti. Türkiye'nin dönüşümünü sağlayan dinamikler onun gibilerin boyunu çok aşıyordu.
Bu bakımdan da sorumluluğun tümünün onun gibilere yüklenmesi orantısız geliyor bana. Huzurla uyusun!” dedi.


Düşündüm…
Haksızlık yapmış olabilir miyim diye…
Bana yazdıklarım için katılan, onaylayan arkadaşlarım da oldu.
Düşündüm… Bu kadar onaylanmak iyi mi diye…

Ülke edebi yaşamına katkı sunan yazarların ölümü sonrası böyle yazıların yazılmasının gerekli olup, sosyal medyanın insanı kolay harcayan yönünden uzak durarak nesnel olabilme çabasıyla yazmanın iyi bir şey olacağı kanısı ağır bastı yüreğimde.

Uzun uzun kitapları hakkında yazabilirim. Okudum, sevdim, zaten en başa “Severek Okumuştum” başlığını koydum bu yüzden. Elimden geldiğince olur bu yazılar... Siyasi duruşu için de yazabilirim... Her yazar için. Her şair için. Her öykücü için.
Dünya ve yurtta her daldan sanat, siyaset insanı ya da sade yurttaş yakınlarımız, eş, dost ve akrabalarımız için bile.

Gerçi yargı oluşturduğumuz kişi için bizim yargımızın o sağken haberdar olduğunda değeri ne ise öldüğünde de değeri odur belki ya da değersizliği. Kimi kale alır bizi kimi umursamaz bile.
Bu yüzden açıkçası biz sadece kendimiz için yazıyoruz ölümler sonrası duyguları.

İyiydi dediğimizde hangi yönü için, yaramazdı dediğimizde hangi yönü için diyoruz diye bakıp, bizde onu bir bütün olarak değerlendirmeye iten ve kalbimizde kalan olumlu ya da olumsuz duyguyu aktarıyoruz kağıda ya da ekrana.

Bence bir akraba ölümünden başlayıp, hiç yüz yüze gelmediğimiz bir yazara, bir yurttaşa ya da başka bir ülkeden bir insana, edebiyattan müziğe, sanatın her türünden siyasete kadar yaşamımıza değdiği zamanlarla, neden, niçin, nasıl değdiği ve biz oluşumuza katkısına göre bakıp, ne kaldıysa bizde, okurumuza bunu açıklıyoruz veda yazılarında.

Kimse bizde kalana katılmak zorunda değil tabi. Ama aynı duygulara tercüman olmak deyimimiz de var bizim... Buluşur bazen. Tümüyle ya da bir bölümüyle...
Buluştu o başkalarının “hislerine tercüman olma hali” bu yazımda.

Ülkede birilerine, belli bir dönemin politik sorunlarına karşı duruşu yüzünden yargı oluşturuyorsak bu yargımız sübjektif kanaatimize neden olan eylemin, oluşun, sahibi olduğu için olumlu ya da olumsuz nitelik taşıyacaktır.
Olumsuz bir dönemin tüm sorumluluğunu "Anayasa referandumunda, 2010 yılında biz hayır derken o evet!" demişti diyerek ona ya da aynısını yapanlara yüklemek, yıkmak değil yaptığım.

Duruş sapması, kırılması yüzünden attıkları her bir küçük adımla, durmayı seçtikleri yerle, yanında görüntü verdikleriyle başımıza gelen bu büyük karabasan için koydukları taş kadar sorumludur her biri diyorum gönlümde…
 
Hukuku sıfırlamaya ve iktidarı tek adamlığa götürüp, sistemi göstermelik parlamenter hale dönüştüren bir referandumda hayır demek sağlam bir kale olmak, evet demek ise iktidarın ekmeğine yağ sürmekti. İşte o yağı sürmüş ve bununla gurur duymuştu Adalet Hanım. İktidar oy için bu evetleri tepe tepe kullandıydı siyaset sahnesinde. Ülkede değer verilen bir yazarın desteği muhalefete güç katmalıyken o iktidar yanında olmayı seçmişti. “Darbe anayasasına karşıydım, yeni anayasa yapacaktı iktidar, millete soracaklardı, sormadılar, meğer oy için yapmışlar!” diyordu son iki söyleşide.
Bu aslında minik bir taş değil özgürlüğe, hukuka, demokrasiye, cumhuriyete vurulan darbeler içindeki etkisi ile.
Ama haydi iyi yazarlığı, ileri yaşı ve insan tanımada söyleşi içinde ikrar ettiği saflığını gözetip minik bir taş sayalım iktidar yanında evet diyerek duruşunu…
Görmezden gelemeyeceğim kadardır o taş, minicik olsa bile.

Bazı minik taşlar kilit taşıdır çünkü, bir duvar ancak o kilit taşları olursa ve tam beklenen yerinde duruyorsa sapasağlam örülür... İktidar o taşı tam zamanında tam yerine koydu oylama öncesinde.

O duvar bizim özgürlüğümüzü yok etmeye örülüyordu, öyleyse nasıl bağışlanır minik hatalar?
Çünkü herkes bilir, bizi en çok cesaretli duruşları ile sevdiklerimizin vurduğu hançer yaralar.

Gebze, 14.7.2020, Ünsal Çankaya.
Üvercinka Dergi, ağustos 2020, sayı:140


https://ayisigindan.blogspot.com/p/yagma-dunyasi.html

 YAĞMA DÜNYASI


Dört kardeş. İstanbul, Fatih ilçesinde, siyanürle, dördü bir arada intihar etmiş.

Nasıl acı bir haber! Nasıl ürkütücü bir haber bu! İnsan inanamadan okuyor üzerine yazılan her şeyi.
"Ekonomi tıkırında, enflasyon tek haneye indi!" diyen muktedirleri yalanlamak için, siyasi bir itiraz, direniş ve onları alkışlayanlara da “Yalancısınız siz!” diyen, “Yalakasınız!” diyen bir tokat sanki ölümleri.
Borç bini aşmış... Çok bini aşmış... O kadar borçlanmışlar ki bakkala, çakkala, elektrik, belki su, doğal gaz, belki telefon, internet... Borç ödememek, borçlu yaşamak ve çaresiz kalmak zorlarına gitmiş, gururları incinmiş, çaresizlik boyunlarını bükmüş, belli!

Evde ne var ne yok diye odalar gösterilmedi görsel medyada... Mutfakta, buzdolabında, kuru diri dolabında ya da ekmek kutusunda ne var diye de görmedik. Buna da şükür... Onları da talan ederlerdi haber uğruna o olayı naklen anlatır gibi bağıran heyecanlı muhabirler. İzledim, onca ölüm sonrası sanki tek sorun oymuş gibi, elektrik kesen işçiye “Niye kesiyorsun!” diye sordu birileri.

Borç bini çoktan aşmış!
Enflasyon? O indi çok şükür! İnanan varsa tabi!
Ölmeyip, öğrenselerdi ki enflasyon yüzde sekiz... Yönetenlerimiz cebimize değil istatistiğe göre enflasyon icat etmiş! O dört kardeş de hemen borçlarını öder değerli paramızla, kesinlikle ölüme böyle çaresiz yürümezdi!

Ama öldüler!
Bile isteye ölüm benim hiçbir koşulda onayladığım bir yol, bu dünyadan ayrılma yöntemi değil. Seçenek değil. Kimse için değil. Öldürmek hiç değil. Hiçbir nedenle. Hiçbir kimseyi.
 
Ama o ölümler ile utanacak muktedirlerin bu haber sonrası yüzü bile kızarmış değil! Hiçbir sorumlu yönetici halktan özür de dilemiş değil. Ayrıca “Size, biz, hep yalan söylüyor, sizi hep kandırıyoruz!” demiş de değil bir teki bile.
“Bizi kandırmışlar!” diyorlar her yalanları yakalandığında... “Biz o kadar safız ki, hep aldanıyoruz!” dedikleri de ayan beyan ortada... O yalana rağmen seçilmeleri de.

“Bu kadar kanıyorlar, kandırılıyorlar, ama bunların cebi hep niçin dolu?” demiyor oy verenler... 
“Belki de bizim cebimiz de dolar!” diye yaltaklanıyorlar sürekli... Sürekli oy uğruna ‘besleme’ olmayı kabul ediyorlar belki de...

Ama o dört kardeş etmemiş işte!
Hiçbir yardım kuruluşuna gitmemiş, kul, köle olmamış... Boyun bükmemiş... Bunlar olsa “bir elleri yağda, diğeri balda, yardımlarla yaşıyorlar gül gibi!” derdi yönetenler. Diyemediler!

Belki tüm bunları o yaştan sonra öğrenmek zorlarına gitmiş... 
Ele güne muhtaç olmadan yaşamak gerektiğini öğrenerek yaşlanan o insanlar için muhtaç olmak ve el açmak nasıl içe siner ki?
“Aç ölürüz... Onurumuzla ölürüz!” demişler, belli… Ya da belki...

Belki içlerindeki o tek çalışan, eve ekmek getiren bunalmış... Kendi ölüme tek gitse kalacak üçü muhtaçlıktan değil, gerçekten açlıktan ölecek diye onları da beraberinde götürmek ve giderken “Bensiz ne yer ne içerler?” diye düşünmek istememiş...

Ama o dört kardeş öldü.
Sonra...
O dört ölüm, aynı anda dört kardeşin- ölmeyi keyiften değil kederden, bile-isteye seçmesi hali- haberdi tamam da... O dört ölü, o dört ölüm, acımasız dünyanın çarkında un ufak olmanın ölümü haber olarak yağmalandı... 

Suçlu elektrik idaresiymiş gibi, aynı gün evden cenazeler çıkarken elektrik kesilmesi haberi ile dört kardeşin yaşamak dururken ‘borç batağında ölüm’ haberi gölgelendi...
 
Suçlu bu ülkede istatistik bilimine yalan söyletenler, halkını açlığa mahkûm edip, devletin kasasından sosyal adalet sağlamak yerine kendi sülalelerini ihya ile kendilerine saraylar, kaşaneler yapanlar değilmiş gibi...

Son zamanlarda haber neydi, nasıl verilecekti, manşet ne olmalı diye düşünen de azaldı tabi...

Çünkü hem aldatıp hem yanılanlar, ama hep yönetme arzusunda olanlar aynı zamanda haberlerin nasıl olacağı konusunda yandaş, kul medyayı da çoktan terbiye etmiş gibi...

Gebze, 8.11.2019, Ünsal Çankaya.
Ekin Sanat, Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, Ağustos 2020, Sayı:154


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kadina-siddet-boyle-durur-mu-istanbul.html
KADINA ŞİDDET BÖYLE DURUR MU?
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ NİYE ÖNEMLİ?


Birkaç gündür kadınlar ve kadınların bu eylemine destek veren erkekler sanal medyadaki sayfalarında siyah beyaz bir fotoğraflarını ekleyip, uygulanınca kadınları yaşatacağını söyledikleri bir sözleşmeye atıfla kadına şiddet dursun diye haykırıyorlar.

Gün gelip, hiç tanımadığınız insanların sanal sayfasında kadına şiddet mağduru ya da maktulü olarak siyah beyaz bir fotoğrafının yayınlanmasını istemiyorsan şimdi ses ver, görüntü ver ve haykır ki duysun sesimizi iktidardaki su başını tutanlar deniyor.


Eylem epey başarıyla yürüyor.
Sayfalar siyah beyaza çevrilmiş fotoğraflar ve Kadına Şiddet Dursun, İstanbul Sözleşmesi Yaşatır kısa vurucu sloganları ile doldu.

Ülkemizde aile içi şiddetin önlenmesine yönelik ilk kanun 4320 sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’dur.
Ancak kanundaki bazı yetersizlikler sebebiyle, kimi sivil toplum kuruluşlarının da çabasıyla, 6284 sayılı kanun 8 Mart 2012 tarihinde oy birliğiyle TBMM Genel Kurulunda kabul edilmiş ve 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, şiddete uğrayan veya uğrama riski bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takibe, tacize maruz kalan kişilerin korunması ve şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirleri içermektedir.

Kanun fiziksel şiddetin yanı sıra, ekonomik, psikolojik, cinsel şiddet gibi farklı şiddet türlerini de kapsamaktadır.

Kanunun yasalaşma süreci özellikle Türkiye’deki kadın hareketinin mücadelesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye aleyhine verdiği kararların sonucunda hızlanmıştır.

Kanunun 2. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, kanundaki esaslar büyük ölçüde İstanbul Sözleşmesi’ne göre oluşturulmuştur.

Kanun, yürürlüğe girdiği andan itibaren tartışmalara yol açmıştır; özellikle adında bulunan ‘ailenin korunması’ ibaresi, feminist çevrelerden kadını birey olarak değil aile kurumu üzerinden tanımlaması nedeniyle, cinsel tercihlerin kanunla korunma altına alınması yüzünden de kimi cinsel muhafazakar çevrelerden eleştiri almıştır.

Bu kanun ile yapılan başlıca iyileştirmeler şunlardır:
4284 sayılı kanunun evli olmayan bireyleri kapsayıp kapsamadığı halen tartışmalı bir konudur, bu yüzden yargıtay kararlarına konu olmuştur


6284 sayılı kanun, bu kanunda şiddet olarak tanımlanan tutum ve davranışları uygulayan veya uygulama tehlikesi bulunan kişileri şiddet uygulayan kişiler olarak tanımlar.

4320 sayılı kanunda şiddetin tanımı beli değildi. 6284 sayılı kanunda ise şiddet, “Kişiye, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar veren, fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranış” olarak tanımlanmıştır.

Bu yasa ile delil ve belge aranmadan gerekli önlemlerin derhal alınabilmesi mümkün olmuş, mülki amir ve hakim tarafından koruyucu tedbirlerin verilebilmesi sağlanmıştır. Tedbir kararına aykırılık durumları için zorlama hapsi getirilmiştir.

Şiddetle mücadelede kurumsal yaklaşım kapsamında şiddet önleme ve izleme merkezleri (ŞÖNİM) kurulması ve takibi hedeflenmiştir.

Peki bu İstanbul Sözleşmesi Yaşatır sloganı niye önemli?
Gerçekten bir yasa tek başına insanları yaşatmaya yeter mi?

Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet konularında mücadele temel standartlarını ve imzacı devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen bir Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesidir.
Anayasamız Uluslararası Sözleşmelerin iç hukukla çatışması durumunda Uluslararası Sözleşmeye üstünlük tanımıştır. Bu üstünlükle iç hukuktaki aleyhe yasal durum gözardı edilip, olaya yargı aşamasında şiddet mağdurunun kimliğine, cinsiyetine, dil, din, ırk gibi belirleyici hiçbir kısıta bakılmadan uluslararası sözleşme olan İSTANBUL SÖZLEŞMESİ uygulanacak demektir.

Ülkemizde kabul edilmiş, bu nedenle adı İstanbul Sözleşmesi olarak anılmakta ve sözleşmeyi ülkemiz çekincesiz imzalamıştır.


O imza orada imzalamakta öncü olma, yaşama geçirme için kararlılığı da içererek durmalıdır.

Oysa yükselen gericilik o imzayı geri çektirmeye, altı yaşında kızların evlenmesine, babanın kızından tahrik olup, onunla halvete, kuran kurslarında, yatılı okullarda küçücük erkek çocukları ‘bademleme’ye, kadını eve kapatıp, eşya saymaya ilişkin fetvalar, görüşler ile kadınları, çocukları aile içinde yok saydırmaya çalışmakta.

Aslında insanları şiddetten korumak için bir sözleşmeye ihtiyaç duymayacak zihniyet devrimi yapılmıştı ülkemizde, cumhuriyet ilanı ile.

Ancak gemi azıya alan bir gericilik var, o gericiler, o sapkınlar şimdilerde hilafet çığlıkları bile atar oldu.

Öncelikle bu gericiliğe, bu ülkenin kurucusuna lanetler yağdıran cürete izin veren siyasi iktidara dur denilerek başlanmalı şiddetin gündelik yaşamdan çıkarılmasına.

Ülkemiz bu sözleşmeyi imzalamıştır.
İmzalandığında, ki sadece sekiz yıl önce, bu iktidar zamanında imzalandığı için şaşırmış, gurur duymuştum Atatürk’ün kadın erkek eşitliği sağlayan devrimine eklenen bir önemli adım diye.

O kadar çabuk pişman oldular ki insan inanamıyor bu hızlı çark edişe.

Bu imzayı geri çekmeye zorlayan, o yükselen gericiliğe kesinlikle dur demek gerek.

Yurtlarda, kuran kurslarında küçücük çocukları bademlemeyi hak gören kirli zihniyetin utanmadan bu sözleşme LGBT özendiriyor diye yırtınıyor olması ikiyüzlülüğünü de mutlaka görmek ve tabi ki mahkum etmek gerek.

Peki kadına şiddet böyle durur mu?

Tek yürek, tek ses olup, dursun bu kan diye haykırmanın ötesinde İstanbul Sözleşmesi ile güçlenmiş kendi yasamız istisnasız uygulandığında, suçlar yapanın siyasetine, ekonomik gücüne , oy potansiyeline filan bakılıp görmezden gelinmediğinde, şikayetlere asla kayıtsız kalınmaz, kadın kendisine yasal tanımdaki şiddetlerden herhangi birini uygulayan erkeğe muhtaç halde yaşamak zorunda bırakılmazsa…
Yani devlet gücünü insanı yaşatmaya harcarsa şiddet durur…
O devlet ki kuruluş ilkelerinden sapmaz, onları yıkmaya uğraşmaz ve insanı yaşat ki devlet yaşasın diyen geleneğe içten bağlı kalırsa.

Gebze, 28.07.2020, Ünsal Çankaya.

#challengeaccepted
#womenempowerment
#istanbulsözleşmesiyaşatır
#kadınaşiddetehayır

Afyon Kültür Sanat.com
Gerçek Edebiyat com


https://ayisigindan.blogspot.com/p/sabir-insanlik-ve-baska-seyler-uzerine.html

SABIR, İNSANLIK ve BAŞKA ŞEYLER ÜZERİNE

Üzüm bir meyvedir. Herkesin bildiği. Tadıyla, renkleriyle.
Olgunlaşmanın simgesidir kanımca...
Kahrın, ezmenin, ezilmenin, üzülmenin ama aynı zamanda sevincin ve neşenin.

Yaşamın simgesidir bir anlamda.
Doğada uyanışın, canlı olarak evrimin, dönüşümün.
Koruk olarak da işe yarar, henüz meyveye dönmeden de.
Dalıyla, yaprağıyla, gölgesiyle, çubuğuyla, seyre değer varlığıyla.
Meyveye döndüğünde doyulmayan bir taamdır doyulmaz lezzetiyle.
Yaş iken ve kuru iken de.
Hatta natürmort bir tablodaki ölümsüzlüğüyle.

Ama üzüm asıl bir sabır simgesidir.
Beklemeyi bilene.
Aceleye getirene ders diye.
Sabır bir üzüm tanesinin asmasında çiçekten koruğa, koruktan meyveye dönüşünü gözlerken beklemek değildir.
Sabır o tane ezildiğinde bile bekleyebilmektir.
Çünkü ilk önce olduğu şey o eşsiz tadıyla şarap değil sirkedir.
Ezilmeyi de bilmeli mi insan? Kendini ezdirmeli mi bilerek, bu nedenle?
Elbette ki hayır!
Çünkü insan onuru insan kalmayı öğütler.
Ne ez ne ezil der bu nedenle insanlık öyküleri.
Yaşamın gerçeği de.
Eğer yaşayacaksan insan gibi yaşamalısın der hep.

Oradaki insan sözcüğüyle imlenen o kötü, karanlık olan değildir.
İnsan dünyadaki tüm kötülüklerinden arınmak için kendi içine dönen, kendini bilen, olgun olandır sıyrılıp hamlığından.
Aynı kabuk içinde olgunlaşır her meyve.
İnsan da öyle elbette.
O kabuğu kabullenip erişmeli benliğe.
O kabuk ile birey olmalı.
Sahiplenmeli kökünü ki insan her canlı gibi güzelce serpilip, gelişebile.
Çıktığı kabuğu beğenmeyene boşuna denmiyor "o insan değil!" diye.
Ya da en kötü anlamı düşkünlük olan sıfat atfedilmiyor ona, 'üftade' diye!
Elbette içinde çaresizlik var, fakirlik var, aşık ve tutkunluk bile var tanımlarının.
Ama hiçbir özelliği insanlıktan çıktığında varılan düşkünlük kadar yaraşmaz üftade sözcüğüne.
Rilke diyor ki:
” Nedir senin en acı veren deneyimin/Şarap ol, içmenin tadı acı geliyorsa”.
Ezileceksen bile öyle ezil ki, adın iyi bir şarap gibi kalsın tarihe, aktarılsın dilden dile direncin.

Nasıl ki kaldı insana dair paylaşımcılığıyla ünlü o Promete.
Çünkü ateşi tanrılardan çalıp kendini yarı tanrı yapmamıştı o.
Hiç kimseyi minnet borcuna sokmadan insanlığa bölmüştü yaktığı her ateşi.
Aydınlık ve iyilik dağılsın diye tüm dünyaya.
Nasıl ki kaldı adıyla direnci örnek olan Sisifos.
Kim ne yaparsa yapsın vazgeçme umudundan diyerek bize…
O kayayı bin kez geri yuvarlansa da taşıyacaktı bir gün o dağın yamacına.

Hem hemşerim şair Muammer Can da yıllar sonra diyor ki şiiriyle;
“ kendime bile minnetim yoktur görklü dünyada
üzüm ve buğdaydan öğrendim bilgeliği;
şarap olmak üzümün ezilmeye isyanıdır
ekmek olmak buğdayın direnci...”

Sabırla koruk helva olur der ya atalar…
İnsan insanlığını bulur sabrını arttırdıkça.
Yendikçe bencilliğini.
Yenilmedikçe aceleci hırslara.
Başka şeyler de ne mi dediniz başlığı düşününce?
Gerek kalmadı ki sabır ve kendini bilmekten, dirençten, umuttan söz edilince.
Ancak o zaman insan olmanın ve insanı kazanmanın gerçekleşeceğinden söz edilince.

Gebze, 28.11.2019, Ünsal Çankaya.
Üvercinka, Temmuz 2020, Sayı:69


https://ayisigindan.blogspot.com/p/oykuler-denemeler-anlar-deginmeler.html

OKUMAK DEĞİŞTİRİR

"Okumak değiştirir!" diyor haftanın kamu spotu.
Gerçekten değiştirir insanı.
Okuduğunu anlayanı.
Çünkü okunması gerekeni okumadan öğrenmek, öğrenmeden bilmek, bilmeden düşünmek ve düşünmeden anlamak, anlamadan bir yargı oluşturmak olanaksızdır.
Ötesi ön yargı olur. Ötesi peşin hüküm. Ötesi bile isteye cehalet.

Kimseyi küçümsemem okumayı, yazmayı, anlamayı, bilmeyi ve öğrenebilmeyi bilmiyor diye ve bunları kendi kusurundan kaynaklanmadan başaramadıysa o ayıpta payımız var mı diye düşünürüz birlikte... Kendi kusuru ise nedeni, bağışlanmaz, hoş görülmez o kusur, ayıplanır en azından toplumda.

Kütüphane Haftası.
Okumayı, değerini bilenlere kutlu olsun.

İlkokulda ilk yıldan itibaren kolumdaki bant kitaplık kolu bandı idi.
Severim okumayı. Kitapları.
Onlarla çıktığım yolculuklarla gezdim bütün dünyayı ve uzayı.
Onlarla öğrendim kendimizinkinden binlerce kez büyük olan dünyayı.
Çünkü yaşadığımız her şey olmasa da çoğunu anlamamı, öğrenmemi, bilmemi sağladı tüm kitaplar.

Uzun yazarım, okumadan geçen geçsin okumak, anlamak, yorulmak istemiyorsa.
Ama okuyan anlasın isterim neden o konu hakkında düşündüğümü ve yazdığımı.
Uzun uzun yazmamın nedeni nedenleri açıklamak, onun nedeni de nedenleri açıklamanın çıkarılacak sonuçları anlamayı kolaylaştıracağı hakkındaki mesleki deneyimdir.

Gülten Akın'dan İlk Yaz şiirini okumalı yine...
Çünkü incelik zarar vermez kimseye. Sermayesi zarafetle davranış, art niyetsiz, içten ve güzel söz, güzel bakıştır sadece.
Parasız pulsuz kazanılan ve hep incelik kazandırmasa da yapana iyi hissetmeyi sağlayan bir niteliktir incelik incelikli insanın yüreğinde.

Ama...
"Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya!"

Olsun!
Kitaplar, yazanlar ve yazılanları okuyanlar var olsun.
Kim bilir, belki okuyanlar arttıkça düzelir dünya.

Gebze, 30 Mart 2019.
31.3.2019, yorumafyon.com

İLKYAZ

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler
"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
Fındıklarımızı basıyor
Neyleriz kararan tomurcukları
Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
Tecimenlere yalvarıyoruz:
Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz
Bir banka az çiziniz bir yalvarma
Bizden size ve sizden dışardakilere
Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye
-Evet efendim-
Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
Yazların motorlu çingeneleri
Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
Toprağa tutku, kendinden dolayı
Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para
Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga
Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde
-Bilmiyoruz neden kavga.
Sonra kasabanın cezaevinde
Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimiz iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye
Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz

Gülten Akın



https://ayisigindan.blogspot.com/p/gelenekten-gune-agitlardan-turkulere.html

GELENEKTEN GÜNE, AĞITLARDAN TÜRKÜLERE

Geçmişten bir an... Andın mı özlemle, derin bir ah çekerek… Bir türkü çağırır yanı başına.
Kiminle gelir o türkü ilk kez dinlenmiyorsa? Dinlerken yakıyorsa?
Bana ya çocukluğumu, yaylayı, köyü, annemi, annemin sesini anımsatır, ya gurbette sevdiklerime duyduğum özlemleri. Dalıp gidişlerimi. Türkünün neşeli olması önem taşımaz bu derin dalışta.
Çünkü o neşeli an, o neşeli insan da artık yoktur o anı çağıran türkü yanında.

Her türkü onu kiminle dinlediysen, onu dinlerken kimi düşündüysen onun da anısıdır senin olduğu kadar. Kendi anılarını çağırır o güzel türkü; benim ona yüklediğim anlamı da ekler ezgisine, bir kez kimi andıysam her dinlemede onu alır yanı başına. Yoldaş olsunlar diye türkülere, türküleri yakan o güzel yüreklere.

"Analardır adam eden adamı, analara kıymayın efendiler!" diyor dinlediğimde türkü.

"Bir içli ağıdı ölümden sonra
Diyenimiz olsa dertsiz giderim
Sazımız bağlama, sözümüz türkü
Diyenimiz varsa dertsiz giderim"

Diyorum anneciğimin o bizden son dileğini kendimce düşürüp dile, yazarak dizelere.

Bir türkünün yaşattığı tüm duyguları birer birer anlatabilmenin şu an yolu yok...
Ama ağıt ne anlatıyor bana onu anlatmayı deneyebilirim; insan yaşadığını bilir, onu anlatır dilince.
Ağıt özlemektir kanımca, iyilik dilemektir sevdiklerine, yanmaktır kayıplarda.
Ezgiye saklamaktır tüm acıyı, koruyla.

Rahmetli annem sağ iken ondan güzel ağıt yakan olmazdı... Bizlerden umudu kesmiş, bu geleneğin yitip gideceğinden endişe etmiş ve sağlığında kendi ölümünde dinlenilmek üzere kendi hayat öyküsünü, umutlarını, bizlere sevgisini, hayattan beklentilerini, hatta hayata kahrını ağıt olarak söyleyip tüm karşı çıkmalarımıza rağmen gerçekten ağlayarak bir kasete doldurmamızı istemişti...

Tek sitemi iki kızının biri olsun ağıt yakmayı öğrenmeye heves etmemişti...
"Keşke, keşke bilseler!" demişti... "Keşke benim için söyleyebilseler!"...
Gerçekten denememiştim o ölene dek...
Nasıl öyle dizeler düşerdi ki dilinden insanın, nasıl, her dörtlüğü denk olurdu hecede; bir yaşamı, duyguyu, , insanı, durumu, hali, geleceğe özlemle kenetlerken?

Yirmi saat uzaktan, ağır hasta diye yola çıktığımda sağ göremeyeceğim duygusu yakmıştı içimi... Ölmesin istedim, ama öleceğini bildim. Nitekim öyle oldu...
Bir kez daha sağ göremedim onu; yandım!

Önce ne olduğunu anlayamıyor insan; tamamen iradesi dışında bir olay...
Ölüm, görülmüş, ama kavranmamış bile yürekten!
Sonra...
Bir daha onu göremeyeceğim, sarılamayacağım, sevdiğimi tekrar tekrar söyleyemeyeceğim düştü acı gerçek olarak... Çöreklendi ağısı acının yüreğime; bir ağıt tutturdum mezar öncesi... Benim bile duymaya inanamadığım sesimle, kendiliğinden, onun hayatına benim bakışım, benim sevgim, özlemlerimle ilgili sözler ve umulmayacak güzel bir ezgi ile...
“ Gitme annem!” dedim, “Gitme!”. Tüm akrabalar şaşkın...

Okumuş, o güne dek sadece gerçekçiliği ve yaptığı iş nedeniyle de artık ölümü çok doğal bir sona eriş kabul eden, mantıklı, duygularını katı bir gerçekçilikle maskelemeyi beceren benden duymayı umdukları son şey...
Unutmayayım diye daha sonra dinleyenlerle beraber küçük bir derlemesini yaptığım ağıtlarım... Belki ben de ileride benim için söylensin diye aktaracağım bir gelenek... Şu an saklı oldukları yerde duruyor.

Yukarıdaki dörtlük ise, işte... Biraz uysun, biraz uymasın anlattığım bu gelenekten, küçük bir seslenişim. Sevgi ve selamlarım ozan geleneğine, bana bunca yoğun duyguları yeniden yaşatan türkülerimize dedim her türkü dinleyişte, içim o türkünün ezgilerine dönüştüğünde.

Sonra; biliyoruz, hepimiz yaşadık ve gördük, analar hep ağladı ülkemizde.
Ağıtları göklere yükseldi, ama yağmur olup inmedi yere. İnmedi ana yüreğini yakan ateşlere su olup serpilmeye. Kimi anne Cumartesi’yle öldü ölüsünü bile görmedi diye, kimi şehit diye, kimi dağdan sağ dönmeyene. Hastalıklar, kazalar ise o kadar normale döndü ki ağlamaya dövünmeye dönmedi özler, ağıtlar yakmaya dönmedi diller.

Analar cennet dediler, cennetimizi cehennem ateşiyle yaktılar gözümüzün önünde.
Analara söz kalsa ana öğüdü olurdu hükmü veren her celse, iyiye ve güzele.
Ama kalmadı işte; sözünü ve özünü tükettiler onların, yanıp duruyor yüreği her ananın.

Ana fısıldıyor ise dur, dinle; öğütleri erkeği, kızı insan etmeye, yani insanı insan etmeyedir özetle.
Ağıt var ise anada; teselli kar etmez, sözcükler yetmez, küle dönmez yürekteki dağlayan közler.

Benim annemden aktaracağım umutlu dilekler içeren kısa bir ağıt ile bu çağda, bu acıdaki annelerin ağıtları karşılanabilir sanırım. Ablam için söylenmiş, onu yakalandığı amansız hastalıktan kurtarıp hayata bağlama dileğiydi, başarılmış... Ömrü uzun olsun ablamın, annem nasıl da içinden yanmış.

"İlk gözüm ağrısı canım Tülay’ım,
Kimseler üzmesin benim Tülay’ım,
Dediğim olmadı gülüm Tülay’ım,
Dilerim Allah’tan çok yaşa kuzum,
Ayağın değmesin hiç taşa kuzum."

Ve özlemleri doğuran ayrılıklar ana yüreğini nasıl yakarmış, ona örnek de yine annemden gelsin.
Çok uzak bir yere atandığım için, terörün en belalı günlerinde canımdan kaygılandığı için, yani aslında o kaygıya kendi yüreği dayanmayacağı için yanıyordu da yüreği, sanki beni de bir daha sağ görememek duygusu çöreklenmişti içine, benim için yaptığı ağıt daha ben ayrılmadan dökülüverdi dilinden, gözlerinden dökülen yaşların eşliğinde.
Hiç unutmayacağım bir an kazındı işte o anda yüreğime. (Ki o gidişim ondan en uzak oluşumdu, dönüşümde sağ göremediğim...)

"Kar mı yağmış şu Mardin’in dağına,
Ünsal’ım gidiyor Gercüş eline,
Ben sana dayanamam hey aslan kuzum,
Ağlayı ağlayı kör olur gözüm".

Anaların diline ağıt düşürmeyecek bir ülke özlemiyle. Güzeller güzeli annemin anısına.

Gebze, 27.10. 2005, Ünsal Çankaya.

HUKAB
Hukuk, Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi.
Ekim- Aralık. 2015. Sayı:15


https://ayisigindan.blogspot.com/p/istasyoncu-baba.html

İSTASYONCU BABA

Bir trenci kızı iseniz... Bir trenci çocuğu... Babanız Devlet Demir Yolları'nda memur değildir, işçi değildir, trencidir onun adı. O baba eve bazen gece gelir, bazen sabah... O babanın istasyoncu giysisi vardır yakışan. Şapkaları vardır yıldızlı aylı... Kimi zaman laciverttir o giysi , kimi bahar gibi ketenle gelir. Baba evde ise hep pijamalı, hep uykuda o baba... Nöbet sonrası, nöbet öncesi...Uykuyu alacak ki işini yaparken uyanık kalsın, zamanında indirsin raylara o makası, zamanında alsın istasyona treni, zamanında sallasın çığlıklandığında arkasına bayrağı...

Öldü benim babam...

Emekliydi. Sevdasını, türküsünü alıp getiren, taşıyan, sonra birden götüren o trenlerinden ayrılalı çok olmuştu. Ah babamın ciğerleri kara trenlerin kömür karası...Yetmezdi sanki, içtiği Birinci sigarası... Paket paket... Ucu ucuna... Ateşi ateşine...

Öldü benim babam...

Ne kadar az görmüştük çocuklukta... Ne kadar çok sevmiştik. Nasıl özlemiştik nasıl? Kocaman kocaman kucaklardı görünce istasyonunda; "hasta mı olmuş oğlum? " derdi , "hasta mı benim kızım..? "Trenleri seyrederdik doktor ilaç yazınca, eczaneden ilaçları alınca... Hele bir de iğne yapılmışsa canımız yanmışsa. Köfte yerdik istasyon lokantasında... Piyaz yerdik doyunca... Bir de kadayıf kaymaklıca.

Ah... Bir trenci çocuğuysanız... Özlem hiç bitmez... Kaç yıl doya doya yaşasanız da sonra - emekli olduğunda - anneniz ölüp o yapayalnız kaldığında - yanınızda kalınca... Çocukluğunuzu özlersiniz... İstasyonları... Kara trenleri... İçinizi titreten tren devrilmiş haberlerini yine endişeyle düşünürsünüz... Babanızın aslında hep istasyonda çalışması değiştirmez o endişeyi; çünkü evde çubuklu pijamadır babanın giysisi... Baba istasyoncu olunca kucaklar sizi...

Bir de üç yaşındadır kardeşin, o gün köfte yedirip seven babayı akşam pijamalı görür yemekte, henüz neden iki farklı kişi olarak algıladığı belli değildir ama paylaşır büyük haberi : " baba baba biliyor musun ben bugün' istasyoncu babamı' gördüm ?!". İşte o günden beri hepimiz için anlam kazanır o işin giysisinin kişiyi imlediği...

Özlenir istasyoncu baba...Özlenir kara trenler... Raylar... Vagonlar... Lokomotifler...

Şimdi bu özlemi bir de şiirlemeli... Yetmez anlatmaya özlemi; ama denedim der kızı, denedim...
İçinde tren düdükleri...

KARA TREN

bir çığlık daha
yükseliyor demirden
vurdukça ateş

ellerinde gün
aydınlığında güneş
raylarda tren

beklediğim sen
istasyoncu babamsın
çocukluğumla

ah babam benim
hangi tren avutur
küçük kızını

bindirmediğin
trenlerin getirmiş
kara haberin

lokomotifin
ardında katarından
ayır vagonu

bir çığlık daha
yükselsin yüreğimden
indir makası

tam tara tam
buharları saklasın
gözyaşlarımı

her istasyonda
seni beklerim artık
kara trenden

Gebze, 22.04.2012, Ünsal Çankaya.

1=) TEMMUZ. 2012. AKATALPA - 151.Sayısı
2=) Afyonkarahisar'da yayımlanan AFYON DENGE Gazetesi'nin 23 Temmuz 2014 tarihli nüshası

Hey babam...
Daha dün ..Nasıl da sıcaktı öldüğün gün, köy, yol...
Aynı sıcakları yaşıyoruz biz, yokluğunla kavrularak içimiz...
Sanki hep yanıyoruz... Bitmeyen bir yangınla..



https://ayisigindan.blogspot.com/p/adalet-ve-demokrasi-haftasinda-ugur.html

Adalet ve Demokrasi Haftası'nda Uğur Mumcu

Adalet öldü diye bir yabancı ülkede dörtten fazla kez duyulmuş kilise çanı.
Hiçbir ünlü, muktedir ya da papa için bile çalınmamış o kadar fazlası.

Ülkemizde en değerli insanlardan birisi sokağında bombalandı. Hukukçu ve gazeteciydi.
Diğeri faili meşhur-meçhul bir suikast ile oldu canından. Hukukçu ve eğitimci ve siyasetçiydi.
Üzerinden yıllar geçti bu kıyımların.

İkisinin ölümünü kapsayan ocak ayının son haftası ironi zirvesi bir tanımla adalet ve demokrasi haftasıdır ülkemde. Oysa adalet ve demokrasi tam olabilseydi ve doğru işleyebilseydi tüm kurumları, belki de yaşıyor olacaklardı ecel gidelim diyene dek her ikisi de.

Ama işlemiyordu. İşlemiyor yine. Karanlıkta kaldı her iki ölüm de.
Maşalar yakalandıysa bile, maşayı tutan eller ortaya çıkmadı devletin adalet belgelerinde.
İşine gelmiyor kimilerinin aydınlık, işleyen demokrasi, doğru terazi.

Adalet ve demokrasi istemekten vazgeçmiyoruz yine de.

AMA İYİ GİTMİYOR

Üyesi olduğum sanal medya her açmada soruyor.
Nasıl gidiyor Ünsal?
Nasıl gidiyor değil diyorum, nasıl gitmiyor.
Ne yapıyorsun diyorsun, niçin ilgileniyorsun ki, bırak kendi halime.

Nasılsın de bir kere de. Gerçi nasılsın dersen de olumlu yanıt bekleme.
Olduğu kadar yaşıyoruz artık, belki iyiyim diyeceğim... Ama iyi değilim aslında.

Ülkemde hiçbir şey iyi gitmezken, yirmi yıl olmuşken o fikir sahibi olunması için bilgi sahibi olunmalı diyen hukukçu gazeteciyi bombalar aramızdan alalı.
İnsanlar şimdi evlerinde daha güvensiz ve her an başlarına bir şey gelecek endişesiyle yaşarken…
Gerçek tevekkül sahipleri dışında din pazar malı gibi pazarlanıp, alıcısı da satıcısı da insanların bu halinden utanç duymak yerine timsah doyumları yaşarken...

Hiç iyi gitmiyor, hiç. Yeter artık diyorum. Sorma gayri. Gebze, 24 Ocak 2013.

HUKUKÇU GAZETECİ

Her iki niteliği de hak ederek yaşadın ömrünce.
İyi bir hukukçu idin, ondan da iyisi araştırmacı bir gazeteciydin.

Yirmi koca yıl bitti. Hep beraber vurulduk, ama unutmadık seni.
Oğlum kucağımda, sessizce ağlamaktaydım televizyon başında.

Herkes-ama herkes- bilerek-bilmeyerek talan etti ayaklarıyla 'olay yerini. 
Çünkü kimsenin yoktu niyeti ortaya çıkarmak için gerçeği. Çünkü zaten bilen biliyordu gerçek faili-failleri, olabildiğince örttüler üstünü, olabildiğince yanılttılar hedefi, saptırdılar keyfiyeti...

Sevgili Uğur Mumcu gazete henüz gazete iken ilk okuduğum isimdin, ailemden biri gibiydin. O nedenle üst katımızda oturan Savcı Hanım oğulla geceleri uyumadığımızı bilip, telefonla haber vermişti uyandırıp... Eşim nöbetçi olduğu sağlık ocağından koşarak gelmişti geri...
Rahmetli babamın bile gözlerinden akıyordu durduramadığı yaşları.

Seni özlüyoruz.
Bu ölümün üzerinde perdelerin çekildiği sus yılıdır...
Bunlar zamanı aşıran pus yıllarıydı. Yüreğe de sus düşecek sandılar.
Sis dağılmadı ölümünün üzerinden...

Ama darmadağın ettiler ülkemizi önce, sonra aralarında bir üleş kavgası oldu Tarikat-Siyaset-Ticaret kitabında saptadığın her birimin...

Ülkemde tam da şimdi senin varlığın gerek... Çünkü 'unutma' dedin, unutmadık seni.
Hep beraber vurulduk, ama unutmadık... Gün seni özleme günü. Gebze, 24.1.2014.

UĞUR MUMCU İÇİN MIRILDANMALAR

Hiçbir şey olmadı sanmayın Mumcu sonrası...
Unutulmayacak ölümler arttı dahası!
Bu halk geçmişi unutmazdı, ezberindeki kavramların hepsi yerle bir edildi.
İçi boşaltıldı değer duygusunun.
Değer duygusu ile dolacak kavramlarını yok ettiler. 
Dilinden başladılar ve dininden çıktılar ki artık doğru sandığı hiçbir şey doğru gibi gelmiyor ona. 
Bunların en güzelini de Mumcu yazardı ya... Önce onu bombaladılar ki bir daha fikirle bilgi ilişkisini kuramasın istediler anlamaya aç ve açık insanlar.
Unutmadım diye sesleniyorum ona her aklıma düştüğü olay sonrasında, unutmadım seni!
….

"Mumcu olsa, aydınlatırdı gerçeği"... 
Biz de hissediyoruz geleni, olanı, biteni...
Ama Mumcu bulurdu belgesini, çarpardı yüzlerine tufeyli taifesinin...
Utanmayı da unuttular gerçi, ne yararı olacaktı ki? 
Tümünü yazdı yıllar öncesinden yaşayacaklarımızın... Birebir gerçekleşti...
Görüyor, biliyoruz... DUR diyoruz, sesimiz nasıl da duvarlara çarpıyor artık... Nasıl da ördüler çevremize bu yüksek duvarları... Gebze, 24 Ocak 2016.

ÜŞÜME SAKIN!

Seni bile unutursak biz, unutursak eğer yıllar geçti de zaman aştı diye... 
Sakın ha bağışlama bizi.
Seni öldürenden sonra da çok bomba patladı bu ülkede, çok insan öldürüldü, onların acısıyla da yandı kalbimiz, ama her keresinde dedik ki; 
Mumcu olsa aydınlatırdı bizi, bulurdu o gerçeği!

Bir gün unutursak seni; her gün karanlıkla vurulduğumuz, bilgisizlikten öldüğümüz, fikir yürütmeyi beceremediğimizden olacak emin ol ki!

Hiç rahat uyumadığın yıllar artıyor biliyorum, pencereler kapalı, köşeler tutulmuş, sokaklar üzgün.
Üzgün "vurulduk ey halkım, unutma bizi" dediğin zamanı anımsayan dostların, okurların. 
Üzgün gökyüzünde özgür uçan kuşların.

Kuşlar unutmaz biliyorsun değil mi? 
Anımsaması için kazılır genlerine göç yolu.
Anımsarlar yaşamanın yolunu.
Yaşatmanın yolunu. 
Göç göç olsa da katar katar turnalar; 
Konduğu, konakladığı yerlerde mutlaka yaşama umudu, yaşamın can suyu var.
Kuşlar anımsar, bize anımsatırlar.
Ölseler bile anımsanacak olanları arkada bırakırlar. 
Hem bunu bilmek yetiyor.
Boşuna ölmedin sen.

Ankara yine kar altında görüyor musun?
Yine karanlık hava, yine zehir soluyor güvercinler.
Birer birer düşüyorlar, tam üzerine toprağının.
Yün bir yorgan gibi.
Üşüme diye!
Anımsanacaklar ise artık kalbimizdedir. Üşüme sakın! Gebze, 24.1. 2016.

Ülkeyi daha da yaşanmaz hale dönüştüren terör artmış, ekonomik güç, eğitim, tarım, sanayi dünya ekonomileri arasında en son sıralara inmişken… Göçler ve bölgedeki savaş yüzünden insan olarak acıma duygularımız artmış, çaresizlik yükselmişken…
Yaşasan nasıl da yazardın tüm aşamalarını sırayla ve ipliğini pazara dökerdin sorumlularının ta yıllar önce işaret ettiğin tarikat ve siyasetleri anlatan kitabında köklerini yazdığın gibi diyorum bu yıl.
Yazardın ve bilirdik ki doğrudur bunlar.
Olmuşlar, olacaklar birebir aydınlanırdı.
Hissettiklerimizin adını koyardın yine, “işte bu!” derdik kalbimizle…

Senin ve Profesör Muammer Aksoy’un neredeyse tüm yetkililerin gözü önünde öldürülmüş olduğunuz gerçeği bir kez daha çarpıyor yaşasaydınız dediğim andaki düşe…

Ders aldı mı yönetenler bu yaşadıklarınızdan dersen eğer… Sanmıyorum. Sizden sonra da benzer niteliklerde öldürülenler oldu ve aydınlanamadı ölümleri aynı şekilde.

Ama seni öldürmek isteyen değil de belki dinleyenler çıkardı diye bir hayalim var hep.
Ülkem için hukuk ülkesi demek özlemim benim. Laik, demokratik bir cumhuriyet yaşamak istediğim.
Umudum azaldı çok, ama yine de bu hayalden vazgeçmek istemiyorum.
Demokrasi tam olsun ve adalet özlendiğince yaşansın diye.

Gebze, 23.1.2019, Ünsal Çankaya
24.1.2019, Sol itiraz com


https://ayisigindan.blogspot.com/p/bozuntuya-vermeyin.html

BOZUNTUYA VERMEYİN

Bu ülkede siyaseti, dili, dini ayrı diye hedefe alınıp vurulan ilk insan değildi o.
Ama on iki yıl oldu. Bu ülkede Hrant adlı bir yurttaşımız vuruldu.

Üzerine gazeteler örtülür sokakta vurulanın.
Ayakkabısına bakar yine de dostu düşmanı.
Oradan anlaşılır insanlığa adımlanan yol.

Hrant dünyalar dolusu yol almıştı.
Arpa boyu gidemeyenler onunla, insanlığını anlamadı, sonrasına yine de saçmaladılar; "Affedersiniz, o biraz Ermeni’ydi!" sözleri hiç unutulmadı.

Yıllardır bu ülkede aydınlar sırf bu nedenle vuruluyor; ışığıyla aydınlanan olmasın diye. Onlar vuruluyor, biz ağlıyoruz.
Hiç değişmiyor.

Bulunacak vuranlar deniyor, göstermelik, maşalar susturuluyor sadece, koruyan ve kollayanların yeri ise her zaman su başında.
Hiçbir olay tam aydınlanmıyor.

Ağıtlarımız göğe yükseliyor, gözyaşlarımız sel oluyor, ama o selde sorumlular utanmadan yarabbi şükür diyor.
Çünkü gözyaşlarımız bizi boğuyor sadece, ağlatansa gülüyor!

Son gülen biz olacaktık hani, hani hep güzel olacaktı yarınlarımız?
Bırakın bizim olacak yarınları, bu ülkede günde bile bir özgür nefese nasıl muhtacız.
Nasıl da büyüyor geleceğe kaygımız, kırılıyor umutlarımız.
Yaşatılan baskıdan kırılıyor dalımız, suskuya mâhkum oluyoruz.
Gardiyanımız dost sandıklarımız.
Yoksa her sözümüz böyle denetlenebilir mi?
Ya da her bakışımız?

Vardığımız nokta siyaset dünyasında, ya da dünya siyasetinde tek sözcükle dikta olarak tanımlanıyor, ama bu sözcük bile yasaklı yıldızlar gibi. Tarihi o nedenle anımsamalı. Çünkü yaşamın her alanını kontrol ancak diktalarda mümkündür.
Yeter demek yetmiyor, oy vermek yetmiyor, dünyamız hiç güzelleşmiyor.
Mücadelede bir olunamıyor artık, çünkü güzel günler isteyen bir avuç insan kaldık, çünkü hep darmadağınız.

Ölenlerimize, öldürülenlerimize yanıp duruyoruz yıllardır.
Yaşıyorsak sadece ağlamak yetmiyor, bilelim, çok yanıldık!
Öldüysek de sakın bozuntuya vermeyin!
Tinimizden söyleyelim türküyü.
Yendiklerini düşünüp sevinmesinler!
Malamat mı olalım dosta düşmana?

Gebze, 19.1. 2019, Ünsal Çankaya.

20.1.2019, SOL İTİRAZ COM

Son bölüm Almanya'da yayınlanan Merhaba Berlin dergisi 8 Şubat 2016 tarihli nüshasında, Münir Bağrıaçık'ın yazısının giriş bölümüne alıntı olarak, adımla girdi. 


https://ayisigindan.blogspot.com/p/beka-dedigin-oz-ile-saglanir-soz-ile.html

BEKA DEDİĞİN ÖZ İLE SAĞLANIR SÖZ İLE DEĞİL!

Devletin Anayasasına işlenerek devlet diline laiklik ilkesinin yerleşmesinin 82. yılı.

Devletimizin dini yoktur o yıldan beri.

Olağanı da olması gerekeni de budur, devlet soyuttur çünkü.

Onu -o soyut kavramı, devlet kavramını yani- oluşturan ilkeler somutlar ülkenin varlığı ve devamlılığına ve yurttaş olan, olmayan tüm insanları kapsayıp, onların yaşamlarına dokunmasını...

“Laik, sözlük anlamı ile ruhani olmayan kimse, dini olmayan fikir, kurum, sistem ve ilke anlamına gelmektedir. Laiklik ise kısaca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından tarafsız olmasını ifade etmektedir.”

Anayasamıza laiklik ilkesinin yerleşme süreci Özdemir İnce’nin 5 Şubat 2010 tarihli Hürriyet Gazetesindeki yazısında açıkça belirtildiği gibi şöyledir:

“4) 1924 Anayasası’nda devletin dininin, İslam dini olduğu belirtilmiştir. Hilafetin Anayasa’dan önce kaldırılmış bulunmasına, Anayasa’nın kendisinin de laik olmasına karşın, koşullar böyle bir kuralın Anayasa’da yer almasını gerektirmiştir. Kuralın Anayasa’nın 2. maddesinden çıkartılması ancak 10 Nisan

1928’de yapılan Anayasa değişikliği ile olabilmiştir.

5) 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle, 2. maddeye, Devletin temel nitelikleri olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında yer alan altı ok, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” biçiminde girmiştir.

6) 1961 Anayasası Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve ‘Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

7) 1982 Anayasası Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 4: Anayasa’nın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Madde 174: Anayasa’nın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasa’nın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

Laiklik ilkesi o topluma ait her bireyin din, dinsizlik tercihlerinin istisnasız güvencesidir.
Öncelikle laiklik ilkesinin gereğidir bu tutum.

Sonrasında; başlangıç hükümlerinde başlıkları madde metinlerini bütünleyecek biçimde yazılı, devletin tüm nitelikleri açık açık sayılarak vurgulanan ve “bu ilke ve niteliklerine bağlı kalacağıma ant içerim” diye edilen yemine ve o yeminin yazılı olduğu anayasaya bağlılığın tutum ve davranışlarla desteklenip, halka o anayasanın tüm hükümleriyle bir yönetim taahhüt edilmekle kalınmayıp, inanıldığı, bu inançla da hükümlerin ayrımsız ve yok sayılmadan icra da edildiğine ilişkin güven ve güvence vermektir.

Oysa çok uzun yıllardır ‘Devlet Adamları’ ise devlet adına yaptıkları her açıklamaya kendi dinlerini asli müdahil etmekten kaçınmadılar, bunun laiklik ilkesinin güvencesini yaşayan yurttaşlardaki güveni yıktığının farkına varmadılar ya da bilerek umursamadılar.

Kimseye kendi dininin -dinsizliğinin- söylemleri ile hitap edemez devlet adına açıklama yapan devlet görevlileri. Dayatamaz kendi tutumunu tüm yurttaşlara. Eskiler bu yüzden “ibadet de kabahat da gizli” deyimini üretmişlerdir. Gösterişle dayatılan inanç ya da inançsızlık yönetilenlerde yönetene yaltaklanmaya ya da devletin geleceğinden kaygı ve devlet adına görev yapanlardan korkuya ve bu kişilik zaafları da yurttaşta var olan devlete olan inancı zayıflatmaya neden olur.

Bu yemine bağlı kalmayanların kaypak tutumları “politika halkı ikna etmekte kullanılan en büyük yalandır” diyen sofistike görüşlerin kanıtı oldu.

Halkın bir kesimi değişik dönemlerde ’kendilerinden olan ‘birileri iktidarda diye sevindi, sevindiği gibi ayrıcalıklar da elde etti devletle ilişkisinde…

Bir kesimi ise işte tam bu yüzden açıkça kendi değerlerinin dışlandığını hissetti ve olumsuz sonuçlarını yaşadı…

Oysa ne kayırılmak ne de kayırılanların olduğunu görmek istemeyen, anayasaya bağlı yurttaşlar olmalı, çoğunlukta onlar var ise o ülke yaşanası bir ülkedir.

Bizim ülkemizde de anayasaya bağlı yurttaşlar hâlâ çok ve onlar tüm diğer yurttaşlarla birlikte eşit ve güvenceli yurttaş olduğuna inanmak istiyor ve çok zamandır her defasında kendi inancının ‘yalan yere’ edilen yeminle yok sayıldığını görüyor, bu bakımdan hangisi olursa olsun bir dine inanan insan yöneticilerin bu tutumu yüzünden o dinden soğumaktadır.

Dinsiz olan ya da tanrıya inanıp da kitaplı dinlere inanmayanlar için devlet adına görev yapanın anayasada yazılı laiklik ilkesini bozan yemin ve onu da yok sayılarak onları bir dine yöneltecek eylem ve söyleyişlerinin muhatabı olduğunda kendi anayasal hakkının -inanmama özgürlüğü dahil-yok sayıldığını, devlet katında ikinci sınıf yurttaş olduğunu, dışlandığını, aşağılandığını görüp ülkedeki yurttaşlara eşit yönelmeyen her devlet tutumu ile dünyası kararmaktadır.

Ülkemizde dünyada doğup, geliştiği şekli ile anayasamızda yer alması bu coğrafya dahil tüm dünya ülkeleri arasında gelişmeye, refaha yönelten en büyük adım olmuştur…

Bu yüzden özellikle devlet adına görev yapanların laiklik ilkesine sahip çıkıp, söz ve eylemleriyle bu ilkeye aykırılıklarla ülkenin varlığına ve kuruluş ilkelerine zarar verenleri ve ilkeye sahiplenenlere zarar verenleri yargı önüne çıkartması gerekir.

Çünkü anayasa ve bu yasaya uyumlu ve bağlı özel ceza yasalarında bu görev emredilmiş, takdire ve keyfiliğe bırakılmamıştır.

Oysa görevi bu ve diğer ilkeleri korumak, uymak ve uymayanları devletin yargısı önüne yollamak olan ‘Devlet Adamları’ ise devlet adına yaptıkları her açıklamaya kendi dinlerini asli müdahil etmekten kaçınmadı ve günde gelinen noktada devlet adına ayrımsız görev yapılmadığını görüp devlete ve aynı görevlilerce kayırılan birileri olduğunu görüp o yurttaşlara ve sonuçta tepeden aşağıya birbirine güvensiz yurttaşlarla doldu ülkemiz.

Bizzat en yetkililerin tüm iş ve sözlerinde belli bir dini ve o dinin belli bir mezhebini savunmaları ile artan bu kara gidişat durmalıydı ama durmadı. İç ve dış güçlerin böl ve yönet ilkesini kolayca uygulayabildiği coğrafyamızda kaçınılmaz olan ülkemiz için de gerçekleşti ve devletin laiklik ilkesini, anayasada yazılı yemine rağmen çiğneyenler arttı. Bu aymazlık önceleri küçük küçük isyanlar ile patlasa da son kırk yılı kapsayan bir “tarikatlaşma” oyunu ile derinden ve gizli yayılmalarla devletin tüm yönetim alanlarına sızılıp, laiklik ilkesini yıkmaya, ülkeyi bölmeye hevesliler arttı.

Ülkenin bu karanlık günlerden kurtuluşu elbette mümkün.

Öncelikle ayrımsız tüm yurttaşlara aynı eşit mesafede olunduğunun anayasada yazılı güvencesi yaşama geçirilmeli ve yurttaşların yönetenlere güveni geri gelmeli ve bunu sağlamak için de tüm kademelerdeki yöneticiler hukuk devleti olmanın gereğini ve laiklik ilkesine bağlılığın gereğini yüreğinde duymalı, iş ve eylemlerine ve en önemlisi sözlerine yansıtmalıdır bu kararlılığı.

Devlette devamlılık asıldır, her kademede görev alanlar ise geçicidir ve her görev döneminde o görevli kendi çalıştığı sürede kendinden öncekilerin başlattığı yasal uygulama ve görevleri devamla sonuçlandırır. Bu görevin koşulu ve sınırı anayasaya bağlılık yemininde yazılmış ve her kademede yemin ile sımsıkı tekrarlanmıştır… Devamlılığın esas-temel-olduğu, bu devamlılıkta kuruluş ve çağdaşlaşma için belirlenmiş tüm ilkelerin emir, rehber olduğu unutulmamalıdır.

İnsanlar en yetkili yerlerde de olsalar kendi inançlarını tanrısı ile arasına -gizliliğe- bağlamalı ve devlet adına söylemde laiklik ilkesine bağlı kalacağına ilişkin yeminini özü ve sözü görev süresince bir olacak, herhangi bir nedenle, sözü ve tutumu ile yalanlanmayacak şekilde icra etmeli.

Yönetenlerin yurttaşları bir arada tutma, yaşatma ve devletin devamlılığını sağlama görevlerini savsaklaması dahi kabul edilemezken o görevin asli ilkelerini yok sayanlar arttıysa…

Yurttaşlar anayasalarına ve yazılı oy haklarına sahip çıkarak buna dur diyebilmeli.

Bütün bu ayrışmalar o ilkeye -laiklik ilkesine- hak ettiği değeri vermekten vazgeçmekle ilgili…

Vazgeçmiyorum diyenler korkutulmasın, korkmasın. Ben vazgeçmiyorum.

Çok şey düzelecek o zaman...

Gebze, 5.2.2019, Ünsal Çankaya
Sol İtiraz . Com


https://ayisigindan.blogspot.com/p/misir-bizim-neyimiz-olur-mursi.html
MISIR BİZİM NEYİMİZ OLUR? MURSİ YURTTAŞIMIZ MI?

Uzun süredir astım yüzünden uyku düzenim yok...
Evden çıkmadığım için de günlerin hangisini yaşıyorum farkında olmuyorum çoğu kez...
Perşembe gecesi olduğunu yatsı ezanı öncesi okunan, cuma günü olduğunu öğle ezanı öncesi okunan selâ ile anlıyor, zamanı böyle belirliyorum...

Diğer zamanlarda zamansız bir selâ varsa... Ardından zaten hoparlör hangi blokta, hangi dairede yaşayan- bir zamanlar- bir kişinin ölümü, cenaze namazı ve defnedileceği mezarlık hakkında bilgiyi de sunuyor. Tanıdık bildik biri ise cenaze törenine katılmak, aileye taziye için o son anonsu dikkatle dinliyorum. Değilse Allah rahmet etsin diyorum, kalanlarına sabır versin diyorum... Hiç tanımadığım biri için bile son iyi dilekler iyidir diye.

Olağan hali budur zaten insanların diğer insan ya da hayvanların ölümleri ile ilgisinin.
Yakınımızsa ağlarız, üzülürüz... Yakınımız üzüldü diye üzülürüz. Devlette iyi bir yönetici ise üzülürüz... İnsanların ya da hayvanların ya da bitkilerin, ağaçların, ormanların, doğanın bile ölümlerine öyle ya da böyle üzülmek ölüm şekli ya da yaşı, konumu vb. nedenleriyle duyulan ek bilgilerle değişir...

Geçen gün Mısır'ın devrik Cumhurbaşkanı mahkemede kalp krizinden öldü. Haberler böyle verildi. Allah rahmet etsin dedim... Bitti ilgim.

Oysa devlet yöneticilerinin ilgisi bitmemiş...
O zamansız uykularımın birine hava çok sıcak diye pencereyi açık bırakıp dalmışken evin içine patlayan hoparlördeki selâ sesi ile fırladım... Bekledim, acaba kim dedim, ardından sitedeki birinin ölüm haberi verilmedi...

Uyanmışken televizyonu açtım yine... Ülkenin her minaresinden selâ verilsin emri çıkmış yöneticilerden... Selâ bir gün önce ölen Mısır'lı Mursi için...

Mursi kim? Hısım, akrabamız değil...
(Mısır’ın darbe ile devrilen eski devlet başkanı, Uluslararası bir terör örgütünün de eski üyesi.)
Mısır nere? Ana ya da yavru vatanımız değil...

Laik bir hukuk devletinde bir başka ülkede ölen devlet yetkilisi- eskisi, yenisi fark etmez- için taziye şekli bellidir.

Ülkemizde ülkelerin bağı ve bağlılığına göre katkısı çok ise bayrak yarıya iner ve saygı duruşunda bulunulur.
Bunun için de millet adına TBMM karar alır.

Devletin yönetim kademesi- hükümet diyemiyorum- o yok şimdi- diğer devletin yönetim yetkilisine taziye telgrafı yollar.

Davet edilirse düzenlenen cenaze törenine katılma da devletler arası ilişki düzeyi ile belirlenir. Uluslararası protokol kuralları bu nedenle vardır. Ülkelerin devlet gelenekleri de bu nedenle vardır. Ben cenazeye gitmek isterim diye tutturamaz yetkili, kurallar uygun değilse...

Kişisel taziye ise dertleri ülkenin anayasal kurumları alet edilemez...

Gıyabi cenaze namazı kılmak diye bir şey siyasi bir icat...
Yoktu daha önceleri. Dincilerin dini uygulamalarla ülkeyi hukuktan uzaklaştırma amaçlarını pekiştirme ve ülkede din kurallarını etkinleştirme amacının yaygın kullanımı için merkezi emirle cami hoparlörleri kullanılır oldu.

Kendi ülkesinde o ülkede bile yapılmayan törenden fazlasını icra ve herkesi cenaze namazına çağırmak kadar akıl almaz bir işlem sadece bu cenazeyi de iç siyasetinde kullanmayı amaçlayan birinin "ben yaptım, oldu" dediği yönetim şeklinin yeni bir tezahürüdür.

Nitekim yine İstanbul seçimine bağlamıştır iktidar (orada ölenin ülkemizle bağı, ülkemize saygısı, sevgisi ve katkısı değildir esas olan- çünkü bu tür katkılar ve ilgiler yoktur- sadece o ölümden de çıkar sağlanarak yapılan mitinglerde bağırarak yapılan) o konuşmayı...

Bizim ülkemizde ölen onlarca devlet yetkilisi oldu, onlarca yıldır ölen...
Duyan, gören, okuyan var mı hiç, bilen söylesin Allah aşkına... Mısır onlar için gıyabi cenaze namazı kıldı mı?

Ülkenin her yerinde selâ... Eş zamanlı... İl merkezlerindeki en büyük camilerde gıyabi namaz...
Bu taziye şekli ne zaman girdi yaşamlarımıza, bilen var mı?
Yasalarımıza eklendi de haberimiz mi olmadı?
Bunlar niye yapılıyor?
Hangi hakla?
Hangi yasa uyarınca?

Bu devletin anayasası der ki...
"Madde 1: Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.
Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Madde 3: Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı "İstiklal Marşı"dır. Başkenti Ankara'dır."

Değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen bu üç maddenin herhangi bir sözcüğünde devlet yetkilileri kendi dinlerini ülkenin dini sayar ve ülkede her gün her iş ve eylemlerinde ona göre davranır diye bir anlam çıkaracak bir Allah’ın kulu var mı?

"Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir" diyen Anayasamız rafa mı kalktı?

Anlaşılan o ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının görevleri sadece çay toplama seanslarına katılım ile sınırlandı!

Gebze, 21.6.2019, Ünsal Çankaya.
Sol İtiraz. Com. 23 Haziran 2019.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/hava-cok-sicak-ve-zeytin-le-limonun-son.html

HAVA ÇOK SICAK ve
ZEYTİN' LE LİMON'UN SON MACERASI BENDE. 

Bu anı parçası önceki yıl 13 Ağustos tarihinde yazılmış;
Bugün gözden geçirilmiş ve
"Sevgili Ahmet Erhan seni de hiç unutmadım!" demek için paylaşılmıştır.

Hiç unutmadım.

Üstelik Ağustos bu yıl geçen yıldan sıcak!
Ama dayanılacak!
Sözüm var kendime.
Ahdim var.

*******

Sıcak.
Ağustos kahrediyor yine.
Yarılandı neredeyse. 
Öyleyse dayanmalı az daha, kaynanam haklıdır belki de.
"Ağustos'un yarısı yazdır!" diyen kaynanamı anımsıyor kocam sık sık.
" Eskiler hep öyle dermiş!" diyor.

Sivas için elbet doğrudur o söz, gerçek karasal iklim.
Hem geceleri Temmuz'da bile donardık biz Afyonkarahisar'da.
Ağustos yarılanınca henüz soba yakmasak da yün yorgana geçilirdi mutlaka.

Ben de "Yarısı değil tümü yaz olsa!" diyorum bir yandan.
Çünkü henüz deniz yüzü görmeye gidebilme umudum var.
Bir yandan da "Birden soğusa ortalık!" diyorum. "Ölse şu sinekler filan!".

Üstelik şimdi nemli-yapışkan sıcağı yaşadığım yer Marmara.
Esinti yok, nem yoğun, terliyorum ve kurumuyor, yanıyor boğazım.
O yoğun nem havadaki tozlarla doluyor burnuma...
Alerjilerim artıyor. Tıkanıyor nefesim. Uyku tutmuyor sabaha kadar. 
O ciğersiz yakıcı minik sineklere hiçbir ilaç işlemiyor kanımca.
Ya da bağışıklık kazandılar hepsi.
Gelip yüzüme - gözüme çarpıyorlar sersem sepet.
Yakalanmıyorlar.
Burnuma, nefes alabilmek için açtığım ağzıma girecekler diye de korkuyorum boyuna.
Emeklilik dilekçemi yolladım.
Sosyal Güvenlik Kurumundan "Tamam, emeklisin! " diyen yazıyı bekliyorum.
Henüz bir ay olmadı, evdeyim.

İlk hafta neredeyse uyanmadan deliler gibi uyudum.
Uyandıkça "Uyu!" dedim kendime, dişlerimi sıkmamak için.
Emeklilik düşüncesini hazmedebilmek için.

Çünkü bir siyasi sürgün gibi sürdüler beni atanma istemeden ve ben emekliliğe zorlandım.
Ya da yalanla hükmedenlere boyun eğmemek için plânlayamadığım bir emekliliği seçtim.
"Bugüne dek eğilmedi o baş!" dedim... Yasal olarak on yıldır hak ettiğim o yola geçtim.
Elimde “hukuk içinde” başka bir “yasal yol” olmayışından duyduğum kahırla elbet.

Sonra bir gün "Kalk!" dedim... "Yeter bu kahır!” 
“İşte ölüm var, onlar da ölecek ve sen bunu görebilmek için yaşamalısın..."

Çıktım, saçlarımı iyice kestirip geldim!

*******

Sahi o günün bir önceki gecesinde gençlik arkadaşım bir şair terk etti bu dünyayı...
Dört Ağustos iki bin on üçte " Gittin!" diye hemen bir ağıt-şiir yazdım.
Yasımı yazdığım bu not içine astım. 
Ağladım.

Yaşıtımdı Ahmet Erhan.
Ankara Çubuk Barajı'nda okullar arası piknikte aynı masadaydık biz.
Sınıf arkadaşı annemden kuzen kızı Yıldız'la aynı bölümdeydi Gazi'de.
Erkek kardeşim Almanca bölümündeydi aynı yıl. 
Bir dönemi yine de beraber okumuşlardı ortak derslerde.

"Ölünecek yaştasın işte!" dedim kendime onun da ölümü üzerine...
"Annen de bu yaşta ölmedi mi hem?"

"Ama sen kalk, sen ölme, sen sana bu acıyı yaşatanlar acı çekene kadar diren!" dedim...
"Çünkü hukuksuzluk nereye kadar dayanabilir bir ülkede?
Bitecek bir gün!" dedim.
"Sen de bunu görebilmeyi hak ettin!"

*******

Arada bayram geçti - bir yere gitmedik.
(Gitmeyişimiz de ayrı bir hikâye. Onu başka bir zamana yazayım.)
Davulcu dışında kapıya gelen - giden yok.
Yaz tatili; hiç tanımadığım çocuklar gelmedi şeker toplamaya.
Tanıdıklardan gelebilecek olanlar, yakın-uzak herkes izinde, tatil yörelerinde.

Uyuyorum sabah saati geldiğinde.

Muzaffer kendisi yapıp çıkıyor kahvaltısını. 
Hiç dokunmuyor bu ara bana. Yaşadıklarıma kıyamıyor da.
Uyanınca da ben atıştırıp, sanal tarlama domates, ya da başka şeyler ekiyorum.
Eğlencelik olsun diye bu oyun. 
Mevsimsiz ve gerçeği olmayan ürünler topluyorum ayrıca...
Kartopu ekiyor, kardan adam, kardan kadınlar hasat ediyorum örneğin yaz sıcağında.

*******

Neyse...
Asıl yazacağım 13 Ağustos öğle arasında yeniden uykuya dalışımdaki gördüğüm rüya.

Sımsıkı yumdum gözlerimi uyanınca aniden.
Hani çok güzel bir rüya görür, uyanınca uyuyup kalanını görmek ister ya insan...
Ben o ana dek gördüğüm rüyadaki bir davetiyeyi tamamıyla okumayı istedim.

Olmadı tabi...

Sımsıkı kapatmasaydım gözlerimi belki çocukken uyanıp, yeniden daldığımda hep uçtuğum şehrin üzerinde uçmaya devam ettiğim rüya gibi görebilirdim rüyamın devamını...

Rüyamdaki davetiye nasıl bir şey mi?
Şöyle:

Bir davetiye...
Kareye yakın biçimi, rengiyse yeşil ağırlıklı.
Çocukluğumuzdaki süsleme fenerleri gibi üzerinden asılınca katı açılanlardan.
Ancak yere doğru sarkıyor o zaman ve içini okuyabiliyor insan...

Süslere, yeşillere, dallara ve oyuntu şekillere anlam vermeye çalıştığımı fark ettim önce...
Sonra o şekiller anlam kazandı karikatür dünyasından.
Limon, Zeytin ve Limon'un anne ve babasından oluşan çizgi karakterler olduğunu fark ettim.
Oğlum uzatmıştı elime.
Uzandığım kanepeden hafifçe doğrulup ucundan tuttuğumu anımsıyorum.

Tek katlı bir evdeyiz; çok sade, iki üç kanepe var döşeme olarak.
Az ilerdeki masada babası kim olduklarını ayıramadığım bir kaç kişi ile sessizce oturuyor.
Arkaları bize dönük onların, ne konuştukları duyulmuyor, ne yaptıkları da görülmüyor.

Oğlumun küçükken nasıl da sevdiğini anımsadım Limon ve Zeytin’in macera kitaplarını...

Gülümsedim...

Oğlum eğilmişti bana doğru, gülümsüyordu; 
"Sürpriz yapacağım, beğenecek misin?" diyordu...
"Bakalım!" dedim...

İçine baktım ve açılan fenerin tabanında oğlumun adını gördüm...
Önce oğlumun adını gördüm...
Sonra nikâh sözcüğünü...

Başımı kaldırdım, oğlumun gülümseyen yüzüne baktım...

O an kalbimde bir kaç duygu birden çarpıştı...
Heyecan, kaygı, sevgi, sevinç...
O çatışmaya dayanacaktım ve devam edecektim içine bakmaya.
Kim olduğunu görecektim onu böyle gülümseten ismin.

Olmadı!

Çünkü hava çok sıcaktı.
Öğle sonrasına sıcak daha artmıştı.
Apartmanda kalan birkaç çocuk koridora sığınmış, koşmaca oynuyordu bağırarak...
Seslerine uyandım...

*******

Uyandım iyice. Uyanırken de;
"Hayırlar olsun!" dediğimi fark ettim yüksek sesle... "Hayırlar olsun!" 
"Neyse ki gündüz zaten! ". "Gündüz diye anlatayım demeye gerek kalmadı rüyayı böylece!" 
"Mutlu olsun oğlum!" dedim... "Mutlu!" Rüyamda bile aynı dileği seslendirdiğimi anladım o an.

Nasılsa gerçek hayatta da aynı duyguları yaşayacağım.
Sonra tek dileğim onun hep mutlu olması olacak...

Tabi aklımda kalan, yeniden uyumak isteğimin ve rüyanın devamını görmek isteğimin nedeni bir gerçek kız arkadaş var mı henüz bunu öğrenemeyiş...
Sordukça gülümsüyor sadece.
Ya yok henüz ya da varsa bile gerçekten kararlı oluncaya dek öğrenemeyeceğim galiba...
Kıyamam ki oğlumu sıkıştırmaya, soramam başkalarından saygısızlık olmasın diye.
Her şeyi gönlünce yaşasın ve dileyince paylaşsın bizimle, içinden geldiğinde...

Şimdi diyorum ki kalbimdeki o kaygılı huzurla;
" Bahtı güzel olası oğlum! Unutmayacağım işte!”
“13 ağustos 2013 saat 14.30’ da bir uykudan uyandım ben.”
“Ama o öğle uykusunda sana böyle güzel bir rüya gördüm!”
Aynı gece de yazıyorum ayrıntısıyla, unutmayalım diye..."

"Ve o davetiyeyi o kadar canlı anımsıyorum ki.”
“Limon'un annesi yürüyüp geçecekti sanki bir duvarından diğer duvarına...”
“İleride bundan bir davetiye çizelim sana... “
“İçine, adının yanına yazalım adını, seni gerçekten mutlu edecek güzeli bulduğun anda.”
“Belki şu an gerçekten de kim olduğu belli değil diye okuyamamışımdır, o nedenle yarım kaldı bu rüya!".

Gebze, 13-14 Ağustos 2013, Ünsal Çankaya.

EKİN SANAT Düşün Ve Edebiyat Dergisi, KASIM 2016, Sayı:130


https://ayisigindan.blogspot.com/p/depremde-olum-kader-degil-kederdir.html

DEPREMDE ÖLÜM KADER DEĞİL KEDERDİR AYMAZLIĞA

İlk kez uzunca 2013 yılı on altı ağustos gecesi başladım deprem hakkında yazmaya.
Ondan öncesi de var tabi. Şiire sığmaz hiçbir acı, yaşananlara tanıklığım ve kahrım sığdığı kadar.
Depremde ölüm kader değil kederdir aymazlığa dedim ilk uzun yazının başlığına. Kader deyip geçenlere sitem dolu bir cümleydi… Anlayan olursa tabi, okuyup buralarda.

O yıl Malezya'da da peş peşe iki deprem oldu. 6.5 ve 5.6. büyüklüklerde… Mal ve can kaybı yok.
Japonya’dakileri ise ne büyüklükte olursa olsun afet saymıyorum bile!
Yirmi yıl önce uyuyan ve sabaha, saat 03.02 de 7.2 şiddetinde depremle uyanarak yıkılan Marmara'da, sonrasında Düzce'de, sonrasında Kütahya'da, sonrasında Van'da ….
En son bu yaz Denizli’de defalarca yıkıldı insanlar ve her defasında ölçüsüz mal kaybı dışında insan ve havyan olarak binleri bile otuzlar- kırklarla ifade edilecek can kayıpları yaşandı.

O yıl sadece birkaç gün önce başka bir yerdeydim -iki gün sonra göreve çağrılmıştı tüm hakimler-döndük tatil için dağıldığımız yerlerden ve orada bile o saatte uyanıp -delice sallantıyı-  hissettiğimiz depremde ölenlerin kimlik saptamalarını, maddi hasarların mahkeme eliyle saptanması işlemlerini yaptık günlerce.
Geçtiğimiz kentlerde, kasabalarda, köylerde yıkılmadık yer kalmamıştı -enkazın tozu dumanı yetmiyordu, kokmuştu enkazdan henüz çıkarılamayan cesetler de.
Hiç burnumdan gitmiyor o koku... Yanıyor genzim düşünsem bile. Bu nedenle her yıl hiç uyumadan bekliyorum sabahı. Hiçbir şey değişmedi çünkü. Yine sahte zemin etütleri düzenleyebiliyor teknisyenler, yine günü kurtarmaya bakıyor denetmenler.

Kâğıt üzerinde görüntüyse mükemmel. Yeni yönetmelikler çıktı depreme karşı.
İnsanlar uysun diye değil, depremler duysun diye sanki.

Budalalık diz boyu. Doğa affetmiyor kendisine yapılanı. Doğallığından kuralsız çalınanı.
Bedelini çalıp çırpanlar ödemiyor. Bizler ödüyoruz. Bizim yakından tanıdıklarımız.
Günü kurtaran, sahteciliklere prim veren, nemalanan yurttaşlarla kamu çalışanları da yine bizim tanıdıklarımız.
Utanmak gerek.
Diğerinin yüzüne nasıl bakacağını değil; kendi çocuğunun yüzüne nasıl bakacağını düşünmek gerek. Ama inanın utanmıyorlar bugün üç kuruş ödeyip -denetlenmiş ve düzgün iş yaptırması gerekirken yerine "beleş” aldığı ruhsata sevinen yurttaşlar. İnanın utanmıyorlar o aymaz bürokratlar, bedeli namusluca ödense bile bir saatlik emekle doğrusu düzenlenecek ruhsatı masa başında imzalarken, ödenen o bedeli cebine indirmese de.
Hepten al gülüm ver gülüm sahtelikleri ise kim göre -kim duya?

Ancak bir deprem ayırıyor işte o zaman yapılan doğru işi. Ama ölenler arasında ayrım yapma gücü yok ki doğanın... DASK parasını kim bilir nereye harcadılar, toplanan deprem yardımlarını kim bilir hangi yandaşa hortumlayıp abat ettiler... Tüm ülkeyi on kez abat edebileceklerken.

Oysa ülkemde yine her yıl bu gece saat 03.02’yi bekleyen kaygılı insanlar var.
Çok daha ağırlarının da yaşanacağını bilen ve hiç bir önlemin de ciddiyetle alınmadığını, takip edilmediğini bildiği için yüreğinde hep endişe olan milyonlar var.
Kimisi de uyutuluyor; "Her şey Allahtan -kaderimizde varsa olur!" safsatasıyla.

Uyanın!
Tanrı size aklı başkasına teslim edin-biat edin diye vermedi.

Uyanın!
Sağlam bina kurmak için insanlığını yitirmeyen sorumlular, bize bir şey olmaz demeyen ve hiç bir şeyi göstermelik yapmayan kuralına uyan yurttaşlar gerek artık. Öyle olmak da zor değil, biliyorum, inanın!

Unutmayın; fay hatları şehir imar planlarında iki metre öteye çizilince kendiliklerinden öteye gitmez orda oluşacak depremler...
Konutları siyasi rant uğruna haritada kaydırsan da yerinde duran faylar üzerine diktirenler girmiyor toprak yarıldığında.
Oylarının üzerinden günü kurtaran aynı yurttaşlar seçiyor o aymazları, ama yarını kurtarmayı bilmedikleri için toprak onları yutuyor masumlarla beraber.

Uyanın!
Uyanık kalın!
Deprem çantalarınız henüz gereksiz değil!
Bitmedi ki bu ülkede aymazlık, uyumayın!
Yeter artık uyanın!

Tabi ki ben söyledim, haykırdım diye çözülmedi, hemen de çözülmüyor sorunlar.

Öyleyse her yıl unutmadan...
Uyumadan...
Uyutmadan...
Usanmadan...
Uyan diyeceğiz, uyan!
Uyan ki depremden değil bilgisizlikten kork!

Bu gece de saat 03.02 olduğunda, yirmi yıl önce, aynı saatte dehşetle ne olduğunu anlamaya çalışanlara, hiçbir şey anlayamadan toprağa -denize gömülenlere rahmet dileyeceğiz içten.
Arkasından içi yananlara, yapayalnız kalanlara biz buradayız diyeceğiz, yalnız değilsiniz!
Ama siz de artık uyanın, hepiniz, ama hepiniz!
Deprem değil ki öldüren; bilgisizlik, cahillik, önlem nedir bilmezlik, gamsızlık, açgözlülüktür.
Tüm sevdiklerimizi öldüren talancılık, yalancılık, hırsızlık; arsızlık; plansızlık.
Uyanın!
Geçit vermeyin artık!

Yine uyumadan hazırlanıyorum gecenin karanlığını yırtacak ışıkları beklemeye.
Acılarını hiç unutmayanlara bir gönül desteğine...
Yine!

Çünkü değişen bir şey yok...
Kentsel dönüşüm furyasında rant kazanımları yaşayan ve yaşatan siyasilerle yürüyor işler.
Biliyoruz ki aynı siyasiler aynı kazanım için de geçmişte imarı -yapılaşmak gereken şehir alanını- fay hattından uzağa açmak yerine fay hattının yerini harita üzerinde kaydırmak için görevini kötüye kullanmıştı çünkü meclis kararı ile. Hukuk ülkesi olsak istifa yetmez, ceza ve tazmin sorumlulukları olurdu ve hemen yakalarına yapışılırdı ya...

Değişen bir şey yok işte...
Çünkü o yerdeki o büyük yıkımda sorumluların bu görevi kötüye kullanımı yüzünden göçen binalar, o göçüklerde ölenlerin can ve mallarının bir nebze bile hesabı sorulmadı geçmişte.

Hep kurtulacaklarını bilen bu hukuk tanımazlara kendi canını oy ile emanet eden aymazlara da diyeceğim yok artık, çünkü şair söylemişti onu da yıllar önce...
"Kabahatin çoğu sende!"
Uyan artık!
Bir gün uyuma ve düşün bu kez.
Seni dinini, milli hislerini sömürerek uyutan ve hep kandıranları tanı ve kanma bir kere.
Bu aralar ülkenin her gününde boğazımızda yumru.

Dün hukuk katledilirken de önceki gün ülke kan gölüyken de bugün yine ve aniden kan göllenmeye devam ederken de... Ülkenin dört bir yanında ormanlar kasten yakılırken de… Dere yataklarına imar izni verilip, sellerde canlar yiterken de…
Timsahlar gibi gözyaşı döken birileri var, insanımızın kanı üzerinden, kazanımları ile geviş getirirken.
Onları görüp, bu kez yakalamak gerek, hiç olmazsa bir kez kazanmak gerek.
Çünkü kana ve cana doymuyor o soysuz yarasalar.

Bizimse boğazımızda hep yumru!
Tıkanıp kalıyoruz.
Öyle.
O kadar öyle ki... Öyle işte!
Sel, yangın niçin aynı yerde değil, yoksa sel söndürürdü yangını diye tuhaf düşünceler geçiyor içimden.
Oysa bunlar göz göre göre gelen felaketler.
Önlemsiz yaşamayı kader sayan zihniyetlerin idaresinde...
Deprem de öyle... Her yerde...
Hangi çağdayız ki halen kerpiç evlerde yaşıyor bu insanlar?
Yazdım şiirini, yayınlanmıştı, bu yaz, o şiirden bile kaç yıl sonra yıkılan her yapı kerpiçti Çardak ilçesinde.

Ama kader değil ölüm!
Neden olanları bilimi, eğitimi çok gören eller. Yine onlar hükmediyor kader denen illete!
Depremlerin her zaman en kuralsız toplumlarda zararı mal ve can açısından yıkımdır.
Kuralları esnetmeyen, yok saymayan, bir kez olsun delmeyi düşünmeyen ve hep daha güvenlikli olacak şekilde güncelleyen ülkelerde ise depremlerle -doğa ile- uyumlu yaşayabilir insanlar...

Ne zaman öyle olacağız biz?
Uyanın!
Kederimiz silinip gitsin diye!

Eskişehir, 16.8.2019, Ünsal Çankaya.
(17 Ağustos 2019, Sol İtiraz. Com sitesinde.)


Öncesinde yazılı iki şiiri de yayınlandığı sitede yorum olarak ekledim.
Çare bulamıyorsam da çare yerinde olmadığım için, tanıklığımız var, kalsın tarihe.

DAYANIKLI

uyumam on yedisinde
bir kez uyumuştum
Ağustos kırılmıştı gizlice
üstü başı yırtılmıştı
gözleri dolmuştu tozumdan
ağlamıştı durmadan
sessiz çığlıklara durmuştu
kulaklar kesilip
evler baş başa verip yıkılmıştı
yine yıkılır gökyüzü
yıldızlar kayar çatılardan
bulutlar saklar ayı

ah ne olsa değişmez artık
gerildikçe gerildi deniz
asıldıkça asıldık karadan
ha koptu ha kopacak yine
kızılca değil sessizce değil
beklendiğince gelecek
göz göre göre kopacak
kırılacak fay bana
ah kopacak bana kıyamet

siz uyur musunuz yoksa
bin dokuz yüz doksan dokuzda
uyuduğunuz gibi sakince
uyuyabilir misiniz yine
bin dokuz yüz doksan dokuzda
uyuduğunuz gibi güvenle

Gebze, 16.8.2009, Ünsal Çankaya.


AH

kerpiçten evler
depremi beklemiyor
öze dönerken

karlar altına
saklanacak ölü-m-ler
mevsim biterken

veren ve alan
tanrı diyecek yine
oyda seçerken

ah benim halkım
bilim nedir bilmeden
ömrü geçerken

Gebze, 28.10.2011, Ünsal Çankaya.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/bendeki-eylul.html

BENDEKİ EYLÜL

12 Eylül 1980-Ankara.

Bağcılar'da iki göz odadır ulaşımı kolay, olaylara uzak diye kiraladığımız gecekondumuz... Biz güzel ve güneşli günler geleceğine inanan dört umutlu çocuğuz. O çocuk hallerimizle okullarımıza gidip gelmekte, bırak ülkeyi dünyayı kurtaracak güçte hissetmekteyiz biraz daha can güvenlikli bir mahalleye taşındığımız için.

Bitişikte bu öyküde adı Huriye olacak bembeyaz tenli, güzel mi güzel komşumuz abla var, seviyor bizi okuyoruz diye, uzakta bir lokantada ahçılık yapan adamın karısı. Adam gece çalışıp gündüz uyuduğundan görmüyoruz neredeyse, Selahattin'di adı, yazmasam olmaz, çünkü öyküde insanlar isimleriyle lâzım olur...

İki çocukları var, iki göz oda da onların gecekondu... Bir kamyonete sığan eşyalarıyla bizden birkaç gün sonra taşındılardı. İndirmelerine yardım ettik-yerleşmelerine de.

Çeşmemiz avluda, ortak kullanıyoruz...Tuvaletler evin hemen dışında-eklemlenmiş odaların dış duvarına... Bizimki solda, onlarınki sağda. Banyomuzu da orda yapmak durumundayız -sobada-tüpte kazan ya da güğümle ısıttığımız suyla ılıştırdığımız kovalarımız var. Girişte ayakkabı çıkaracağımız küçük bir sofa... Tüm kapılar-pencereler biri diğerini tutmayan eski-çıkma malzemelerden... Kireç badanalı biriket evler. Kuvvetli bir rüzgarda muhakkak ki uçuverecekler .

Huriye ablada türkü dinleyip eşlik ettiği bir küçük radyo ve bir siyah-beyaz televizyon var, bizim evde radyo bile yok... Haberler'den haberdar olmalı insan, o saatte biz de duyalım diye yükseltiyor sesini Huriye ablam.

Zaman zaman çay içmeye gidiyoruz ona hepimiz, çocuklarla oynadığımız için o yemek yapıp-işini çıkartıyor aradan... Oğlu adaşım, bir kızı var, minicik, dünya tatlısı, adını unuttum şimdi... Onun adını anımsamam gerekmiyor öyküde. Umarım bahtı da güzel olmuştur büyüyüp, okuyup iyi bir kısmet denk düşüp evlendiyse.

Duvar duvara gecekondumuz, aynı çatının bitişik odalarında yaşıyoruz çünkü... Eli erdikçe oda eklemiş sahibi.
Ucuz, ama öğrenciysen yine de aileden pahalı... Siyasal'dan Selma, ben, Gazi'de okuyan erkek kardeşim, benden iki yaş büyük- benimle hukukta artık aynı sınıfta okuyan dayım. Kızlar bir odaya koyduk somyalarımızı, oğlanlar diğer odaya... Soba bizim odada, ders çalışma-okey oynama gibi faaliyetler bizim yanda...Yün yorganlarımız var bereket, üşümüyoruz gençliğin de verdiği enerjiyle... Çay ve sigara ise eklentimiz olmuş nerdeyse.

Henüz okullar açılmadı, ama ben eylül sınavları için erken geldiğimden Ankara'dayım.

Öğrenci harçlıklarımızla alınmış kitaplarımız var kitaplık yaptığımız portakal sandıklarından raflarımızda.
Ders kitaplarımız, teksire yazılı ders notlarımız, yine aynı kağıda basılı hocaların yıllardır sorduğu sorular ve yanıtlarından oluşan kaynaklarımız.

Girişte bulaşık yıkayacağımız -el yüz yıkayacağımız lavabo-taşlık... Üzerinde hepimize birer melamin tabak, salata tabağı, bir kaç küçük aliminyum tencere ve tava ile küçük tüp... İslenmiş demlik ve çaydanlık-bardaklar bir tepsi ile içerde... Sac sobamızın hemen dibinde. Üşüyünce çatlıyor çünkü bardaklar-odada tutmak gerek.

Eylül okul zamanı. Ünsal okula başlayacak, Huriye abla ona çanta aldı-siyah önlüğü, bembeyaz kolalı yakası var. Ben küçük bir defter ve kalem aldım çam sakızı armağan. O gün yemeği de onlarda yedim ve yatmaya eve geçtim. Kitap okudum ve ışığı da kapatmadan uyuyakaldım... Çünkü yere yakın -itsen açılacak pencerelerde basmadan perdelerimiz var, dışardan bakan içerde kim var görür zaten. Evdeyim-uyanığım diyorum kendimce ışık açık kalınca... Bir önlem-korkmamak için...
Sabaha karşı duvar yumruklanır halde uyandım... Huriye abla bağırıyordu, "Ünsal kalk, darbe oldu!" Pencereye uzandım-başımı çıkarttım açtığım kanattan-onun penceresine doğru baktım, o da aynı şeyi yaptı..."Ne diyorsun?" dedim... "Bir daha söyle!"
Söyledi,"asker idareyi ele geçirmiş işte!", kocası sabaha karşı eve gelirken lokantadan, yolların hepsinde asker ve tanklar varmış, kocası Selahattin'in beline dipçikle bir vurmuşlar, "ne işin var bu saatte, sokağa çıkma yasağı yok mu?" demişler... O da lokantada olduğundan izni olduğunu ancak gösterebilmiş...
Neyse,önemli değilmiş ağrısı, çabuk geçermiş... "yavrum öğrencisiniz, ilk sizin evi basar bunlar, saklı-gizli neyiniz varsa yok et" dedi kapattı pencereyi... Nasıl da korumacı, aramızda kaç yaş var oysa...

Öğrenciyiz ya... Potansiyel suçlu sayılacağımızı biliyor kadın... Okuduğumuz okullara bakarsan direk gözaltı..

Sokaklarda fırt fııırt bekçi düdükleri... Koşaradım geçenlerin ayak sesleri...
İnsan sessizliği dinleyince ürperiyor, yalnızken daha da korkunç o sessizlikte her tıpırtı...
Hepsi hepsi iki kat -dört gözlü portakal sandığında kitaplarımız... Daha çoğu dayımın.
Çünkü onun harçlığı dışında kredi yurtlardan aldığı parası da var. Dedem çiftçi-gelir belirsiz. Biz maaşını tam yazdık babamın-kardeşime ve bana kredi çıkmadı...Oysa o kadar da iyi halde değiliz-ev kira-kooperatif taksidi, üç okuyan çocuk... Kredi olsa çok daha rahat okuyacaktık.

Baktım kitaplara... Yasak değil hiç biri... Ama öyle öykülerle doldurulmuştu ki o güne dek kafamız - sen derdini anlatana kadar doksan gün içerdesin... İşkencedesin... Okulumuzdan-eski mahallemizden içeri alınanlardan da haber yok daha. Ben evde tekim. darbe bekleniyor, her gece sokaklarda biri ölüyor. Başıma bir şey gelse kimse bulamaz beni. Aklı çıkar annemin kılıma zarar gelse.

Yalan söyleyemem kimseye, sorsalar "kitaplar dayımın" derim bir de onun başını sokarım derde. Oturdum.
Adını yanlış anlayacakları her romanı -ya... evet romanı- elime aldım, sobayı açtım, üzerine çamaşır kazanını koydum su dolu... Oturdum, ağlayarak sayfa sayfa yaktım Dipten Gelen Dalga'yı, Paris Düşerken'i, Bir Gün Mutlaka'yı, Ne Yapmalı'yı... Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve bir kaç kitap daha, faşizm, sosyalizm nedir anlamaya çalıştığımız kitaplar arasında. Hepsini ben okumuştum da, dayım yarısını henüz okumamıştı aldığı kitapların... Sonra "12 Eylül'de kitap yakmadım" dedi hep o günleri anlatırken yanımda; ben mahcup, kızarıp, ama "sen köydeydin ki" diyordum yine de, o günleri -güzellikleriyle tabi- bir kez daha yaşamak isteği ağır basarken.

12 Eylül 1980 kimi için terörün aniden sustuğu bayram günü. O güne kadarki süreç kimi için babasını-annesini hapishanelerde, tutukevlerinde arama-ziyaret etme günü... Kimi için o günden sonrası yetim kalma-kimi için öksüz kalma tarihi... Kimi gözaltında kaybolan evladını hiç bulamadı... Kimi çocuklar anne-baba göremeden büyüdüler o yıllar... Sonsuz sürecek yargılamalarda tutukluydu çoğunluğu, kimileri silah bile kullanmadı, oysa devleti yıkmaya teşebbüsle yargılandılar... Sakat kaldılar işkencelerden, ruhları yaralandı.

13 Eylül'de kimse kimseyle merhabalaşmadı ne olur ne olmaz diye... Hangi komşu muhbir kimse anlayamadı ama herkes herkesten kuşkulanır oldu o günler.

12 Eylül 1980 benim için derdimi anlatana kadar ölürüm içerlerde, olmadı sınavlar kaçar-okuldan atılırım kaygısıydı. Hangi arkadaşlarımızı bir daha göremeyeceğiz acaba kaygısıydı. Bundan sonra nasıl yaşanacak kaygısıydı. "Kısa sürede demokrasiye yeniden dönülecek" demişti darbeciler, döndüler, kendilerine yargılanma yasağı getiren bir Anayasa'yı hazırlattılar Kurucu Meclis'e.
O şeffaf zarflarda mavi hayır pusulasını içimdeki ürküye rağmen atmıştım ilk oy kullanışımda oy sandığına. Unutmadığım ilk cesaret gösterimdi o benim."Anneme nasıl anlatırım bunları, babamın yüzüne nasıl bakarım" düşüncesini, yaktığım romanların utancını ise anımsıyorum hâlâ. Bir de ellerimin derisi yüzülene dek ovalayarak kaynayan kazandaki suyla dördümüzün de çarşaflarını yıkayıp avludaki tüm iplere astığımı.. .

12 Eylül 2010. GEBZE.

Onca iş yükü üzerimdeyken seçim üstüne seçim var bir kaç yıldır. Seçim hakimiyim koca ilçede, üç yüz bin seçmen ve takvime göre aksamayacak işler... Güya seçimler bağımsız hakimler denetiminde, bilgisayarlar ise SEÇSİS sitemi ile UYAP projesine bağlı ve Adalet Bakanlığı alt yapısı ile Bilgi İşlem Dairesi ile irtibat halinde. Gözlemci geliyor artık ülkemize seçimlerde!

Şimdi herkesin yaşamını yeniden değiştiren -etkileyen- bir tarihtir 12 eylül bu başka yılda; bilerek 12 Eylül'ün yıldönümü seçilmiştir siyasi iktidarca. Hesaplaşma adı altında. "darbe ile hesaplaşma"dır plan.1980 askeri darbe, 28 Şubat askeri muhtıra... Söylem "askeri vesayetten kurtulmak "üzerine...

Sonrası hep düşmanca saldırılar ve hesaplaşma ile geçti insanlar için, 1980 yılındaki mağdurlar yine mağdur oldular üstelik. Bir dönemin askeri düşman görmüşken solda yer alan insanları şimdi din bezirganları düşman saydılar ve resmen tasfiye harekatı yürüttüler hepsine.

Ülkeyi siyasi tercihlerine göre şekillendirecek bir Anayasa değişikliği paketi referanduma sunuldu ve korku kültürü -makarna-kömür rüşvetleri- buzdolabı-fırın dağıtımıyla, insanların oyu için yeminleri alınarak parayla- oylandı.

Öncelikle 12 Eylül 2010 o eski zamanda okuldan atılmamak, hukukçu olmak için mezun olmak gerek deyip ,bunun için romanları bile yakan benim içinde olduğum yargı'yı sıfırladı. Yetmez ama evet diyenler vardı, "netekim paşa yargılanacak" diye sevinenler vardı. Makarnaya, kömüre tav olanlar vardı. Oy verdiler.

Oysa hukukun evrensel ilkeleri de vardı-sonra çıkan kanunun suç haline getirdiği eylem ancak o kanundan sonra işlenirse yargılama bir sonuca ulaşırdı.Netekim şimdi paşa paşa ölümü bekliyor netekim paşa ve sağ kalan avanesi...Ama mahkumiyete evrensel ilkeler engel olacak , "yargılıyoruz işte " ise göstermelik bir zamana yayma bahanesi.

Şimdi ülke otuz yıldır bitmeyen terörün kıskacında -iktidarın oy çoğunluğu baskısı ve şımarıklığında bir karanlığa gidiyor. O karanlığa giderken de önünü göremez hale geldiğinden konu-komşusu ile savaşacak hale getirildi üstelik...Ve yeter diyen herkesin başına bir şey geliyor artık. Çünkü yaşanan bir karabasan... 12 Eylül"lerin bitmeyen ve süreğen karabasanında uyanmaya çabalayanlara dar edilen günlerdeyiz ayrıca.

Nisan 22 ile başlayan süreç - 2013...YİNE GEBZE.

Dayanamadılar bana, sürdüler , tasfiye planı içindeyim.

Az çalıştığım yalanını yazdılar atanma gerekçeme... Yılda 800 iş görmesi gereken hakim 1041 iş çıkartmışken ve sen yeter ki çalış -iş çıkart çok sayıda, başkaca hiç bir şeye bakmayacağız diyen ilke kararı ile kendileri başarılı saymış ve o karar altında yine kendi imzaları varken ellerinde, utanmadan bana az çalıştın diyen ancak suyun alt başındaki kuzuya suyumu bulandırıyorsun diyen kurttur ve o kurt o kuzuyu yemeye kararlıdır.

28 Şubat ile mağdur olduk demektedir iktidar. Düşmanlarıyla hesaplaşacaklardır.

Düşman saydıkları askerlerdir, bir kısım bürokratlardır ve yargıdır. Düşmanla son hesaplarını mahkeme kararları ile vakıflar yasasına aykırı işleyişleri ile Vakıflar Genel Müdürlüğünce açılan davalarla -yargılanıp-kapatılan vakıflar'ı açarak göreceklerdir. Ülkenin her kesimindeki düşmanla hesaplaşmaları rayına oturmuştur çünkü. Kendine düşman bellediklerinin kimseye düşman olmamasınınsa hiç önemi yoktur onlarca. O tarihte onlara zarar verecek bir etki-yetki makamında değilimdir, işime hiç siyaset uğramamştır, ama insanların iyi ve dürüst olmasının filan önemi yoktur vicdanlarında...

Yasanın hazırlığı bitmiş,o sırada o vakıfları kapatmaya karar veren isimler mimlenmiş ve gereken yerlere ulaşmıştır sicil numaraları. O isimler artık sürülecekler arasındadır.

Telefonuma mesaj ulaşır. 22 Nisan. Tatil gününde. İnanamam okuduğum mesaja; "süre-hizmet-performans ve talep gereği kararname kapsamındasınız" demektedir her okuyuşumda.

Oysa yeni oluşan HSYK atamalar sırasında kendisi uymak üzere koymuştur o dört ilkeyi -o ilkelere hiç uymaz durumum. Derhal itirazda bulunurum, hani adalet-hani eşitlik diye?! Çıkartmazlar kapsamdan, nedensiz.

Ben neden diye sorar dururum, neden ?

5 mayıs 2013 günü parti grup toplantısında açıklar Başbakan aradığım nedeni.
"Bu 28 şubat ile son hesaplaşmamız!"der, "Bu yasa ile açılacaklar ve malları iade olunacak bu vakıfların!"...
Sayar beş tane vakıf adı, ben ikincide anlarım niçin atandığımı ve duymam artık diğer vakıfların adını.
GEBZE HİZMET VAKFI'dır benim bir tarihte kapatma kararı verdiğim ve Yargıtay tarafından temyiz üzerine onanmıştır o karar. Ama yoktur yürekleri, atanma nedeni olarak yazamazlar bunu ortaya." Keyfimiz öyle istedi, yapabiliyoruz, yaptık, oldu!" ile yürütülmektedir devlette işler.

ŞİMDİ HİZMET ZAMANI'dır sloganları, "durmak yok, yola devam!" demektedir her bir baş olan ve öyle bir isimle anılmaktadır herkesin -bildiği ama sustuğu- tarikatları... Ama tarikat -bile- dayanamaz kıyıma -muhtırayı yayınlar iktidara... Zaman'la. İnsanlar dayanamaz hale gelirler ve en apolitikler bile baş kaldırır baskıya.

Hukuksal yolları tüketirim bir yandan, içinde vicdanlı olanların sayısına merakla... Yedi insan çıkar aralarından beni anlayan.
Ve "peki!" derim, "sürün; çünkü benim arkamda tarikatım, siyasetim, bağım, bostanım, kollayanım , koruyanım yok, tek başınayım, bana elinizdeki kontrolsüz güçle her şeyi yapabilirsiniz... Ama ben de otuz yılda hukuktan ve insanlığımdan ayrılmadım, boyun eğmem sizlere..."

********************

Sürgüne boyun eğmeyen hakim şimdi emeklidir.
Koca - oğul ve kendisinden oluşan küçük ailesi bir aradadır.
16 Temmuz'dan beri evindedir, başı dik, gönlü rahattır bu öyküyü yazarken sizlere.
En uzun gün, en kısa geceye doğurmuşken annesi, Eylül'e yazılmıştır doğum kaydı harman sonrası... 
İlkbaharın ilk ayıyla bulmuştur aşkı, Eylül'de evlenmiştir, izindedir o ara askerlik yapan doktor kocası.
Ankara'nın soğuğu soğuk zamanlarıdır, havası zehir, günü zemheri. Ocak sonunda adaylığa başlayıp, beş yıl da Cumhuriyet savcısı olur kura çekerek ve Eylül'de emeklidir hakimliğinden, çok severek yaptığı.
Yaşamın en eylül zamanıdır hep içinden geçtiği. Umutların çoğu kez darbeyle kesildiği.
Ama Eylül artık bir güzellemedir ömrün güzüne;yazılı bir öyküyedir kalışı.
Bu öykü belleğin unutuşa mahkum olmasından önce yazabilme telaşı.
Acılar öyküyle anımsanmalı, kalan zaman ise güzel yaşanmalıdır.


Gebze, 12 Eylül 2013, Ünsal Çankaya.
AKATALPA AYLIK ŞİİR ve ELEŞTİRİ DERGİSİ, EKİM 2013- sayı:166



https://ayisigindan.blogspot.com/p/neye-itiraz.html

NEYE İTİRAZ?


Night Train to Lisbon. (Lizbon'a Gece Treni) 2013 yılı yapımı bu filmi yeni izledim. 

Çok beğendim yeterli bir tanım. Çok duygulandım fazlası.

Sol duyumla savaşlara, kıyımlara, işkencelere yine karşı çıktım elbette, elbette ki sarsıldım filmde satır arası verilen acılarla.

Tarihten kimsenin ders çıkarmadığını, benzer acıların dünyadaki çoğu ülkede, memuriyet sınırını aşan caniler eli ile yaşatıldığını gördüm çünkü ve bu gerçek kahrediyor insanı. 

İnsan yaşam üzerine düşündüren, kendinden önceki insanların eyleminden bile sorumluluk duymayı duyumsatan filmler, romanlar, öyküler, şiirler ile karşılaşınca unutmamalı.

Onları izleyince, okuyunca öyle yoğun duygulanım yaşıyor ki bu duygular hakkında notlar almalı…

Ya da kitaplarda altını çizmeli, filmlerde not almalı unutulmasın diye, sonra üzerine yazmalı tam o anda neler geçti içinden.

Çünkü ben daha izlerken unuturum çarpıldığım bazı diyalogları. Ama çarpıcı birkaç kareyi yine de saklarım anılarıma.

Filmde ‘Lizbon Kasabı’ olarak anılan Mendes’in torunu genç kız çok sevdiği dedesi öldüğünde kendinden başka seveni olmayış ve bu ölüme herkesin ağlamayış nedenini bulmuştu bir kitapla.

Sadece yüz adet basılmış bu kitabı belki tesadüfen bulmuş, satın almış, okumuş, kökleri ile bağ kurmuş, olanları anlamış ve alıp okuduğunun ertesi günü intihara kalkışmıştı acıyla.

Sorumluluk duymuştu bir anlamda dedesinin eylemlerinden. Ülkenin o yüzden de geçtiği acılarından.

İnsan bir başkasının eyleminden sorumlu tutulamaz çağdaş ceza yargısında. Birkaç ayrıksı durum dışında hukuksal tazmin açısından da böyledir durum.

Hayvan sahibi, küçük çocukların velisi ve akıl hastalarının vasileri için yasa “önlem almalıydınız” der, “almadıysanız sorumlusunuz “der kısaca.

Susan da eylemi bizzat yapanı kadar ortağıdır suçun der hayat. ‘Dilsiz şeytan’ der ardına. 
Biz de canımız yandıkça koşup yetişmeyenlere insanlığı unutmasınlar diye ve sitem için “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” diyoruz ya boyuna.

Gün gelip itiraz edecekler tükenmesin ve insan dünyada yapayalnız kalmasın diye, yapayalnız direnip, yenilmesin diye haksızlara, haksızlıklara.

Görüp, bilip yapılan kötülüklere itiraz etmeyen, susan da onaylamasa bile sorumludur çağından. 
İnsan olmak kadar insan kalmak da gerektirir bunu. Konuşmalı, itiraz etmeli dayatılana. 

Öyleyse itiraz önemli bir kavram. Birey olmayı da imliyor üstelik, kulluktan çıkmış olmayı da.
Haklı bir itiraz için göze alınacak emeğe ve bedele sınır yok.

Toplumsal itiraz anlamında birey siyasi partiler, fikir kulüpleri içinde yer almalı, bireysel itiraz için elinde olanın en azı “Durun, yapmayın, haksızlık bu!” diye haykırmak olmalı tam zamanında, yapan haksıza.

“Sol İtiraz sitesine siyasi yazılar yazar mısın, adını yazar listesine ekliyeyim mi?” diye sorduğunda Ahmet Yıldız… İlk ve acele yanıtım “O iş için siyasi birikim gerekir, benim öyle bir birikimim yok!” oldu.

Sonra “Tamam, benim de çok şeye itirazım var, ama daha çok duygusal bir sol itiraz benimki.” dedim. Bu tamlamayı da sanırım o anda kendim ürettim. 

“O zaman arada bir kültür-sanat yazıları belki, anılar ile harman edilen” dedi… Ben de “Denerim!”.

Bu talebin kaynağı benim izlediğim bir belgesel paylaşımı ve üzerine yazdığım aşağıdaki tırnak içine aldığım uzun duygu notuydu.

Üzerinden dört yıl geçmiş, yazdığım notu yeniden paylaşmıştım bir grupta.

Lizbon’a gece treni ile çakışan yargı ve sorgu şu oldu yüreğimde… Biz bizden önce ülkemizde “acı olaylar “olarak tanımlanan olaylarda yaşananların ne kadarından sorumluyuz, sorumlu muyuz ya da?

“Bu ülkede iyi şeyler yapılırken bunlar da oldu. Hep oluyor üstelik, ‘topluca’ olması yaranın görülmesine neden oluyor.

Bu filmde anlatılan bu büyük yara. Bir büyük çığlık. Kızların çoğu yaşıyor belki, kayıtlarda ise kayıplar arasında.

Oysa biliyorum ki yasalarımızda "nesep gizleme" diye bir eylem halen var ve ceza öngörüyor yapana. Birer birer yapıldığından bir büyük fotoğraf olarak yansımıyor ekrana... Ama var. Kürt-Türk-Çerkez-Laz, Arap, Muhacir vs. ayırmadan.

Bilinse iyi olur yaranın büyüklüğü, milliyet ayırmadığı, halen sürdüğü ve yaralananın her daim çocuk olduğu. Daha doğumuyla bir başka kadın ve erkeğin öz anne ve babasından koparıp bir çocuğu, kendi nüfusuna kendilerinden olmuş gibi kaydıyla... 

Yüzlerce nüfus (kayıt, nesep düzeltme) davasında bu tür olaylara tanık ve yetki sahibi oldum; hakim olarak, öz anne ve babanın resmi nüfusuna ilişkilendirdim çocuğu verdiğim kararlarla. 

Öz anne ve babadan koparılan çocuk anne kokusundan ötesini yitirdiğini biliyordu belki ve basıyordu çığlığı. Bu minik ağlamalar kanıksayan, umursamayan toplumda dikkat çekmediği gibi fazla da ses getirmediğinden duyulmuyordu, ama o çocuğu, çocuğu kendisinden koparılan anneyi yıllarca rahat bırakmadığından açılan davada, davaya bakan hakimlerce duyulabiliyordu ancak. Benim baktıklarımda ben duyduğum için bu bilgim birinci el bilimsel kanıtlarla kanıtlanınca karar haline dönüştürüldü tarafımdan.

Duygusal ve fiziksel savruluşa bir son olarak.

İnsanları köksüz ve geleceksiz hale getirince derinleşen yaralara neden olur o savruluş.

Karar verdiğimde anne ve baba sağ ise hepsinin yaşadığı mutluluk, o mutluluğa tanıklık anlatılamaz.

Kimi kez sadece çocuk açıyordu davayı. Gerçek anne ve baba kimi mecburiyetlerle davaya dönüştürmüyor, dönüştüremiyordu.

Kendi rızaları ile yapılmışsa bu nesep gizleme, değiştirme eylemi, kanıtlandığında eylem utançla eğiyorlardı başlarını.

Kendi çocukları çok (Bir evde çok sayılmak ne kadar acı oysa ve çoktan da öte feda edilebilir cinsten fazla sayılmak nasıl da acı) ve yakın akraba diğerinin ise çocuğu yok, o zaman birini feda et, onun da olsun çocuk... Resmi kayıtlarda.

Gerçeği yansıtmasa da. Gerçeğin ve duyguların kanına girse de.

Yasal olarak evlat edinme kurumu var oysa... O kurumda hem öz anne-baba, hem de evlat edinenler gerçeği gizlemeden sevebilir çocuğu... Sahiplenebilir... Mülkiyet duygusu değildir çünkü çocuk ile ebeveyni arasında kurulan, sevgidir, korumadır, neslin devamında edinilen malları bırakacak mirasçıdan çok ötedir çocuğun aile bağı.

O yüzden resmi evlatlık bağı iç burksa da, güven kaynağıdır devlet kayıtlarına… İnsan duygularına.

Gizlemektir suç olan, insanlık dışı olan, ayıp olan, acıtan, yaralayan...

‘İki Tutam Saç, Dersim'in Kayıp Kızları’ belgeselinde işaret edilen o dönemde kaybolan kız çocuklarının sayısal çokluğu.

O devirde, yani 1938 yılında, isyan bastırma sırasında, isyancıları çocuklarına kadar yok etme, asimile bir ‘siyaset olarak’ yaşandıysa eğer, resmi kaynaklardan alınan resmi yazışmalar olduğu iddia edilen belgeler doğruysa, bu inanılmaz siyasete bakıldığında) yine de ‘yaşatmak amacı’ ile alınmış köklerinden o kızlar, ama " Ölmeyi çok istedim!" diyor yaşatılmak istenen.

Yanlış düzelmiyor hiçbir zaman iyi niyetlerle, yanlışa düşmemek asıl gereken.”

Bir arkadaşım yanıtında Murathan Mungan’ın ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ kitabının da içindeki hazin öyküler için okunması gereğini belirtti.

Akif Kurtuluş okulumdan bir güzel dost, bir can arkadaştır... Ukde dedi o da ikinci romanında… İnsan olarak duyarlıkları yakındır kalbimdekilerle, çağdaşımdır, içimde kalmasın yaşananlar dediklerini yazıyordu kurguladığı romanlarda.

Üzerine yazacağım dedim bir gün, ilk okuduğumda...

Bir kısım notlar bile aldım üstelik. Ama elim ermedi... Zaman eskitti yazacaklarımı... 

Oysa o kadar içtendi, o kadar mesleki, o kadar edebi olmasa bile çok güzeldi yazmayı dilediklerim... 

Dersim'in kızları... İzledim… Anımsattı yeniden...

Tesadüftü çok Ukde okurken en çok duyumsadığım. Çünkü bir kadın hakim vardı anlatıcı, yaşayan. Onun o yıllardaki görev yeri Sivrihisar... Ben de orada üç yıl, ceza hakimi olarak görev yaptım...

Romanda adı geçen Ermeni Kilisesi ben oradayken trafo bile değildi, içi boşalmış, saman yığılan bir yer halindeydi, virane belki... Keşifler için giderken yüzlerce kez önünden geçip, içine hiç giremediğim...
Yıllar içinde restore edilip, turistik gezilere açılan…

Bu filmi izleyin derim... Murathan Mungan kitabını okuyun... Ama gerçeği düşle, acıyı dille ören Ukde'yi okumayı da es geçmeyin... Mutlaka... Okuma listenizde olsun... Ben okudum... İki kez... Okumadan kapağına hissettiklerimi yazarım hep... Doğrulandım okudukça ... 

Teşekkür ediyorum sevgili Akif'e de.” demişim peşinden gelen yılda. 

Son yıllarda, coğrafyamızda çocuklar üzerine dehşetli acılar yaşanan savaş, mültecilik kavramları girdi yaşamlarımıza ve ben geçen yıl bir kez daha izleyip, “İzlemeyenler için...

Sokaklarımızda ne kadar sık "mülteci" görür olduk... Mülteci olmamak için ülkemize ve dünyaya barış diliyorum...çok içten...çok...” diye not ekleyerek paylaştım yazdığım yazıyı ve izlediğim belgeseli. 

Bu yıl eklediğim not ise tam emekli halimin ve belki de evde kalmaya alışmamın acıklı yansıması.

“Yılda bir kez izlemeli... Acılar yaşanmasın diye. Gündüz programlarında televizyonlar kayıp çocukları arıyor...

Nesebi böyle birden belirsiz hale getirilmiş olan çocukları arayan aileleri ya da ailesini arayan çocukları izledikçe bu belgesel filmi anımsıyorum... Baktığım davaları... İç acısı bir yangın bu...” demişim son notumla.

Önceleri mesai saati kavramında yeri olmadığı için göz bile atmadığım bu tür ne çok programa rastlıyorum televizyonda, takılıp kalıyorum acılara. Daha çok hukuksal açıdan neleri göz ardı ediyor programlar diye merak ederken…

Bir bakıyorum… Gözlerim dolmuş, yüreğim taşmış… Resmen ağlıyorum çocuklar bulundukça, o kavuşma sahneleri bilerek uzatıldıkça… Kayıp gidiyor insanlık… Çocuklar… İlanlar… Çağrılar… Çocuk anasını arıyor, ana kuzusunu…

Öyleyse nesep gizleme eylemi en azından bizim ülkemizdeki gözlemimle hiç kapanmayacak, cehalet sürdükçe sürecek ve kanayacak bir yara.

Uluslararası boyutu da cabası diyelim, savaşlar, göçler sürdükçe…

İşte itirazım var diyebileceğim bir konu. Bir başka film izledim, okuduklarım, yazdıklarım, izlediklerim ve kararlarım yine harman oldu bir anda… Ben hiçbir çocuk anasız, babasız kalmasın derken olaylara hukukla baktığım kadar duygusalım da. 

Denerim demiştim, denedim, yazdım. Sol duyumla, insanca. Olduysa… Olduğunca. 

Her defasında itirazım şarkılardaki “itirazım var!” acılığındaki bu ‘arabesk duygu’ ile çakışmasa ve üzüntü yaşamasam da acı, öfke duyuyorum olan bitene ve duygularım insanlar için hak ve adalet gerçekle örtüşürse bu acılar asla yaşanmaz diyor bana… Asla.!

Gebze, 6.11.2017, Ünsal Çankaya.

1=SOLİTİRAZ.COM, 15.11.2017
2= Ekin Sanat Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi.



https://ayisigindan.blogspot.com/p/yargi-siz-adaletsiz-degil-adalet-siz.html


YARGI-SIZ

ADALETSİZ DEĞİL ADALET SİZ OLUN!

Yazıya üçüncü alt başlık olarak OYUN GÜZELDİ demek isterim. GERÇEKLER ACI!

Geçen hafta içinde yılın son etkinliği olarak yakınımızdaki bir üniversitenin öğrencilerine kültür hizmeti olarak sunduğu ve bizim de uzun süredir uygun bedel ile yararlanabildiğimiz konser ve tiyatro etkinliklerinden olan bir oyunu izledik. Yıllarını adalete, hukuka harcamış yirmi kişi kadar arkadaş buluşmuştuk izlemek için.
İzlememiş olsak hem kayıp hem ayıp olurdu, izledik, oyun sonu hepimizin ortak yargısı “Oyun güzeldi!” oldu. Elbet oyuncular hem izlemekten mutlu olduğumuz insanlar hem de oyunun hakkını veren gerçek tiyatroculardı.

Ama gerçekler oyun değildi, acıydı, iç burkuyordu, o kadar tanıdık geliyordu binlerce yıldan seçilen olaylar, o kadar dün yaşamışız gibi, yarın da yaşayabiliriz gibi geliyordu ki üstelik, insanın boğazına bir yumru tıkanıp kalıyordu. Oyun sırasında o yumruyu hafifletecek tek teselli kendi adaletimden ödün vermemek için yaptığım mücadelenin varlığı ve bunun iç rahatlığı idi.

Rutkay Aziz ve Taner Barlas’ın birlikte rol aldığı ve tam adı “Adalet, Sizsiniz (Sokrates, Galileo, Sacco, Vanzetti)” olan oyun, 2012 yılı Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Ümit Denizer’in kaleme aldığı “Adalet, Sizsiniz” oyununun sahne tasarımı ve giysileri ise Metin Deniz imzası taşıyor."

Ben güncel dilde Galile için Sakko ve Vanzetti için Türkçede söylediğimiz gibi yazmayı uygun buldum her ne kadar yukarıda tırnak içine aldığım tanıtım bülteni başka yazmışsa da.

Adalet erdemdir! Oyun içinde en çok geçen sözlerden biriydi önceki kısa yargı. Doğruydu da. Yüzyılların birikimiyle perçinlenir adalet üzerine kurulan sözler çünkü.
Siyaset için de aynısını yazar kitaplar ve asla bunun idealine ulaşılmış olmadığını da.
Çünkü siyaset hesap işidir, insanın hep kazanmak istediği ve hiçbir nedenle kayba razı olmadığı.
Bu yüzden de ne kadar hile var ise kullanmak, ne kadar dolap var ise onu sadece kendi kazanacağı şekilde döndürmek mayasıyla yoğururlar siyasetçiler siyaset meydanını.
İnsanın vicdanı siyaset hırsıyla o dolaplardan birine kilitlenir ve üzeri kapatılır iyice ki arada depreşip de hırsından alıkoymasın siyasete atılanı. Böylece siyasete koyulan insan adaleti yok, her şekilde kazanmayı hak sayar, çünkü siyasetin vicdanı yoktur, siyasetçinin de.

Sokrat, Galile, Sakko ile Vanzetti... 

Tarihin içinde, binlerce yıllık yargılama geçmişinde dünyaca bilinen isimlerdir dördü de. Yan yana gelişleri ise kocaman harflerle yazmakta sakınca yok “HAKSIZ YARGILAMA” nitelemesinin örnekleri olarak ilk akla gelişleri yüzündendir. Haksız yargılanmak o kadar ağırdır ki güçlü karşısında o zaman kazanamayan mağdurların haksız yargılandıkları hakkındaki vicdana dokunan yan yaralar toplumun vicdanını.

Bu yüzden de toplum yargılama gücüne eriştiğinde yeniden yargılar o olayı ve aklar tarihin mağdurlarını. ‘İTİBARIN İADESİ’ denir amacına bu yargılamaların.

Çünkü zaten toplum vicdanı ilk siyasi mahkumiyetleri asla kabul etmemiş, siyasetin kılıcıyla haksız biçilen bu sonu değil “Aslında suçsuzdu Sokrat, aslında dünya dönüyor ve Galile haklıydı, aslında cani değil Sakko ve Vanzetti sadece savunmalarına inandıramayan iki suçsuz göçmendi” yargısını kendi vicdanında açıkça görmüş ve duymuştu. Çünkü asıl suçları egemenlerin otoritesine meydan okumaktı bu insanların, bilimle sorgulayarak eğitim otorite kırardı, dünyanın ancak bilimle kavranacağı dinsel otoriteyi güçsüz kılardı, cinayeti ikrar eden bir sanık çıkmış olmasına rağmen iki suçsuzun mahkumiyeti göç politikasına karşı bir delik açtırmamak için siyasetin baskısıyla olabilirdi. 
Baskı ile oluşan adalete ise adalet denemezdi. Toplum bu vicdan yarasını uzun süre taşıyamazdı, çünkü o zaman kaderde ve tasada birlik amacı ile bir araya gelişin üzerine bina edilen toplumda adalet taşı hak duygusu taşımadan yükselmesi istenen bina temelinden yıkılırdı. Toplum bunu görmüş ve yıllar sonra yeniden yargılar oluşmasını arzulamıştı ki her üç yargılama tüm dünyada adalet ve adaletsizlik için verilen örnek olaylar arasında sayıldı.

Bu örnekler tüm dünyada adalet isteği için vicdanlara mihenk sayılacak olaylardır, der ki tüm dünyaya adaletli olun. Hem insan adalet dediğinde bir araya gelirken kurulan denge bozulmaz hem toplumun vicdanı yara almaz…
Bundan çıkacak sonuç her zaman ve herkese adalet, üstelik adalet iş işten geçince değil, zamanında gelmeli. Ülkemiz yargı tarihi için de benzer sorguları yapıyoruz, yapacağız da. Çünkü devletin temeli adalettir. “Adalet Mülkün-devletin-temelidir” sözü boşu boşuna adaletle ilgili her binanın girişine yazılmazdı yoksa. Her mahkeme salonunda asla unutulmasın diye kürsünün arkasındaki duvara çakılmazdı. Hem yargılanan hem de yargılayan asla unutmasın demek içindir göz önünde varlığı.

Dünya bu haksız yargılamaları unutmadığı gibi “itibar iadesi” yargılamaları da unutmuyor. Biz de…

Biz de tarihten bu yana yargısız yapılanları unutmuyoruz. Elbette; Adaletsiz bir devletin devlet sayılmayacağı ilkesini duvarlardan alıp, vicdanımıza rehber ederek.
Bu nedenle yazı altına bu ay bitmeden anmak istediğim bir gencecik insanın yargılanması hakkındaki kısa şiirimi ekleyeceğim. Çünkü bizim ülkemiz için vicdan yarası sayılan bir sonucu vardır bu yargının, geri dönüşsüzdür, çünkü idam edilmiştir bir insan ve bu yüzden anayasa oylamasında “1980 darbecilerini de yargılayacağız, oy verin, evet deyin!” diyen siyasilere oy veren halkın ciddi mahkumiyetler umduğu haksız yargılayanların yargılanması süreci yılan hikayesine dönmüşken…

Yargıya sahip olma arzusu hiç bitmeyen tarikat, siyaset dünyasına karşı bizim ülkemizde de dik durabilmek çok önemli.

Tarih bağımsız yargıyı yazar çünkü, bağımlı olanın ise tepesinden inmeyen siyasilere kurban ettiği mağdurların adını.

Gebze, 29.12. 2017. Ünsal Çankaya.

YARGI -SIZ

Yazılmıyor yazmayınca erenler!
Yürek anlamıyor öldürmek için;
Büyüten kararı yazan kalemi,
Emirle tutana yargı denmiyor!

Dara çekmek için yaş büyütenler;
Emir kesemiyor demiri niçin?
Tarih bir çocuğu astılar derken,
Adınız yok sizin, Erdal ölmüyor!

Gebze, 15.12.2013, Ünsal Çankaya


https://ayisigindan.blogspot.com/p/gocebe-ruhla-gozlem.html

GÖÇEBE RUHLA GÖZLEM

1 -Özlü-yorum : ( Özlü-söz yerine )

Bir aşk ne kadar göçebeyse yeryüzünde o kadar kalıcıdır sevgili yüreğinde, kırlangıç gibi, mavi.

2 - Mevsim döngüsü ;

Her bahar kırlangıçları izliyorum köylere gittiğimde... Şehirde yoklar mı, görmüyor muyum ayrımında olamıyorum... Köylerdeyse elimle koymuş gibi biliyorum, buluyorum yerlerini .
Yuvalarından başını uzatan yavruları, palazlanıp uçmaya eğilişlerini, tam uçmaya yeltenip pat diye düşme korkusuyla geri çekilişlerini... Sonra bir bakıyorum uçuyorlar...

Kırlangıç hızı ; maviliğin çarpan ezgisi.

Eylüle kalmadan gitmiş oluyorlar, boşalıyor o mühendislik harikası yuvaları... Bana kalan hüzün ve onlarla gidilemeyeceği bilgisi.
Baharla yeniden gelmiş oluyorlar aynı yuvaya. Aynı kuşlar ya da aynı yavrular... Ya da bir zan sanıyorum aynılık.
Bir döngü, aynı yuvaya kim bilir neredeki başka yuvadan.
Çocukluğumdan beri severim izlemeyi...Tüm kuşları. Serçeden güvercine, saksağandan baykuşa.
Ama kırlangıç bir başka sevgili; çok güzeller, çok özeller, tıpkı sesleri gibi, tıpkı renkleri gibi. İnsanın içi kaçıp, hızla dönüyor içine, sanki bu bir ilk aşk, delikanlı ilk sevgi.
Düşününce benzerliği var, anımsa ondaki ilk ürpertiyi...

3- Gözlü-yorum:

Ne kadar güzel bakıyorsunuz güvercinlere.
Hey dostum; sizin bu güvercin sevginiz bana onu-onları- yeniden düşündürüyor şimdi...

Kuşları gözlemek bilim, ya kuşları gözleyenleri gözlemek ne ola ki gündelik yaşamlarda, anlam bilimsel tanımda?
Kendisinden ve sevdiğinden başkasında bir başka canlıya duyulan aşkı gözlemek bir tür bilim sayılabilir yine de biraz aklı başında sonuç çıkarmaya eğilimli insan adına.

Ve fakat şu bir acı gerçek ki kimsenin bilim diye bir derdi kalmamış bu zamanda.

Aslında en çok dedikodu malzemeleri yakalamak sevinci yaşayabilir gözleyen bu meyanda.
Çok çok gözlemevi gereksinimi doğmadan yapılabilir bir iş sahibi olmaktır bu -röntgen çekimi-  en fazlasından kuş evi hikayesi çıkar mı beklentisi vardır; ki bu sonuç edebi ya da ebedi değilse de gerçektir insana aitliği.

4- Göç-ü-yorum. (Son söz yerine)

Kuşları ürkütmeyin baylar, bayanlar, hepsi kafes sevmez üstelik kuş aklı demeyin ya da kuş beyinli hiç…
Çünkü hepsi sever kendisini seveni, dokunsanız kuş gibi çırpınmaz mı o sevgili yüreği?

(Burada bir parantez açılır dip not için: Sadece o sözcüğü kullanabilmek için değil, özlemden değil, kapsayışındandır burada bu dünyadan sonrakine geçişi. Bu dünya yaşanılan zamanla sınırlı olmayandır, geçilense hayallerdeki.)

Dibace: Göç ebedir... Doğurandır, doğurtandır... Göçle çoğalır sevgi. Göçle aktarılır genlerden gene.

Kapatılır işi biten parantez.
Göç yolunda konaklama yeri bulmuş obadaki yarım yamalak bir sevinç gibidir kapanıştaki dalgın esrime.
Boşalan su kabaklarının hafifliğiyle yükseldiğimiz çocuk günlerdeki havuzlara uzanır düşler. Ceviz ağacından oyma beşik kadar olmasa da verdiği dinginlik, hızlanan salıncakta sallanmaya başlar çocukluğumuz ve bir o kadar hızla düşler geçidi başlar salınmaya zamanda.

Açılır kafesler (beyinlerdeki), açılır kafesler (yüreklerdeki).
Uçmaya başlar hiç bitmeyen izleğiyle kırlangıçtan sevgiliye akıp duran o mavi.

Gebze,10.7.2010, Ünsal Çankaya.
TMOLOS Edebiyat, Kasım, Aralık 2019, Sayı:81



https://ayisigindan.blogspot.com/p/bunca-kadin-oldurulurken-kadin-haklari.html

Bunca kadın öldürülürken kadın hakları mı?

Evet... Bunca kadın öldürülürken anımsama zamanı bu ülkede kadına verilen değeri ve sonra onları bizden çalanları.

Yoksa bugünkü bu cinayetler iklimi ve neredeyse kanıksamayı anlamayacak ilerde ülkemiz tarihinin bu karanlık günlerini okuyanlar.

Her güne onlarca istismar, taciz, tecavüz haberi paylaşılıyorsa basında… Bunlar yaşananların milyonda biri diye bir olasılık var ve kalanlar hep gizleniyor, kollanıyor, "bir defadan bir şey olmaz!" diye kapatılıyorsa tüm yetkili sorumlularca.

Öldürülen onca kadın kâğıt üstünde kalan yasaları bile uygulamaktan aciz insanlar yüzünden ölüyor ve bir teki bile çıkıp istifa ediyorum demiyorsa...

Kadını kendi arzusuyla kılıfında örtülerin altına saklayan bir iktidar, en tepeden en aşağıya kadar kademe kademe yayılmış ve artık varlığının makarna- kömürle izahı kalmamış, yolsuzluk ve paylaş desteği olduğu yasaklarla bile saklanamaz haldeyse...

Kadın olarak benim yazma -korkmadan ama- sadece yazma hakkım bile tehdit altındaysa... Muhbirlerin azıcık da olsa kalmış olsun dediğimiz vicdanına emanetse yazıp çizdiklerimiz...

Kadınlar cumartesiye anne, mitinglere yuhalatılan oluyorsa devletin hoyratlığında...

Ne kadar nostaljik ve bir tarih oluyorsa yüreğimizdeki 5 Aralık tarihinin mimarı ve o hakka şükranla sahip çıkan o devrin değerli kadınları...

Bugün kadın hakları artık yoktur, yok edilmeye çalışılmaktadır, kadın eve kapatılmaya çalışılmaktadır tüm eril dünyanın müşterek zorbalığıyla.

Bugün kadının yaşam hakkı yoktur aflarla, infaz yasalarındaki oyunlarla neredeyse hiç infaz edilmeyen cezalarla ve cezaların infaz ve islah amacını bilecek hukuksal kurumlar yerine birilerine iş yapar saydıracak uzlaşma ve arabuluculuk gibi uyduruk zamana yaymalar dayatılınca...

Bugüne beni karamsar uyandıran herkese, ama herkese sorumlulukları ve sorumsuzlukları ölçüsünde sitemler ediyorum…

Kızlarınız için, gelecekleri için, hiç olmazsa dünde kazanılanlardan vazgeçilemez olanları sahiplenip onlara aydınlık bir yarın sunmadığınız için sitemler ediyorum...

Göz göre göre gelen cinayetleri önleyecek yasal kararlılıklar yerine yasaları karman çorman eden bir karmaşaya mahkûm eden aymazların hepsine.

Yazıklar olsun diyorum varlığınıza!

Yazıklar olsun size destek veren hemcinslerimize!

Yani sizi doğuran analarınıza,

Eş olan kadınlarınıza,

Siyaseten peş olan yardakçılarınıza yazıklar olsun!

Ölen, öldürülen, taciz edilen, tecavüz edilip, cinsel istismara uğrayan her yaştaki kadın, kız ve erkek çocuklarının ahı kadar onların duyduğu acıyı içimizde, benliğimizde duyan bizlerin ahı sittin sene yaksın cehenneminizde. Ama elbet bu dünyanın hesabını alacaktır insanlık. Ne kadar kayıtsız kalırsanız kalın... Ne kadar saklanırsanız saklanın köşkünüze, makamınıza, hanınıza, hamamınıza, sarayınıza.

Bir oğlum var, o oğulun bir gün eşi olacak elbet, (o güzel için, onların belki kızları olacak ki şimdiden gülümsedim varlıklarına) onların aydınlık dünyalarda yaşaması için vazgeçilemez bulduğum tüm haklar adına kadın olmaktan hiç utanmadım, hiç gocunmadım ve kadın olmaktan mutluyum bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak 5 Aralık 1934 tarihinde kazandığım tüm haklarımla...

Anayasal tüm haklarıma -yaşamaktan başlayıp, çalışmak, kişiliğimi geliştirmek, sosyalleşmek ve sağlıklı bir çevrede, sağlıkla yaşamak gibi tüm temel haklarım dahil seçme, seçilme ve yönetim yerlerinde eşitçe yer almaya ilişkin her hakkıma ilişen her söze, her eyleme, her tahakküme karşı oldum, halen karşıyım ve karşı durmaktan vazgeçmeyeceğim hiç, ömürde son anıma dek...

Gebze, 5.12.2019, Ünsal Çankaya

5.12.2019, Solitiraz com


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kalmak-kadar-zordur-gitmek.html

"Hayatımın geri kalan kısmını bu şehirde geçirmeyeceğim. Bunu biliyorum.
Bilmediğim, arkada kalan yılları buradan koparabilecek miyim ?" Ömer Turan

KALMAK KADAR ZORDUR GİTMEK

Bir ayrıldın mı nereye gitsen yabancısın artık.

Bu doğulan yerin, büyünülen yerin sitemidir insana, kahrıdır, cezasıdır.

Bir ayrıldın mı dönüp gideceğin bir yer kalmıyor. Kalmıyor dönmek için neden, kimse, sokak, gökyüzü, deniz. Bozkır bile istemiyor bırakıp gideni geri dönünce; kim bu yabancı diye. Nereye gitsen orası senin kentin olur, yeter ki iste derler ya; öyle değildir."Her yer Taksim, her yer direniş!" denildiğinde bile öyle değildi. O slogan bir özlemdi; direnmek için, kazanmak için. Bir kez bile olsa bir arada bir şeyler yapılabildiğini göstermek için..."Bize her yer Trabzon!" diyecek binler elbette var; oradan ayrılıp gittikleri her yerde küçük bir köy - kasaba boyutunda Trabzon yaratabildikleri için.

En uzun yaşadığım yer burası çocukluğum sonrası...Her şiirimin dibine not düştüğüm kent, yani Gebze. Afyonkarahisar, ki doğduğum kenttir, büyüdüğüm kent, bir daha dönemedim bile.

Gebze'nin gitmediğim sokağı, keşif yapmadığım mahallesi kalmadı. Köylerin , caddelerin, sokakların hepsi bilir beni...Tarla tarla, her elektrik direğinin dikildiği güzergâhtan yürüdüm. Yeni yapılan her yol, her park, her organize sanayileşen bölge, sulama kanalı, göleti, sit alanı değerlemesi, kentleşmenin her nimeti için gereken hizmetin öncesinde yasal olarak zorunlu kamulaştırmasının plânı boyunca görevdeydim. Şapkamın altında yürüdüm; sıcağında, soğuğunda, baharında, güzünde, gülümseyerek, kızarak, gölgemi ve sesimi bırakarak her metre karesine.

Gözlemim o ki; köyünden, kentinden kopup gelen gurbeti yenmek için yerleştiği yerde köyünü , kentini minimal düzeyde yeniden kurabilmek için kolonileşiyor. Kapı komşusu mutlaka akrabası diğerinin, yakın köylüsü hiç değilse. Gurbet duygusunu yeniyor böylece gece kondurulmuş semtlerde, havuzlu , güvenlikli, duvarlı sitelerde.

Ama ben bunu yapamadım, yapabilecek konumda hiç olmadım. İşim engel olduğu kadar içim engel oldu bir başka yere bağlanıp, yerleşik hissetmeme.

Benim gibi olacaktır sorularını yanında taşıyan, sorunlar yaşamasa bile ömründe.

Çünkü insan ekmek parası deyimine uygun zorunluluklarla yaşadığı yerlerde içindeki gurbet duygusu yüzünden asla yerleşik hissetmiyor kendini. Zorunluluklar bittiğindeyse bir bakıyor ki geri dönecek yer yok. Yaşadığı yerlerde ise yıllardır gurbeti de beraber taşıdığı yüreğindeki sıla özlemiyle artık benimsin diyemiyor o yere.

Birgün mutlaka çıkılacaktır yine de kentten. Yepyeni bir yaşam özlemi için. Yaşanılan kent artık yetmez hale geldiği için. İçi daraldığından belki insanın, belki de bağırıp çıkma isteği içindeki savaşı kazandığından.

Herkes doğduğu yerde yaşayamaz; bu olanaksız değilse de gerekli ve zorunlu değildir elbette. Ama yeni bir kent ürkütür insanı, her zaman; bilinmezler içinizdedir ve oralarda ağır basar her zaman bilinenlere.

Buna karşın başlanır yeni kentte yaşamaya, çalışmaya, her şeye alışmaya. Hem daha çok var olmak isteğinden kaynaklı enerji ile ilk anda ne olduğunu anlayamaz bile insan sıladan kopuşun getirdiği garipsemeyi. Hani evden ilk kez o kesin kopuşla yaşanılan gecedeki garipseme - göç - ve bir yere ait hissedememe duygusunu... Yarının bilinmezliğinin yarattığı gelecek kaygısını...Başarmak ve tutunmak arzusunun yanından hiç ayrılmayan gerçekleştirebilecek zaman, para, enerji bulunup bulunmayacağının bilinmezliği kaygısını. Oysa göç aynı zamanda içteki bir göçüştür her anlamda, o yıkımın altında kalır bir çok olumlu duygu.

Yıllar sonrası görülür ki hiç bir yer kendine ait değil, üstelik kendisi de hiç bir yere ait değildir insanın artık. Çünkü öyledir gurbet; bitmez artık. Çünkü yaşam bitmeyen bu gurbeti sürüklemek zorunda bırakan bir mahkumiyettir insana.

Yine de kalın demem, diyemem kimselere.Yaşadığı yer dar gelmeye başlamış ise; bu kez orada zorunlulukla sürecek yaşam kendisine yarattığı mahpusluk olur, ki kendisinden başkası açamaz yüreğine kilitlediği kelepçeleri, demir kapıları, parmaklıkları.

Mutsuzluktur bir kentten gidiş, gidemeyiş de.

Şairin sorduğu asıl soruya da bir yanıt gerek artık; arkasında kalan yılları da koparabilir mi, yanına alabilir mi bir anı defteri gibi bırakıp giderken o kentin her şeyini?

Arkada kalan yıllar koparılamaz, taşınamaz, sürüklenemez. Uçmaz, buharlaşmaz elbet; ama yanında gidemez insanın yaşayarak öğrendiğimce. Birden yiter. Nereye yiter bilinmez, minicik bir izi bile bulunmaz bellek dışında. Bellek ise sadece özleminde yaşatır her bir anı, her anıyı. Arkada kaldığını sanırsın o yılların; dönüp baktığında yerinde yoktur. Yitmiştir de, bilinçli değildir bu yitiriş, çalınmış değildir zamandan, biri alıp götürmüş değildir, ama yokluğun nedenini anlayamazsın, bulamazsın bir yerde. Çünkü bir yerden ayrılmak bir insandan ayrılmaktan farklıdır hep. İnsan dost ise dün ayrılmış gibidir senden, kalan cümlelerle devam eder sohbete...Bir yer ise bıraktığın...Artık o yer senin değildir. Başka izler bulunur her zerresinde, başka sesler, başka yüzler, başka evler, ağaçlar, çiçekler, böcekler, başka gölgeler.

Kavafis'in şehri gibidir bir kentten gidiş, ardından gelir. Kent bir gölgedir çünkü. Ama insan bir de içinde taşır onu gurbet duygusuyla, sıla özlemiyle. Bir gün geri döndüğünde güneş eskisi gibi parlamaz, o kent eskisi değildir. Çünkü insanın içi aynı değildir, öğütülmüştür çoktan zaman değirmeninde, gölgeler değirmen taşlarına değmese bile.

Gebze, 24.10.2013, Ünsal Çankaya.
HUKAB - Hukuk Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Ocak- Mart 2015, Sayı:12


https://ayisigindan.blogspot.com/p/anadolum-bir-ulu-cinar.html

ANADOLUM BİR ULU ÇINAR, VARLIĞI,ÖMRÜ,GÖLGESİ HEPİMİZ İÇİN

Çınar, ne güzel bir sözcük.
İmlediği ömrünün uzunluğu, dalların gürlüğü, gölgesinin koyuluğu, büyüklüğü.
Oğullarımıza isim olsun, asırlarca yaşayan bir ağaç olsun, ama yakılmasın, yıkılmasın bir ilçeye isim olunca.

Çünkü yakılan, yıkılan bu memleket bizim.
Bir çakıl taşını bile vermeye razı olmayacağımız hani.
Ölen, öldürülen de bizim insanımız.
Çocuk, kadın, erkek, hepsi bizden, hepsi birilerinin özü, canı, cananı.

Terörü lanetliyorum!
Yetmiyor.
Çünkü çözüm o değil.
Çözüm beddua ile gelse dağ taş düzlenirdi de biterdi kan. Biterdi, binlerce yıl önce.

Konuşurken duymamak için kulağımızı kapattığımız küfürleri sayfalara açıkça yazmak da bitirmiyor terörü. Ayıplıyorum her yazanı, sanal sayfanızda terörist mi var ki okusun, görsün de varsa duygusu utansın? Bu nasıl bir patlama ki, kör ediyor gözünüzü, kalbinizi? Nasıl bir çaresizlik, basiretsizlik.
Zayıflık ve zavallılıktır çünkü küfürle ifade etmek bir yanlışı.

Terörü lanetliyorum!
Tamam!
Orda bitse yurttaş olarak görevim, yatar, kalkar lanetliyorum yazarım.
Bitmiyor! Görmüyor musunuz?

O terörü durdurmakla görevli olanların da işlerini yapmalarını istiyorum; ısrarla, yasalardan doğan ve insan olmaktan gelen o en içten, o en güçlü hakla, mutlaka.
"Bakın nasıl da yakıp yıktılar, caniler" demek biz sade yurttaşların işi, yönetenlerin değil.
Onlar şikâyet yerinde değil çözüm yerinde olduklarını unutalı, unutturalı, o güçle itiraz edenleri susturalı güce tapanlar arttı. Görmez oldular asıl sorunu, asıl sorumluları.
Bunları görmesin, bilmesin insanlar diye basından üniversiteye sesi çıkabilecek evrensel güç bilim susturulup, tek tipleştirildi zaten. Aykırı sesleri kesmek daha kolay artık, beyinler tam kıvamında...

Zavallılık güce tapmak ve aşağılanmayı kabul etmekle başlıyor.
Bu kadar aleni tapınmayın yalana. Düşünün. Okuyun. Öğrenin. Oku değil mi ki ilk emri o tanrının. İnanan önce bunu anlamış olması gereken insan olmalı değil mi? Duy ve her duyduğuna inan, seni parmağında oynatsın başka bir insan denmiş gibi biat neyin nesidir?
Gerçek güç insan olan özünüzde, yaratana inanıyorsanız o yaratanın verdiği canı alma iradesine de saygıda.

Akrabalarımda, meslektaşlarımda bazı ölümler sonrasına tuhaf bir sorgu var.
Ne demek isterler acaba şu acı yarıştıran soruyla: "Nerede bu enteller, aydınlar, kaç insan şehit yine?"

Acılar yarışmaz oysa. Acılar yarıştırılmaz. Acılar ancak diğerine karışır ve acı özünü yitirmezse acıdır.

Kendi acısını çekerken başkası ne yapıyor da denmez.
Onun nasıl yandığına ait bilgi sadece kalbine, kendisince sorulur.
Hem acı öyle bir oktur ki değdiğinde "ah!" denir sadece, "oh!" diyen hiç acı çektim diyemez.
Utansın oh diyen varsa ölümler karşısındaki duruşundan, insanlığından.

Bizler başımıza gelmediği sürece hiçbir acının tarafı değiliz. Sadece seyredeniyiz; tam o sırada görmemiz gereken "insanı yaşat ki devlet yaşasın" diyen gelenekten gelip, basiretsizlikten sorumlu olduğu yaşatma becerisini gösteremeyip insanların ölümüne neden olanların ne yaptığı ya da yapmadığıdır.

Devlet biziz çünkü, onu biz kurduk, yaşatıyoruz varlığımızla, sadece biz olmasak devlet olmaz, kutsanacak olan o nedenle devlet değil insandır mutlaka kutsanacaksa.

Ben üzülüyorum... Çok...
Bizleri acıda taraf olmaya zorlayıp bölenler ise şatafatlarla yaşıyor, alay-ı vâlâ ile, saltanat içinde.

Acılar yarışmaz asla, yakar insanı, insanlığı içinde, insan ise.

Bir bakın bakalım, bir gözleyin, güzel bir dünya vadettiğimiz o dünya güzeli, masum çocuklarımızın gözlerine bakarken gözleri arı ve duru mu yönetenlerin, yoksa değil mi?

Umut o ki azıcık da olsa kaçırmayacak kadar insanlık kalmış olsun içlerinde, pişmanlık duysunlar yapıp ettiklerinden. Çünkü başka memleket yok, bu memleket bizim, bu çınar biziz, ömrümüz uzun, dallarımız gür, gölgemiz koyu olmalı.

Buradan gitmeyeceğiz, hem gidecek yer yok, hem “nereye gitsen arkandan gelir” diyor bir büyük şair.

Gebze, 14.1.2018. Ünsal Çankaya
(Geçen yıl bugündü, nasıl da yandı o ilçe. İçindeki börtü böcek bile yandı ciğerimizle.)
SOLİTİRAZ.COM-8 Şubat2018



https://ayisigindan.blogspot.com/p/anitlar-animizdir-tektas-agaoglu-agabey.html

ANITLAR ANIMIZDIR

Tektaş Ağaoğlu ağabeyin anısına.

Ispanak aldım, dün. Kimse de “A, ıspanak aldı şu kadın!” demedi. Normaldi bu alışveriş markette.

Tektaş ağabey önceki gün öldü. Sessizce.
Öyle çok, saatlerce haber olmadı ölümü, birkaç haber kanalı dışında çoğu farkına bile varmadı ya da varıp duyurmadı. Birçok sol partinin kurucu üyesiydi oysa. Ülkenin geleceği için düşünceler üreten, kaygı duyan, yol gösteren... Üreten ve bölüşen bir insandı. Sömüren ve hep alan değil. Menderes döneminin bakanlarından birinin oğluydu, sağ gelenekten, ne istese olurdu o yolda gitse, o gitmedi. Sol dedi, sosyalizm dedi. Eşitlik, adalet ancak bunlar ile gelecek ülkemize.

Duyarsızlık ülkenin olağanüstü hallerde olmasından değildi, umursamıyordu artık kimse ömründen ömür verenleri, ülkenin barışçıl geleceğini kurmak isteyenleri.

Sığamadım eve.

Kırılıyor insan, gadre uğramış gibi hissediyor böyle duyarsızlıklarda.

Yapacak başka bir şey bulamadım evde dönenirken. Çıktım, şehre indim, eve dönerken de ıspanak aldım iki bağ.
Kilo ile satılmıyor markette, daha doğrusu yine tartılıyor da peşin bağladıkları demet ile...
İki kişiyiz evde. Fazla bu. Ne yapsam fazla işte!
Bir bağ alsaydım bile artardı ya tuttum iki bağ koydum sepete... Sebepsiz, öyle.

Dün otobüse de bindim, evet, yine, durakta epey bekledim üstelik. Çok soğuk olsa taksi ile inerdim şehre. Banliyö sayılan bir mahalledeyim çünkü yıllardır... Şehre inmek deyimi ne o eski komedi film adından aşırma bu yüzden, ne de kinaye. Doğrudan kitapçıya yürüdüm. Gençler dergi bırakacaktı adıma, çıkmışken bari onu alayım diye. Uğramış ama bırakmamışlar, birden sebepsiz kaldı çıkışım, bakındım raflara, Hece derginin Sabahattin Ali Özel Sayısını aldım gitmişken. Hem pahalı dedim hem değer dedim, arşivlik niteliğine. Afrika Özel Sayısı da kocaman gülümsüyordu, ama sanırım Afrika başka bir zamanı bekleyecek, gerçeğinde de olduğu gibi, yatırım için pahalı, okumak için ilgi ister, zaman da ayrıca... Bende bunlar azaldı. Sanırım bu ay Afrika aç çocuklarını düşünüp üzülmem ile yetinecek yine. Çevremizde bile o kadar çok aç insan var ki dilenen. Elimizden bir şey gelmeyen ne çok acı var dünyanın her yerinde... Özellikle geri kalan, bırakılan, sömürülen köşelerinde.

Kitapçım Ümit bir doğa fotoğrafçısı, aynı zamanda doğa yürüyüşçüsü. Sessiz sedasız, ama öyle de birikimli ki kendi alanında. Beş on dakika sohbet bile keder dağıtmaya yeter zaman sohbete değer bir insanla geçiyor diye.

“Tektaş Ağaoğlu öldü, üzüldüm!” dedim. “Çıktım evden. Dolaşıp biraz keder dağıtayım istedim!” dedim... Kimdi ki dedi önce. ‘Ve Durgun Akardı Don’ çevirisinden söz edince anladı kimden söz ettiğimi. “Haberlerde duydum!” dedi. “Tanırdım!” dedim. “Ta gençlik günlerimizden. Okudum o kitabı...”
Sonra daldım, elimdeki dergiyi okur gibi. Daldım, 12 Eylül gecesi uyanınca “Darbe oldu, kalk!” diyen komşumuzun sesine... Hiçbiri yasak olmayan, ama bunu bile anlatabilmek için doksan koca gün göz altılarda kaybolan isimler arasına girmeyelim diye yaktığım soba... Bari ateşi boşa gitmesin diye üzerine koyduğum kazan... Ne çamaşır yıkamıştım o gün. Evde ne kadar kirli giysi, çarşaf varsa hepsini...

Sonra Ümit’e bakıp; “Onca severek okuduğum o kitabı yaktım ben!” dedim kırık sesimle.

Üniversite öğrencisiydik. Dünyayı öğrenmeye, öğrendiğimiz kadarını da kurtarmaya hevesli...

Yasaktı TKP. İllegaldi. Hukuk öğrencisiyim. Legal olan ile başarmalı diye düşünüp sağ partiler hep televizyon ve radyolarda dinleye dinleye ezber edilen söylemlerle ne oldukları anlaşılan partilerdi, bari CHP ne diyor, TİP ne diyor, TSİP ne diyor acaba dünyanın, ülkenin geleceği için diye merak ve yayınlarını olabildiğince takip ediyorduk arkadaşlarımızla. O yayınlarda adını görüp, yazılarını okuduğumuz bir isimdi Tektaş ağabey... Menekşe Sokak’ta TSİP il binasında gördüm onu, “Okuyorum yazılarınızı!” dedim yanına gidip. Hamasi değil bilimsel yazan bir insan. “Okuyun gençler, okuyun, gelecek sizin ellerinizde!” dedi bize... O kadar da yaşlı değildi henüz... Yazdıkça yaşayanlardan biriydi, yine o yazdıkları yüzünden hapse atılan... Vazgeçmeyen, simgeleşen bir isim, “Siz de vazgeçmeyin sakın, direnin!” diyen bu nedenle.

Devran öyleydi. Tahammül o zaman da yoktu muhalefete. Muhalefetin sol diyen, sosyalizm diyen kesimine. O kadar ki “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!” diyordu Demirel uzatılan mikrofonlara. “İşte böyle iyi insanlar ölünce çok üzülüyor insan!” dedim... “Üzülüyor, çok yakını ölüp de gitmiş gibi!”. Söyleyince acımı, azıcık hafifledim... Ama dağılmadı kederim.

İnsan bir kez gördüğü biri için üzülür mü hiç böyle? Üzüldüm işte... Bunu anlayacak birisi olmalıydı yanımda haberi Cengiz’in feysbuk sayfasında gördüğüm anda... İçimdeki cız edişin... “Bir dal daha kırıldı işte geçmişinden!” deyişin... Yoktu. Acı çekmek yetmiyor demek, görülsün istiyoruz, üzüldüğümüz görülsün, bencilce. Görülsün ve “Üzülme!” densin, sanki öyle denince geçecek gibi. Geçmiyor elbette.

Kitapçıdan çıktım, kederim dağılmamıştı. Yıllarca önce sadece insana, sosyalizme inanan ve bu yüzden öldürülen bir Sabahattin Ali için önsözündeki açıklamalara bakılırsa anısına bir özür borcu gibi yapılmış hissettiğim o Özel Sayı elimde...

Yirmi yıldır yaşadığım bu şehirde o an beni Ümit’in anladığından daha çok anlayacak başka da biri yok şu an diye yine durakta bekleyip, yine otobüsle, eve... Bir durak önce indim... Evin yakınındaki marketten birkaç tatsız tuzsuz bisküvi ile iki bağ ıspanak aldım işte... Tam çıkacakken döndüm, bir paket yufka ekle dedim kasiyer kıza. Geldim eve. Ispanakları plastik leğene, diplerine de az su koydum… Dursun bakalım, gece yıkarım diye düşündüm önce...

Başka hiçbir şey yapmadan uyudum sonra. Birkaç saat.  Muzaffer kapıyı açarken uyandım anahtarın kilitteki sesine. Dünden kalan kuru fasulye ve pilavı ısıttık akşam yemeği olarak. Bu yıl birçok lahana turşusu yaptım, (Hep Canan Karatay yüzünden bunlar. Acı biber turşuları yenmiyor, dağıttım onları arkadaşlara.) biraz turşu ve bir de küçük soğan kestik yanına. Soğan gözlerimi yaktı, ağladım. “İyi oldu!” dedim içimden... “Artık ağlayacak derman bile kalmadı yüreğimde, acıtan ölümlere.”

Ispanağı bugün yıkadım. Tane tane... Üç kere. Sonra yine ısladım suya. Çocukluğuma gitti düşüncelerim... “Ah annem!” dedim, “Ah!” Erkenden pazara gider, donmadan alıp getirirdi pazardan ıspanağı. Üç kovayı su doldurur, birinde bol suda kumlarını salan ıspanağı ikincide azıcık mıncıklar, ezmeden çamurundan da arındırır, üçüncü kovada epeyce bekletirdi ki ne kaldıysa arınsın. Kuzu ıspanağı alırdı, dipleri kırmızı, yaprakları koyu yeşil, tazecik... Her biri ayrı emek isterdi iki kilo ayıklamanın. “Diplerinde!” derdin, “Vitamini, ziyan olmasın! Çok kesme!”
Ben kavurmasını severdim yumurtalı, babam o kavurmaya az salça eklenip yumurta kırılan mıhlamasını. Beş kardeş en çok böreğini severdik ama. Bulgurlusunu pişirdiğinde bile itiraz etmezdi kimse. Vitamin deposu, büyüyeceğiz yedikçe. Oysa o kadar da demir yokmuş, hesap hatası diyorlar şimdilerde. Bilsen yine biz ıspanak mı yerdik o kadar bilmem? Ama pişman değilim ben, elinden pişen her yemeğin lezzeti belleğimde.

Benim ıspanak iri, o kadar koyu yeşil değil, kökleri beyaz. Sera işi besbelli. Sanayi işi.

İki iri soğan kıydım tavaya... O sırada geldi Muzaffer eve. “Börek mi yapacaksın?” dedi. “Yapalım!” dedim... Yufkayı işte o zaman anımsadım. O görmüş, böreğe heveslenmiş demek.

Yarım saate varmadı, hepsini yaptık, pişti, yedik. Yok yok... Fırında yapmadık... Soğanda, baharatta azıcık çevirdim ıspanağı, suyunu tam salmadan azıcık da peynir ufaladım içine... Yufkaları ikiye böldüm, her yarıma bir kepçe iç koyup, saçta pişirir gibi tavada bol içli gözlemesini yaptım... Ben yaptım, Muzaffer pişirdi. Tavaya yağ koymadık ki yanıp da kokmasın, kokup da ciğerimi tıkamasın, astım krizi başlamasın diye.  İndirince üzerine gezdirdim azıcık...

Son iki yarım yufkada içine yumurta kırdım... Çünkü gözlemeyi yaparken kimi zaman yayla günlerine, kimi zaman köyde ebemin ocak başına, kimi zaman anacığımın en son çıkan modeli olsun diye aldığı elektrikli saç üzerinde pişen ve sıcak sıcak yediğimiz bükmelere gidiyordu düşüncelerim... O zaman da en sevdiğim sacın son ateşinde içine yumurta kırılmış bir yufkayı yemekti... En çok kabaran yumurtalı bükme olurdu ve en iyi pişen de o. Muzaffer’e “En çok yumurtalıyı severdim ben!” dedim, “Herkes gözleme bilse de adını, bizde bunlara otlu bükme denir, sizde ne deniyordu biliyor musun?”. “Annem bize yağlı ekmek yapardı saçta!” dedi.
O kadar az yaşadık ki onun annesi ile... Anımız o yüzden az ve hayal meyal geliyor aklıma öyle dediği.

Ben aslında bir de helva mı kavursaydım acaba derken... Yufkadan bükme de iyi geldi... “Ölmüşlerimizin canına değsin!” dedim yerken, “Şifa olsun hep her lokma, çoktandır yapmamıştık böyle bir değişiklik... Tektaş ağabey canına değsin senin de!”

Çayımla bilgisayar başına geçtim… Muzaffer haberlerde ne var diye bakarken televizyona...

İşte tam o sırada aradı Cengiz. “Şimdi yerine bıraktık Tektaş ağabeyi!” dedi. “Tüm dostlar bir aradayız... Bak karşımda Bülent, Turgut, diğer Bülent ve... “dedi... İşte öyle... “Çok selam söyle dostlara!” dedim “Azalıyoruz hep, azalıyoruz... Bir bir gidiyoruz, önce ağabeyler... Ne kaldı bize? Dikkat et sen de emi... Nasıl dikkat edilebilecekse bilinmeyen ecele!”

“Tamam!” dedi... “Senin de sesini duymak istedim hepimiz bir aradayken, hem sesinle katılmak isteyeceğini düşündüm, bilirim böyle günlerde sesimiz iyi geliyor diğerimize.”

Sesim... Elbette, hiç olmazsa sesimle... Tam da veda anına... Sesim titredi... Döküldü birden...
Kapattık iyice dolup taşarken sesim, sesim yere düşünce, kapattık aynı acıyı duyuşu kederimin üstüne. Acı çünkü sadece aynısını duyanlar ile bölünüyor zerrelerine...
“Çok güzeldi ağabey!” dedim sonra, “İnan çok güzeldi ıspanaklı gözleme!”.

Ağır geliyor keder diyorum ama. Artık kimse ölmesin. Ağır geliyor acı.
Son ıspanak bükücü gibi her ölüme bükme mi yapayım ben helvası niyetine?

Gebze, 11.1.2018, Ünsal Çankaya

sanatolayi.com, 21 Temmuz 2020.
SOLİTİRAZ.COM -11 Ocak 2018
EKİN SANAT Edebiyat ve Düşün Dergisi, Ocak-Şubat- Mart 2018-Sayı:144-145-146


https://ayisigindan.blogspot.com/p/yarin-avukatlar-gunu-bu-da-boylesine.html

Yarın Avukatlar Günü!
Bu da Böylesine Bir Hiç)

Yarın ülkemizde “Yurttaşı savunma” görevini silahsız yapan bir meslek grubunun kutlanası günü.
Hukukçular, özelinde de avukatlar günü.

Savunma adalet ihtiyacının en temel taşlarından.

Görevini yapabilmek için hukuk iklimindeki aksamaların olması ve onun bilgisi, becerisi ile hukuk içinde müdahaleye zorunlu olması gerek...

Herkes gönül huzuru içinde yaşıyorsa, uyuşmazlık yoksa, adalet kendiliğinden oluşmuş bir düzen halinde kanıksanmış ve kimse bu düzenin dışına çıkmıyorsa... Olmasa da olur bir meslek... Çünkü adalet terazisi dengede ise bahçesine çiçek dikmeyi özler o mesleği yapan insanlar... Karın doyuracak bir işten ziyadedir konumu, yorucu, yıpratıcıdır ve özen ister isteyerek yapandan.

Yargı sacayağı gibidir deriz, okulda ilk öğrendiğimiz ilkedir o.

İddia, savunma, karar. Her üç makam da işini geleceğinden kaygısız, layığı ile yapmalıdır.

YARGI BAĞIMSIZLIĞI işte bu nedenle anayasal koruma altındadır.

İddia ve savunma taraftır, bir tarafın hakkını hukuk içinde arar. 

Yargıç ise karar verendir, tarafsızdır, işin aslı, özü budur, o nedenle tarafsızlık anayasaya yazılmasa da zorunlu bir niteliğidir işin, yazılması fuzulidir, yazılıp bağımsızlığına el atılıyor, taraf tutmaya zorlanıyorsa siyaset tarafından anayasaya tarafsız ibaresi ekliyoruz diye övünmek abesle iştigalin ta kendisidir.

Bu ülkede bir ilin Cumhuriyet Başsavcısı "naklen" derdest edildi makam odasında... Sustu ve korktu halk.
Sürgün edildi insanlar "kumpas davalar" kuran tarikat ehlince... O insanlara zırhlı araçlar verip, "bu davaların savcısıyım" dedi siyasi iktidar...

Sonra "Aldandım" dedi... "Milletim beni affetsin!" dedi.

Allah Allah! Biz yıllardır söylüyoruz, bu nasıl aldanma dedik... Yargıdan geçmeden bir af olamaz dedik... Bizi dinleyen olmadı... Korkmuştu halk...

Şimdi... Elbet devlet tarikattan ayıklanmalı da... Devletin bir tarikatı içinden ayıklayıp, ötekilere göz kırpmadığından, yargının yer, yetki teminatlı dokunulmazlığını hiçe saymadığından emin olabilmeli halk. 
Oysa öyle olmuyor...Olması için çabalayan hukuk insanlarına rağmen olmuyor... Çünkü siyaset hepsi birden olmak istiyor tüm güçlerin, hepsi birden olunca o sistemin adına "dikta" dendiğini de biliyor tüm dünyada.

Yargı içine sızan, üstelik fakülteyi kazanırken çalınmış sorularla ön alması sağlanan, mesleğe kabulde referansı o tarikat olanlara öncelik sağlayan, tüm köşeleri tutup yasaları tarikata yarayışlı tasarılar ile dizayn etmelerini sağlayan her bir sahte hâkim ve savcı elbet ayıklanmalı.
Yolu, yöntemi yasasında yazılı usul ile...

Her gün canından can harcayıp işini yapmaya çalışanların sırtına binen iş yükü o ayıklanan müritçiklerin kapladıkları yerdeki dosyalar da eklendiğinden on kata çıktı... O insanlar artık çıktıkları kürsü, kullandıkları yetki yasalara bağlı ve güvenceli olsun, siyasetin gölgesi düşmesin ister haklarında hüküm kuran idari makamlara...

Neyse... 

Kutlanır mı, kutlarsam mutlu olur mu arkadaşlarım diye düşündüm önce... 

Sonra ne düşünüyorsun diyen sanal dünyaya yine "HİÇ!" dedim...

Bugünlerde halimiz hep böyle...

Kutlanacak ne kaldı ki demeden... Hukuk ülkesi olacağımıza ilişkin umudumuz, onların varlığı ve emeği ile bu umudun gerçekleşeceğine inancımız ile...

Sayfa arkadaşım olan tüm avukatların 5 Nisan Avukatlar gününü kutluyorum.

Gebze, 4.4.2017. Ünsal Çankaya.

(4.4.2018 tarihinde not): Hiç!

Hiçbir şey değişmedi iyiye doğru.

Bu yıl da böyle... Değişen Anayasamızda yazılı olan hukuk ülkesi olduğumuz bilgimizin rivayete doğru evrilmesi, iyice...

Kutlu olsun yine de...Umudunu yitirmeyen, hukuk diyen, adalet diyen herkese ve dilden değil yürekten dileyenlere. Bir gün gerçekleşmesi ümidimizle.

SOLİTİRAZ.COM-4 Nisan 2018


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kadin-haklari-mi.html

KADIN HAKLARI MI?

05 Aralık, 00:00.2017

Yurdumuzda kadınların seçme-seçilme hakkının kabul günüdür de... Çok anlamı kalmadı gibi bu hakkın...

Kadınların sanki eve kapatılması için adım adım yasalar çıkartılırken, olmadı yangınlarla daha büyümeden köklerine kibrit suyu denilen zamanlardan geçerken, kalan çoğu da zaten onlara biat eden ve kendini birey saymayan-köle-haline dönüşmüşken ...

Üstelik de ömrümüz "tek derdimiz anayasa madem delindi, adını başkanlık koyalım" deyip duran siyasetçilerin elinde biçimlenirken...

Neyi kutlayacağız bugün?

O hakları neredeyse hepten yitirişimizin acıklı öyküsünün içimize oturmasını mı?

Eril dünyadan yükselen “Ne hakkı, İsmail Hakkı!” diyen çiğ sataşmayı mı?

“Hani eşitlik diyordunuz, nerede eşitlik, niye erkek hakları yok” diyen mantıksız mantığı mı?

2014 yılında, aynı gün yazmışım yine… Güncel. Daha da güncel üstelik.

Onu tekrar ile yetinmek içimdeki bungunluğa bir bardak su.

Çünkü sitemler yetmiyor ama, kahırlanmak yetmiyor ama, durdurmak da zorlaşıyor süreci ama…

İlerde bir gün, “Ne yaptık biz, sen ne yaptın?” diye sorulduğunda…

“Susmadım hiç, görün, uyanın!” dedim, “Haykırdım, ortak olmadım haklarımızın çalınmasına!” diyebilmek için de olsa… İçime bir bardak sudur çığlığım. Yazıyorum. Okunsun. Ders alınsın, olursa!

O yazımla bir kez daha soruyorum bugün de…

KADIN HAKLARI MI?

Kadını- kendi arzusuyla kılıfı altında- örtülerin altına saklayan bir iktidar, en tepeden en aşağıya kadar kademe kademe yayılmış ve artık varlığının makarna- kömürle izahı kalmamış, yolsuzluk ve paylaş desteği olduğu yasaklarla bile saklanamaz haldeyse...

Kadın olarak benim yazma- korkmadan ama- sadece yazma hakkım bile tehdit altındaysa...

Muhbirlerin azıcık da olsa kalmış olsun dediğimiz vicdanına emanetse yazıp çizdiklerimiz...

Kadınlar cumartesiye anne, mitinglere yuh çektirilen oluyorsa devletin hoyratlığında...

Ne kadar nostaljik ve bir tarih oluyorsa yüreğimizdeki 5 Aralık tarihinin mimarı Atatürk ve o hakka şükranla sahip çıkan o devrin değerli kadınları...

Bugün kadın hakları artık yoktur, yok edilmeye çalışılmaktadır, kadın eve kapatılmaya çalışılmaktadır tüm eril dünyanın müşterek zorbalığıyla.

Bugüne beni karamsar uyandıran herkese, ama herkese sorumlulukları ve sorumsuzlukları ölçüsünde sitemler ediyorum...Kızlarınız için, gelecekleri için, hiç olmazsa dünde kazanılanlardan vazgeçilemez olanları sahiplenip onlara aydınlık bir yarın sunmadığınız için sitemler ediyorum:

Yazıklar olsun diyorum varlığınıza, yazıklar olsun size destek veren hemcinslerimize

Yani sizi doğuran analarınıza

Eş olan kadınlarınıza 

Siyaseten peş olan yardakçılarınıza.

Bu sitemlere de gülüp geçenler, “Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti!” diyenler olacak biliyorum. Dahası sürüyor eril dünyanın kadını dışlayan eylemleri. ‘Din yasakları’ ardına saklıyorlar eylemlerini, hiçbir dinde öyle yasaklar yazılı olmadığı halde, devletin dini -hele de çoğunluğun kabul ettiği tek din herkese şamil imiş gibi imajla- olmaz dedikçe biz.

Çünkü eşit iş, eşit ücret, eşit yaşam hakkı dedikçe biz, görüyorum ki kadınlar iş yaşamı dışına itiliyor incecik hesaplar ve açıkça eşitsiz para vadeden yasalarla.

İş yerinde kreş, oyun alanı, sağlıklı beslenme talep etmek ve yasal zorlamalar elde etmek dururken, “evinde otursun, çocuk doğursun, evi çekip çevirsin, çocuğa baksın, işe gelmesin ve işe gelen erkek ve kadınla aynı maaşı alsın!” diyen bir yasayı alkışlıyorlar yanılgılarla.

O yüzden “Kabahatin çoğu senin!” diyen Nazım şiiri, baltaya “Ne yazık ki sapın benden!” diye hayıflanan ağacın söylemi halen geçerli insanımız, özelinde bu haklara sahip çıkmayan kadınlarımız için.

Uyanmalarını bekliyorum da. Bunun için gerçekten burkalar içine sokulmak zorunda kalmaları mı gerekecek, evden izinsiz çıkmaları yasaklanınca mı uyanacaklar, sokakta görevlilerce düzgün giyinmeleri ihtarı ile kırbaçlanınca mı uyanacaklar bu gidişe dur diyemeyen ülkelerde olduğu gibi bilmiyorum. Böyle şeyler olmaz diyenlere de, olmayacak diyenlere de inanamıyorum…

Ben ne yapacağım bundan sonra…

Bir oğlum var, o oğulun bir gün eşi olacak elbet, o güzel için, onların belki kızları olacak (ki şimdiden gülümsedim varlıklarına) onların aydınlık dünyalarda yaşaması için vazgeçilemez bulduğum tüm haklar adına, birey ve kadın olmaktan mutluyum, bu hakka ilişen her söze, her eyleme, her tahakküme karşıyım, karşı durmaktan vazgeçmeyeceğim hiç, ömürde son anıma dek...

İşte sadece bu umudum ile bu umuda destek olan, susmayan kadınlar ve içten destek veren erkeklerin de olduğu dünyayı özleyen insanlar var ya, işte o dünyayı gerçekleştirmek için emek verenlere selam ile onların varlığını kutluyorum bugün. 

Belki yarın da. Elbette, daima, tüm hakları yeniden, içeriğiyle kazanana dek. İnsanca yaşam adına.

Gebze, 5.12.2017, Ünsal Çankaya.
SOL İTİRAZ.COM


https://ayisigindan.blogspot.com/p/mutsuzluk-tuzagi.html

MUTSUZLUK TUZAĞI

Sevgisizlik öyle dipsiz bir kuyu ki.
O karanlık kuyu kurumuyor sevgide yunup, arınmadıysa. 
İçini çekmek mümkünsüz, aydınlatma çabaları boşuna.

Düşen kurtulmak yerine çevresine taş atıyor boyuna.
Mutsuzluk yoldaşı onun, işte böyle doğuyor, kuyunun ortasına.

İki dert de şifa bulmaz, insan kalbi sevgiyi bulmadıkça.

Bu iki kuyuyu iç içe geçirme becerisi olanlar hasetlik şemsiyesi açıyor sevgi çağrılarına, uzatılan eli kırıyor tutunmak, çıkmak yerine, iplerle boğuyor yardıma koşanları, ne tünel arıyor kurtuluşuna, ne kürek takıyor kurtuluş sandalına.

Çöküyor dibine karanlığın. En koyusuna.

İşte bencillik orada başlıyor. Sorumsuzluk da.

Ne kendini ne başkasını sevmeyen, sevenleri, mutlu olanları da kıskanıyor galiba.
Kusur hep çevresinde, nasıl sevilmez acep o muhteşem kişilik? Derman yok onda derde, ne iğneye dokunur, ne değer çuvaldıza.

Hasetlik pabucu giyip, çirkefini sıçratıyor attığı her adımda, zevk alıyor, zil takıyor eteğine insanları mutsuz edip, yaşamı onlara zindan kılınca... Durmuyor, istemiyor durmayı.
Besleniyor, doymuyor kırdığı kalpler ile.
Hep daha çok, daha çok...
Kötülük gelsin diyor.

Belki de bir tuhaf mutluluk düşü kuruyor bu arada, madem kimse sevmiyor onu, kendisinde sevgisizlik dizboyu...
"Öyleyse eşitle çevreni!" diyor olmalı kuyu, "Eşitle, kendi mutsuzluğuna!" Üstelik "Tüm gücünü harca bu hedefin uğruna. Keyif al bundan, asla pişmanlık duyma.!"

Bu yüzden: "Sakın ha kimseyi kayırma!" diyor olmalı o sevgisiz kalp, "Kimseyi ayırma, kimseciği kollama!".

"Ana deme, baba deme, kardeş deme, evlat deme, eş deme, dost deme, hısım akrabadan geçtim tanıdık, tanımadık herkesi kır, incit, dilindeki küfrü, o devasa bedendeki kaba gücü sakın boşa harcama!"

"Mutlu kimse kalmasın. Sevgi tomurcuğu da."

"Çukurun bir namusu var, daha aşağıya düştüysen artık bunun sorumlusu kendin değilmiş gibi saldır tüm insanlara, paramparça et kırılgan kalplerini. 
Hepsini çek kuyuna... Daha da çirkef ol ki... Çektiğinde gelmeyene yaşanacak temiz alan bırakma..."

Bu tuhaf mutluluk ya da mutluluk düşü uğruna yaşamınızın her anını denetleyen, diliyle, bakışıyla, eliyle, kaba gücüyle, bencilliğiyle size ve sevdiklerinize zarar veren bu kuyulardan insanlardan uzak durun diyeceğim umar sayarak...

Hiç olmasa diye değil, böyle kötü olmasaydı diye çaresizce umarak...

Yıldızlar kayarken gökyüzünde "sevgiyle dolsun o kuyu, sevgiyle yıkansın suyu, kurtulsun şiddetinden soyu sopu!" dileğini salıyorum evrene. Meteor yağmurları yağarken dünyamıza...

Umarım mesaj ulaşır, kuyunun aynası parlar, ışığı balkır sevginin, mutluluk kurutur suyu.
Düşen her taş, insanlığa yükselten basamaklar olur da...
İçine düzen zavallı paylaşmayı bulur çıkar.

Olmazsa... 
Kırılsın o eller. Çürüsün o diller. Çöksün o kuyu. Kimseler düşmesin o karanlık tuzağa.

(Dip Not: 2017 yılında, 11-15 Ağustos tarihi arasında dünyaya otuz beş yılda bir görülebilen ve saatte ortalama altmış taşa karşılık gelen meteor yağmuru indi… Tüm medya bu haberi verdi de… Kuyunun dibini gören olmadı… Dibindeki kararıp kalan kalbi de tabi.)

Gebze,15.8. 2017. Ünsal Çankaya.
Ekin Sanat Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, Eylül 2017, Sayı:140


https://ayisigindan.blogspot.com/p/camli-yayin.html

CAMLI YAYIN

-Hay Allah yahu..!

Evin bitişiğindeki havuz başında, mehter takımından bir elemanın düğünü var...

Yangın yeri gibi sıcak bugün... Kırklı dereceler az geliyor ölçmeye...
Oysa genelde esintili bu yerde klima gerekmez... Karşılıklı iki pencere açıksa yeterdi nefes almaya...

Bir söz çok kesin; davulun sesi uzaktan hoş geliyor gerçekten... Ama bu çok yakın!

Mecburen kapattık pencereleri... İnsanların mutlu günü deyip-sesi kısın tatsızlığına girmeyip-, katlanma gücüm artsın diye dualardayım böyle olaylarda... Bazen misket filan cazip gelebiliyor eğer ses çok da abartılmadıysa... Ama bugün bambaşka bir tarz var ve inanılmaz sıcak... O sıcakta mehter takımı giysileri içinde tüm konuklar…
Mehter marşları çalıyor hey bre aman! Hey bre aman!
Tabi ev şimdi sauna... Saunada davul sesi daha da can yakıyor...

Hay Allah yahu!
Evin bitişiğindeki havuz başında, mehter takımından bir elemanla bir kadın evleniyor...

Tanrım! Bir kadına bu yapılır mı?
Şu ahir ömründe hep anımsayacağı bir güzellik sunulamaz mıydı bu kadıncağıza...

(Hayda bre! Allah Allah deyip geçti Genç Osman, heeey, hey!)

Bir ayrıntı yakaladım bu arada o ses geçirmezliği iddia olunan çift camların ardından... Kulaklarım inanamadı kendine, onlar inanmayınca sağlama yapmak lazım... Gözlerimde uzağı gören camlarıyla gözlüklerim , pencereye yaklaştım...

Karadenizli bizim eleman... Mehter takımı kendince horon havası çalıyor ve mehter takımının o ağır adamları o ağır kıyafetlerle, serpuşlar, tüyler, hotozlar altındaki başları ve kuşaklara sığmayan göbekleriyle, şalvarları, ayaklarındaki keçeden çarıklarıyla sallanarak bir tuhaf horonda devrilip – devşirilmekte!

Hay Allah yahu!
Evin bitişiğindeki havuz başında, mehter takımından bir Karadenizli adam evleniyor.
Karadenizli adam bu geceyi mehter marşları ve mehter adımlarından çevrilmiş horonda “ha uşak ha!” diye diye sallanan kılıçları ile oynanan oyunlara aldırmadan anımsayacak, üstelik kendisi de bir Karadenizli kadın bulmuş evleniyor...

Evet, kadın da Karadenizli, bunu da kadın konuklardan anladım...
Ayrıca o Karadenizli kadın da eğer yanılmadıysam bir horon takımından!
Kadının sağdıçları da üzerlerindeki o Karadeniz horon kıyafetleriyle döneniyorlar çevrede ve görülüyor ki genç kadın konukların çoğunluğu evlenen kadının horon takımından arkadaşları!

Bir tek kadın bembeyaz bir gelinlik içinde. Birkaç da küçük kız. Gelin olmaya o yaşta hazırlanan zihinleriyle.

Tam pencereden sesin bana daha az ulaşacağı salona doğru uzaklaşırken kolbastıya döndü hava, görülmeye değer dehşetli bir görüntü çıktı ortaya; mehterler ile horonları ortalarda sıçratan... ( Biliyorum , mehterler ve horonlar denmez, başka ne denebilecek izlediğime tam yaraşan sözcükleri bulamadım.)
Hem anlayın işte, o kadar tuhaf tanık olduğum durum ve ama insanlar inanılmaz mutlu, inanılmaz coşkulu...

Mehterler hızlandı biraz, horonlar yavaşladı, ortada buluşunca hız, müzik de yavaşladı ve hızlandı.

Tamamen ayrılırken görüntülerden ; mutlu olsunlar diyeceğim elbette.
Ama zaten o kadar mutlular ki, bu fazlasıyla belli oluyor hallerinden, öylece sürsün bari, mutlu kalsın ‘Mehter Mehmet’ ile ‘Horon Fadime.’ (Evet, anladınız işte, isimleri ben uydurdum evlenen çifte!)

Belki yanlış anladım, belki öyle olmasını istedim, belki öyle olduğunu varsaydım izlediğim sürede, oradaki tek beyaz, kedere bulanan beyaz; üzerindeki gelinlikti kadıncağızın...
(Gelinin yüreği aslında nasıldı bilemem tabi. Ben yakıştırdığımı yazıyorum şu anda.)

Çünkü gelinlik içindeki kadıncağız mehtere de uysa, horona da dursa adımlarını ve arada kalmışlığını ikisine de uyduramıyordu. Bembeyazlığı onca renkli giysi içinde bir saflık görüntüsü olmalı iken gecenin karanlığı, ay ışıksızlığı ve havuz başı ışıklarının ölgün sarılığı ortasında bir o yana, bir bu yana salınan bir tuhaf beyaz leke gibi görünüyordu. O yaşına dek o beyazlık onun için hem özlediği mutluluk, hem sonsuz bir kaygıydı çünkü.

Beyaz atlı prensiyle mutluluk… Ya da aynı prensin bir anda yaşamını zehir edecek bir kaba güç benciline dönüşeceği, aç, açık kalacağı ama kan kussa bile kızılcık şerbeti içtim demek zorunda kalacağı kaygısı.
Tüm bunlara eklenense o ölgün sarı ışıkların basılan yerleri iyice daralttığı karanlıkta, üzerindeki o gün ilk ve son kez giyeceği konusunda uyarılarla büyüdüğü evinden uzaktaki bir havuz başında eteğine basma kaygısı.

(Gece yarısı olmadan dağıldılar, gelin havuza düşmedi, başka kimse de düşmedi, ne çığlıklar arttı çünkü, ne ambulans geldi ne polis.)

Gebze, 31.7.2010. Ünsal Çankaya
EKİN SANAT Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, Haziran, Temmuz, Ağustos 2017, Sayı:137,138,139.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/emegim-icin.html

EMEĞİM İÇİN

Kadın olarak bu ülkede eşit yurttaşlık ölçeğinde yerimiz nerededir ve emeğimizin yeri emek skalasının neresindedir acaba?

İçim acıyor yanıtlarını düşündükçe.

O yanıtlara içtenlik girse ve siyasi yalanlar dışlanabilse biliyorum ki yerimiz Nazım Hikmet’in “ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen...“ şiiri gibidir hâlâ.

Emeğimizin değeri bilinse ve yaşam hakkımıza saygı duyulsa yeter.

Bunlar bile kalmadı ki son yıllar.

Hala da yetmez ama evet diyen zalimler var, kavgaları, iktidar hırsları bitmediği, doymadıkları için kana...

Analar sokağa, okula, askere, gezmeye, dağa, bayıra saldığı çocuğu eve dönmeden uyuyamıyor rahat.
Özgürce, güven içinde yaşamak istiyor hepsi. Kendi ve ailesi.

Baş tacı filan olmak istemiyor kadınlar.

Bu dünyada görülmeyen günler ile dolmuşken ömürleri ayaklarının altında cennet olacak diye oyalanıyor saf olanlar. Olmayanlara bu dünyayı dar ediyor softalar.

Evlatları, kocaları, sevdaları, akrabaları sağ dönsün eve. Evlerinde güven içinde yaşasın istiyorlar sadece.

Bundan daha insanca anlatılabilir mi istekleri. Yaşamak istiyorlar. Yaşamak.

Bu istekleri ise ütopya.

Çünkü hukuk devletinde, hukuk insanları bile yaptıkları işe, özüne, önem vermiyor ve saygı duymuyor, göz göre göre yaptıkları haksızlık için pişmanlık duymuyorlar. Bu nedenle hukuk dünyası dışındaki aç kurtlara diyeceğim kalmıyor. Baştan hukuksuzluğa cevaz veren, kendi dalını kesen “ne yazık, sapı benden!” diyeceğimiz şekilde ‘hukuk dünyası içindeki baltalar’. Çünkü kendi niteliğine saygı duymayan hukukçular siyaset ve tarikatlar emrine adalet, hak ve nefasetten ayrılıyorlar.

Üç yıla döndü yargı içindeki kişisel emeğim hiç edileli. Ahım da vebalim de üzerlerinde. O zaman susanlar şimdi de konuşmasın. “O zamanı geç!” diyenlerse önce işinden, sonra yüzüne bakacağı çocuklarından utansın.

Otuz yıllık emeğimi yalan ile harcayanlara bir tek dur diyen çıkmadı aralarından. Çünkü yetmez ama evet diye diye gelen 2010 Anayasası ile HSYK kararları için yargı yolu kapalı.

Hukuk dünyası içinde ve onun dışındaki dünya içinde kadınlarımız hep ayrımcılıkla vuruluyor, her zaman.

Oysa canından, kanından, eşinden, çocuğundan, ailesinden çaldığı zamanı, tüm gücüyle emeğini harcıyor iş yaşamına.

Kadınlar ayrıcalık filan istemiyor, eş ve eşit olmak istiyor, hepsi bu.

Çağdaş dünya kadınları ile eşit kalmak istiyorlar elbette.

Özü bu 8 Mart'ın.

O yüzden, “emeğim!” diyorum tam bu sırada. 

En sakınmasız harcadığım yetim, seni, değerine paraya hiç tahvil etmedim. 

Parayla ölçülemezdi adaletim. 

Maktu bir maaştı karşılığın, karnımı doyurmaya, üstümü giyinmeye. 

O maaşla yetindim, ’helâl’ olan için canımla çalıştım da , ‘haram” girmedi kursağımıza.

İşimi özgürce yapabilmekti tüm isteğim. Bunun içindi “mücadele etmeliyiz!” deyişim. Baktığımız dosya başına para olsun mücadelesi değildi yaptığım; ‘mürit yavrular’ gibi. Şeyh emrine parça başı taşeronluk değildi. 

Vicdanımdı her karara imza olan tek izim. 

Üç yıl oldun hiç edileli devlet katında. Hiç edildin!

Emek, deneyim, adalet değildi dertleri, muhaliftin, susmanı istediler, işleyen demirin parlayan aydınlığını değil.

Üzüldüğüm halen de budur elbet. Gönül koyduğum, çokça.

Dünya Emekçi Kadınlar için o mücadelenin öncülerini anıyor yıllardır, bizde ise kadın ve emeği evine, örtülerin, perdelerin, duvarların ardına kapansın diye cin fikirler çıkıyor elma şekeri gibi.

Üzerindeki şeker bitecek bir gün, bilmiyorlar, içindeki elma çürüyecek bilmiyorlar, ellerinde bir kazıkla kalakalacak hepsi, bilmiyorlar alkışlayan kadınlar.

Emek mücadelesinde kadınların değil, emekçi ve demokrat erkeklerin bile sesine tahammülü olmayan iktidarlar bitmeli. 

Emeğin değerini bilmeyenler yönetim yerine gelmemeli. 

Kadın emeğini eşit bilmeyense yaşam alanlarına hiç değmemeli.

Gebze, 8.3.2016- 8.3.2017. Ünsal Çankaya
Gerçek Edebiyat.com, 8.3.2017



https://ayisigindan.blogspot.com/p/annem.html

ANNEM

Demiştin ki yıllar önce ikinci görev yerime giderken; “Analar ağlar kuzum, işte bu sana ağıtım, yaz bir kâğıda.”

"Kar mı yağmış şu Mardin'in dağına
El attılar ciğerimin bağına
Ünsal'ım gidiyor Gercüş eline
Ben sana dayanamam hey aslan kuzum,
ağlaya ağlaya kör olur gözüm..."

Yazdım, kayda aldım, okudukça yandım, dinledikçe ağladım.

Gurbetti, uzaktı, uzak!
Uzak ki hiç bu kadar uzak olmamıştı uzaklığında, ne yapsam oradan yetişilmiyordu sıcaklığına.
Geldim, morg çarptı suratıma. Küskünüm gayri hastane morglarına.

Geldim, ardımda kaldı derdim. Her taşına selam olsun Mardin'in, şiirini bulup geldim kalbimin.
Sevgilerimi alıp geldim, mayaladım ömrüme.
Canıma can kattım kabardığında.

"Bağbozumu" şiirimle gider şimdi sevgim gümüşü telkâri kuşaklarına.
Kara gözlü çocuklarına, sarışın kızlarına, esmer oğullarına, arabına, kürdüne, süryanisine.
Ezilen üzümüne, soğuyan şarabına.
Dicle'yi kavrayan ovalarına, ah o taşı taş kılan ustalarına, dünyayı kardeş tutan insanlarına...

Geldim, evlendim, bebelendim.

Anneler günü hep sensiz geliyor, yirmi üç yıl oldu ben de anneyim, ama yirmi dört yıl oldu annesizliğim. Ah annem! Anlatılmaz çaresizliğim, anlatılamaz sana özlemim.

Baksan bana; “üzülme kuzum desen, üzülme! Güzel Allah’ım görür kulunu, derdini verdiyse verir dermanı, üzülme sakın, kıyamam sana!” Üzülmezdim dertlere.

Baksan bana, desen ki: “Haydi gül, gül bakayım, o güzelim kahkahalarla, şenlensin içim, haydi gülelim!” Hiç bitmezdi kahkahaya takılı kalan sesim.

Annem! Ah canım annem, özledim seni, özledim, nasıl da istiyorum dokunmanı alnıma!
Yangın bu yüreğimdeki, koca bir yangın bendeki bu yokluğun!
Kor oldu, küllenmiyor bu ateş, dağlıyor, yanıyorum harında!

Ah uzansan, dokunuversen alnıma dudaklarınla, seni her aradığımda uzansan, uzanabilsen bana.
Hiç bunalmam, ağlamam, daralmam da bir daha!

Gebze, 10.5.2013. Ünsal Çankaya.
TMOLOS Edebiyat, Mayıs 2017, Sayı: 62


https://ayisigindan.blogspot.com/p/cinarlarin-olumu.html

ÇINARLARIN ÖLÜMÜ
( Yaşar Kemal, F. Otyam, M. Başaran, Tarık Dursun K, A. Sayılır, O. Akbal anısına)

-1-

Ülkenin dev çınarları
Birbiri ardına yıkılıyorlar.
Güzel atlara binip, güzel ülkelere gidiyor
Sevdiğimiz insanlar
Gidiyor, bir daha gelmiyorlar.

Güzel ülkeler diyorum, gülümsüyorum
Aslında buna hiç inanmıyorum.

Gidip dönen de olmadı, dönüp öyküleyen de
Bizim tüm bildiğimiz bu dünyada ölüm var.

Her ölenin ardında kalıp tümcelerimiz
Onlar nereye gitse ışıkları bizimle
Bütün çınarlar gibi kalbimizde yaşarlar!
Ah o güzel insanlar umutlanmayın
Sözümüz sonsuza kadar değil, umudumuz sonsuza
Kalbimiz sizi ancak ömrümüz kadar saklar.

İyi ki hep yazdınız, yazıldınız kitaba
Bir okuyan oldukça varsınız sonsuzluğa.

-2-

BU ÖLÜMLER İÇİN SAPTAMALAR

İlk saptama: Som damardı hepsi, vermeden son nefesi,
Aydınlatıp bizleri, aydınlığa aktılar.

İkinci saptama: Yalnız bir tuhaflık görüyorum hepsinin gidişinde, çok sakar bu çınarlar! 
Ölüm öncesinde başlıyor olmalı o belleğin yitimi, hayatı ellerinde tutamıyorlar sanki. 
Dünyayı, insanı bunca çoğaltıyorken kendi hayatlarını nasıl kaybediyorlar?
Haberlerde anlatım şu: "Nefes darlığı, kalp yetmezliği bir araya gelmişti. Tıpta çare tükendi, elden bir şey gelmedi; Hayatını kaybetti!

Üçüncü saptama: Madem yaşayacaklar, unutmayalım, iyice saklayalım kalbimize gireni.
Gün gelir, bulurlar da izini, götürürler yerine vefasız kalbimizi!

Gebze, 28. 8. 2015, Ünsal Çankaya.
SUNAK DERGİ, Temmuz 2016, Sayı:46



https://ayisigindan.blogspot.com/p/gitse-de-bitmez-ki-yasar-kemaller.html

GİTSE DE BİTMEZ Kİ YAŞAR KEMÂLLER!

"Gitme olmaz mı?" demiştim... "Olmaz!" dedi ve gitti, ama bitmedi!

"Nobel'i almadan gitme ihtiyar!"

İlk duyduğumda yoğun bakım haberini, aklıma ilk gelen çığlık bu oldu!
Nobel almasan da okudum yazdıklarının hepsini, okurken çok mutlu oldum, okurken her sözcüğün içindeki acıyı, içindeki sevinci nasıl da taşırdığını gördüm… Kimini dönüp bir daha okudum neydi beni okurken coşturan, bu söyleme alıştıran diye. Yetmedi son okuduğum için hüküm bile verdim, bu roman neredeyse bitmemiş diye... “Senden daha çok hak edeni var mıdır bilmiyorum, ama yoksa eğer, o Nobel'i almadan gitme ihtiyar! “ dedim acıyla.

Bu ülkede polisler her gün bir çocuğu vuruyor, oksimoron değil bu, abartısı gerçekle çarpmak için, uyanın demek için insanlara... Dedim ya her gün bir çocuk ölüyor, öldürülüyor, onları da yaz.
Bir Yaşar Kemal Romanında yaşamayı sürdürsün tüm çocuklar.

Çünkü masal okuyor insanlar, masallara inanıyor, roman okuyor, gerçekliğini biliyor ve onları hiç unutmuyor, aktarıyorlar. Hikâyeler bile daha elverişli tarihi aktarmaya, yaşatıp, anımsatmaya.
Oysa bellek kötülüklerden ders almayı bilmeli, uyanık olmalı yeni saldırılara ve tarih bilmeli, çünkü tarih ile kazılır, tarih ile örülür kötülüğe duvarlar.

Kimse tarih okumuyor, okunsa ders alınırdı, devlet dersinde ölüp durmazdı çocuklar.
Öldürenler ise okuyor, biliyor, balık hafızalardan emin, yine ve yine vuruyorlar, her yerde, her köşede ölüyor o yavru kuşlar... Çığlık çığlık ağlayarak arkalarında kalıyor analar.

Acı artık taşınmıyor yürekte, taştı, taşıyor sokaklara...
Sokaklar ki orası çocuklarındır, oyun alanıdır her köşesi ve çocuklar şimdi sokaklarda oyun oynamaktan korkuyorlar, ölüm oynuyorlar sadece ve bu oyunda ölen kalkmıyor artık, vurulan oyun dışında... Sayıları git gide azalıyor... Yaz ki unutulmasınlar!" demiştim 15 Ocak'ta.

Sonra... Sonra bir haber... Uçmağa vardı dediler... Gün 31 Ocak, şafağı bulduğunda.
Dedim ki o zaman:

"GİTME KAL!
Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
"GİTME KAL" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir!" der ya Arif Damar...

Öyle bir çocuk isteğiydi işte..."Gitme, Olmaz mı?" diyen çağrım...
İhtiyar inatçıydı, inatçı... Yazarken de, yaşarken de... Bırakıp gitti işte. Gitti!

Üzüle kaldım... Üzüle... Üzüle...

Bekleyip de olumsuz sonucu, olmasın diye ummanın umarsızlığı, ölmesin diye dilemenin yine gerçekleşmediğini gören çaresizlik sızlatırken yüreği...
Yaşlanıp ölmenin güzelliğini bile bile... Genç ölüp gidenlerin acısını bile bile...
Üzüle kaldım... Üzüle… Üzüle...
Aileden, çok yakından birini kaybetmiş gibi, yine!

Ölmez Otunu yazmak bir şey, arayıp da bulan yok ki... Bulunsa, derman olsaydı ölüm derdine!

Işığın kadar aydınlığın sürecek bu ülkede ihtiyar; bende ömrüm kadar kalacaksın elbet, ancak, okudukça kaldığın gibi, okundukça çoğalacak, okundukça kalacak, unutulmayacaksın...
Işığın çok olsun ihtiyar... 
Uçmağa varırken de bize senden kalan dil, yazı dilin, söz dilin, ses dilin, senin dilin, bizim dilimiz...
Bu ülke bir başka Yaşar Kemal çıkarır elbet, o kadar mümbittir yazabilene...

"Seni anlatabilmek seni" der ya Ahmed Arif... Anlattığın bir kendi ömrün değil bin ömürdür biline...

Sonra aynı gün yalanlandı bu haber... "Ölmedi, daha da çok yaşar o!" dediler. Hemen " Çünkü ölmez otunun yetiştiği topraktır, direnir o !" dedim ben. Umutlandım yine...
"Eski toprak... Haydi diren!" dedim..."Diren ve başar!"

Şimdi... Yaşar Kemal artık bitti diyorlar... Tamam diyorlar... Bugün şu saatte bu dünyadan gitti diyorlar... Artık inanmıyorum hey, inanmıyorum! Artık inanmıyorum!

Çünkü bu arada hiç bitmeyen yazarları okudum ben yeniden, hiç bitmediklerini, dünya durdukça, insanlar okudukça hiç de bitmeyeceklerini yine ve tüm kalbimle anladım. Anladım ki Yaşar Kemal de bu nedenle artık hiç bitmez! Çünkü Karıncaların Su İçtiği Bir Ada Hikâyesi karıncalar tükenmeden bitemez.
Karınca kararınca destan yazdığı insanlar bitmeden bu ülkede hiç Yaşar Kemal biter mi?

Erken yazılmış ağıtlarım dilimde benim.
Dilim erken yazılı ağıtları söylüyor,
"Hep erken!" diyen kalbim
Yine acıyor!

Işığın bizimle ihtiyar, sızın içimde!
Gittin ama bitmedin!
Çünkü bitmez hiç, yaşar kemâller.

Gebze, 28.2. 2015, Ünsal Çankaya.
EKİN SANAT, Aylık Edebiyat Dergisi, Nisan 2016, sayı:123.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/yeni-gun.html

YENİ GÜN

Güne bahar diye başlamak vardı. 
Güne sevinçle uyanmak!
Oysa hiç uyumadım yine; rüzgâr fırtınaya döndü birden, sürekli vurdu dallara.
Dallar kaçınırken o şiddetin önünden, sesleri uğultuya dönüyor penceremde.

Yağmur başladı. Sızlıyor parmaklarım. 
Gök gürlüyor. Çınlıyor kulaklarım.
Yankılanıyor sesi uzaklarda havlayan köpeklerin. 
Karşılıklı konuşuyorlar belki de dillerini bilemediğim hayvancıklar. 
Belki korkma diyorlar birbirlerine, belki üşüme gel, beraber ısınalım.
Belki elektrik gidecek bu fırtınada, belki internet...
Oysa baharı karşılamak istiyordum erken uyuyup gecede.
Çoktan beri olmadığı kadar erken uyanıp, güne merhaba demek...

Baharın ilk günü!
Yeni gün: 
Merhaba diyorum, günü görmeden.
Ya tüm gün merhaba diyemezsem diye ürkerek.
Lütfen bahar getir artık, güzel günler görelim biraz, güzel olsun ülkemiz.
Ülkemizde bitsin bu karanlıklar diyerek.

Yeni gün; 
Şiir günüsün biliyorum.
İlkbahara şiirden başka ne yakışır hiç bilmiyorum.
Şiirin acılardan uzak kalmasını diliyorum içimde.
Gerçekleşsin istiyorum, öylece.

Yeni gün: 
Farkındalık günüsün sen, biliyor musun bunu peki?
Bu dünyadaki en güzel insanları fark etme günü.
Ki ‘dovnlu’ diyorlar onunla doğmuş olana.
Dovn bir sendrom, hastalık gibi tanımlıyorlar.
Yaşamak sendromdur asıl hiç bilmiyorlar!
Seramonilerde insanları cinslerine ayırmıyor yaşamak. 
Dovnlu olan öyle güzel yaşıyor ki sevildiğinde.
Seviyor da sevildiğini bildiğinde. 

Oysa biz!
Bilmiyoruz kıymetini sevmenin, sevilmenin, gerçek bu, hiç sorma!
Üniversite yıllarımda özel eğitim merkezi açan bir arkadaşım vardı.
Açılıştaki zorlu ilk günlerini atlatması için destek gerekiyordu. 
Para ya da emek! 
Olan varlığını sakınmadan ortaya koydu. 
Öğrencide para ne gezer, emeğimle katıldım ben de, elbet.
O güzelim yavrular birkaç kişilik sınıflara ayrıldı; eğitimi özel öğretmenle oyunlara başladı.
Dokunmanın, gülmenin ve öylece öğrenmenin keyfini öğretmişlerdi bana çocuklar.
Saflığın, temizliğin!

Şimdi...

Balkona doğru gidiyorum, yağmuru camların üzerinden süzülürken izleyeceğim karanlıkta.
Sokak ışıkları yansıyacak içinden ve ben gökkuşağı bulacağım her damlasında.
Belki her damlaya bir anı düşecek yine, gülümsenecek. 
Güneşin doğuşunu göreceğim zamana dek gelmezse uykum, 
Seni yine şiirle karşılayacağım yeni gün.
Yazmasam da, içimde bir şiir büyüyecek her bahar olduğu gibi.
Sözcüklerde anlam bulacağım coşkuya.

Yeni gün;
Bahar olsan hep, sevinç olsan delice, özlem olsan çocukluk ateşlerime.
Atlasam üzerinden ok gibi, başardıkça kahkaham göğe çıksa.

İçim bir mavi olacak yine, bir mavi...
Maviler yetmeyecek anlatmaya.

Gebze, 21.3.2014, Ünsal Çankaya.
TMOLOS EDEBİYAT, Sayı: 50. Mayıs 2016.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/insanda-gorun.html

İNSANDA GÖRÜN

"Ölçü;
İnsanda görünmektir."

Hüseyin Çiftçi bir şairdi, bir şairin babasıydı, bir yayıncının babasıydı.
Fuat Çiftçi bir şair, bir şairin oğlu, bir yayıncıdır.

Oğul şairi özlemektedir. 
Oğul babayı özlemektedir, özlemi şiirsel bir kalıba henüz dökülmemiştir. 
Oğul babayı şair olarak sevmiştir, insan olarak sevmiştir, herkes bilsin istemektedir sevdiğini. Herkes kadar anlamak istemektedir duygularının gerçekliğini.
Oğul yayıncı olarak şairi anladığını duyurmak, anlayanlarla bir olup anıtlaştırmak ve kalıcı kılmak istemektedir onun şiirini, ona özlemini, sevgisini bir dosya kapsamında.

Çağrı çıkartmıştır bunun için yazı dünyasına: "Şair Hüseyin Çiftçi' yi siz nasıl bilirdiniz?

Uzaktan bakınca şair, yakından bakınca şair biliriz elbet.
Biliriz ki; "Bir basamaktır dokunduğu taşlar, sığda kürek çekmez derinlik."
Şair, baba ve yayıncı bir oğula sahip bir baba. Bize tek bir insan olarak görünür insanca baktığımız sürece.

İnsan olarak okurluğumuz, yazarlığımız eklenirse sürece bizim onu nasıl bildiğimiz değil bizde nasıl yansıdığı açıklanmalıdır bir dosya kapsamına sözümüz, sesimiz eklensin denilince. Bu nedenle her üç tanımında da insanda yansıması, insanda görünmesi üzerine bir kaç söz söylemeye çalışıyorum olabildiğince.
Çünkü ölçüyü kendisi koymuş Derinlikler' de; İnsanda görünmeli insan. Ölçü bu.

2006 yılından beri dergilerde yayımlanan şiirlerinden okuruyum şairin. Elbet 'Şiiri Özlüyorum' daha sık göründüğü yer. Bunda yayıncı oğulun etkisi var, torpili yok diye-bilirim; kendi ölçüsü ile şiirsel bulmadığı bir metni yayımlamayacağını düşünürüm oğulun çünkü.
Burada ( iyi bir şiir çıktığında babadan) bir şairin babası olmak ve bir şair olmak iç içe geçip gurur veriyordur şaire ve aynı gurur yansıyordur oğula; "Ben yazsaydım bunu!" kıskançlığı duymadan asla.
Buradan alınan yol yayımcı oğula bunu yayımlamalısın, herkes görmeli diyordur mutlaka. Yayımcı oğul elbet objektif bir bakışla da ölçüyordur oğul şaire yaşatılan gururu...İnsan olmak budur çünkü. İçinde ve dışında olabilmek aynı hüznün, aynı acının, aynı sevincin, aynı duygulanımın.
Bunları yazıyorum...Çünkü bunları hissediyorum. 
Çünkü bir dergide sık görünen isimler üzerine değinmeler okumalı insan, dokundurmalar, laf sokmalar, dedikodular değil.
Çoğu kez anlayamadığım bir dünya haline geliyor kavgalar başladığında edebiyat dünyası. İnsan diyorum, insana dair her şey, bu nedenle yabancımız olamaz insandan gelen. Ama kabullenmek zorunda değiliz anlasak da insana yakışmayan davranışları.

Ben bunları hissederken şair diyor ki Derinlikler' de: "Soyludur, öfke. Çakıllarını yığar göğe, çoğalırsa eziklik." Çünkü insana yakışan öfkesine bile sahip çıkmaktır, çoğaltıp, yenilerek ezilmek değil...Çünkü insana yakışan yaşadığı her şeye, her yere sahip çıkmaktır. İnsana yakışan tanımaktır insanı, yurdunu, yurttaşını. Tanımadığında "Peşimde eriyen gölge, yurdunu tanıyamamış şair..." der insana şair. "Yaşamın kendisi suç, var olma bir çatışma, kaynağı bozulmuş kimlikler..." der insan yurdunu tanımadığında kimliklerin nasıl da kaybolacağını imleyip. Ve haykırır şair ölçüsü insanlık olduğu için; " Arıtılmışlığa çekiyorum gözlerini kimlikler çağı", "insanlığımı tepiniyorum ses, ölme! " diye.

Ölçüsü insandır ve insan doğadaki varlıklar arasında en meraklı olandır; şair ise en derinini sormuştur insanlık sorusunun, yanıtı bu güne dek bulunmayanın; "Yok olmanın çekiciliği var mıdır?" İnsan her zaman bu sorunun çekiciliğine, çağrısına kapılmaktadır.

Yok olmak bedenen bir başka dünyaya geçmektir, belki yeniden doğmak." Denge, çocuk, uygar tohum, belki de ölüm" derken şair denge yeniden kurulacak umudundadır ve "toprak neyi doğursa insan" derken yeniden doğuşun tohumunu şiire, şiirde 'Derinlikler' e saklamaktadır.

Bırakır gider şair bir gün. Arkasında kalan oğul babayı şimdi daha iyi anlamaktadır.

Gebze, 28.5.2014, Ünsal Çankaya.
( Alıntı dizeler şairin Derinlikler kitabındandır.)
Şiiri Özlüyorum Dergisi, Sayı 61. (İki aylık edebiyat dergisi.) Eylül-Ekim 2014.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/sevgi-kazansin.html

SEVGİ KAZANSIN

Koca, imam nikahlı koca, töre,....
Kör bıçak, tabanca, av tüfeği, balta....

Ne kadar çok bir araya gelmekteler kadınlar üzerinde.
Şiir yazılmasından geçti kadınlar, ölesiye sevmesin, öldüremesin kendilerini kimse.

En son -imam nikahlı- koca , av tüfeği ve ölen kadın haberi üzerine içimden ilk geçenleri şöyle yazmıştım sadece hukukçuların üye olduğu bir sitede...

"8 mart bitti...
Anneler gününe ise daha çok var...
Kadın dediğin ana ise saygın... Gerisi masal... (((
Gerçi anasını kesen caniler de oluyor ama onlar gerçekten ruhsal olarak hasta...
Karısına-kızına-oğluna vb. şiddet gösteren ömrünün bir döneminde kesin şiddet görmüştür...

Gördüğünü öğrenir çocuk, öğrendiğini yapar.
Yüksek sesle bile bağırmadan kuralları öğretmek ve sevmek mümkün.
SEVGİ ilaç gibidir.
İçimizdeki kötülük isteğini bile giderir...

O nedenle şimdi ve şu anda düşünün...;bir kez olsun eşinize-çocuğunuza -cinsiyet ayırmadan-öfke duymanıza rağmen biraz bekleyip -sakince-kırmadan-her zamanki güzel hitaplarla yaklaşımda bulundunuz mu?

Önce ve pervasızca kırıp-kötü sözle-itekleme ile-en az kaba şiddet diyelim buna- ya da bağırarak ve saldırganca kırıp-döküp- sonra hiç bir şey olmamış gibi sürmesini mi istediniz aranızdaki ilişkinin?
Çünkü bazen kaba şiddetten kötüdür bağırmak ve öfkeli -saldırgan tutum...

En okumuş, yazmış kesimiz biz güya...

Lütfen şu andan itibaren-cinsiyet ayırmadan/eşinize-çocuğunuza kötü sözlerle -kırıcı davranışları bırakın... Karşılığını sevgi olarak-olumlu artılarla alın...
Bunlar olmadıkça daha çok öldürecek kocalar karılarını... 
Sözle-eylemle-madden-manen... bedenen... ruhen....

Balta ile/-tabanca ile ölmek bir son... bir kurtuluş... olumlu anlamda değil elbet... Her gün zillet içinde yaşatması var ya o adamın o kadını... Eziyeti var ya kötü söz-kötü davranış ve kaba şiddetle... Bir kez ölmekten daha da çok öldürüyor insanı!"

Ve bana yanıt -bir erkek meslektaştan- "O zaman iş yine kadınlarda, kadınlar çocuklarını eğitsin-ki oğullar dayakçı koca olmasın sonunda" gibi bir özetle geldi....

Bu yanıt görevi yine kadına itelerken, içinde ve özünde kendi ölümünden yine kadın sorumludur-çünkü eğitimde beceriksizdir gibi gelen-ama aslında ve yazımında bunu hiç amaçlamadığını bildiğim meslektaşımın yanıtının bu alt metni -bilinç altı bir veri değerlendirme idi sanıyorum.

Bu yanıta verdiğim yanıt şudur, ki devlet politikası olarak ele alınmalı bu husus -kadın korunmalı, ta ki erkek kadın ile eşit bireyler olduğunu anlayana ve şiddetin her türünün kötü olduğunu her iki yan da içselleştirip-eğitimin her aşamasında bu konuda ve kurallar ile bilinçlenene kadar....

Sevgi kazanmalı dedim son yanıtımda:

"Bu bir devlet politikası olarak eğitim sistemine girmeli.
'Eti senin-kemiği benim' den geçip, etine dokunma, sadece öğret kısmına geçerek.
İnsanların mali sıkıntılarla ezilmesini önleyerek.

Din ile korkutmadan.
Allah ile korkutmadan.
Günah ile korkutmadan.
Ayıp ile korkutmadan.
Baba ile korkutmadan.
Polis ile korkutmadan.

Sevgi ilaçtır dedim ya.

Sevgiyi ve değerini öğretmeliyiz tüm insanlara.

Sevgiden utanmadan-utandırmadan hiç bir bireyi.
Sevgisi için kimseyi yargılamadan.
Vurmadan-kırmadan-öldüresiye sevmekten vazgeçip-sevdiği için kabullenmelere gidene kadar.

Yenilmeyi bilmeli.

Bir kez daha...
Bir kez daha.

Sevgi kazanana kadar.
Barış kazanana kadar.
İnsan kazanana kadar.

Gebze, 6.4.2014, Ünsal Çankaya.
AFYON DENGE Gazetesi, 8 Nisan 2014


https://ayisigindan.blogspot.com/p/anne-bakisi.html

ANNE BAKIŞI

Yağmur yağacak.
Bekliyorum. Bu sızıyı ona yordum içimden.
Birden bire bir gürültü, fırtına patlamış sanki.

“ Gök mü gürledi? ” dedim oğluma.
Arkadaşları ile buluşmaktan dönüp, anahtarıyla kapıyı açtığında.
” Hoş geldin!” değil, ama içindeki “ hoş geldin oğlum! “ duygumu taşıyan bir tınıyla.
“ Dışarıda değildim, ıslanmadım! ” dedi.
“ Bilmiyorum!” değil, “duymadım!” değil.
İçinde “ beklemeseydin, uyusaydın, yoruluyorsun ve hoş buldum!” dahil.
Apartmanda üst katlarda bir çocukluk arkadaşı oturuyor. Demek ondaydı.

Az ve öz konuşuyor, çok anlaşıyoruz.

Öyleydi eskiden de, bakışından anlardık annelerin. Bakışlarım anne bakışı oldu demek!
Sarıp sarmalayan, koruyan, kollayan, güven veren, güven alan, sıkmayan ve olumsuzlukları ona hiç yansıtmayan... Bu durumdan hoşnutluğumuz sürüyor yıllar geçtikçe.
Büyüyor oğlum.
Yaş olarak üniversite bitirecek genç zaten, ama anne gözünde büyümesi bambaşka bir büyüme demek.

Oysa daha dün biz onunla saklambaç oynuyorduk salonun ortasında... Gözünü kapattığında bitiyordu dünya... Açtığında görmüyordum onu güya; oyun bitene, sobe diyene dek odalar arasında peş peşe dolaştığımız halde... Nasıl mutlu kahkahalar atıyordu onu bulamadığım için tam da ayağıma sarıldığında bile.

Şimdi az ve öz konuşuyoruz. Ama çok anlaşıyoruz.
O zamanlar daha çok sarılırdık, şimdi daha az. Ama bunun beni nasıl mutlu ettiğini anlatacak sözcük yok. Nasıl mutsuz ettiğini de.
O zamanlar da çok konuştuğumuz sanılmasın, neyin niçin olduğunu anlatınca niye olacağı, niçin olmayacağı hakkında nedenini öğretince nedeni bildiği için niçini anlıyordu ve anlaşıyorduk. Bakışlarımızla... Bir kaç sözcükle.
Bu nedenle bağırmadı hiç, yerlere atmadı kendini market ortasında “ isterim!” diye.
Yine bu nedenle benim de sesimi dahi yükseltmem gerekmedi oğluma... Sadece ben değil, benden daha da fazla koruma, kollama güdüsü taşıyan babası da hiç bağırmadı.
Bundan anlaşılacağı üzere şiddet görmeden büyüdü... En azından kaba şiddet.

Acaba bu yetiştirme yöntemimiz ona bir tür manevi şiddet olarak yansıdı mı ?
Her anneler günü yaklaşırken, onun doğum günü yaklaşırken aklıma takılan tek soru bu.
Her şeyin yolunda gidebilmesini sağlayan bir uyum çok mu fazla bu dünya için?
Onun bunların az bulunacağı, hiç olmayacağı bir dünyada canını yakmayacak mı anlayışlı aile davranışımız?

O her zaman arkadaşlarını gözleyen ve ne yaşadıklarını anlatmasalar da anlayan bir çocuktu küçük yaşından beri. Böyle olması nedeniyle herkesin dert ortağı olarak görüp, yaşadıkları her şeyi anlattığı da biriydi okullarında, sınıflarında, sokaklarında. '
Onur Kurulu'nda yer alırdı hep. Arkadaşlarından öğrendikleri sırdı, paylaşmazdı kimse ile. Hukukçu anneye 'sorulacak olayı' ödeviymiş gibi yardım istediğinde anlatılan şiddetin olağan olmadığını, yanlış olduğunu anlatıyordum. Bunun ruhsal olarak olumsuz etkilerini, bu etkileri olaydaki çocuğun tüm yaşamında göreceğini, ileride aynı şekilde davranmanın doğru olacağını sanarak büyüyeceğini ve aynı şiddeti uygulayan biri olacağını, herkese yazık olacağını söylüyordum.
Okulda, sokakta kavgaya karışmadı hiç.
Küfür duydu, kavga gördü, ama pratikte içinde yer almadı, kullanmadı. Oysa yaşam ona bütün bunları kendi yapmasa da öğretti. Vardı, en azından gözlerini kapatınca da şiddet ve küfür dolu bir dünyanın orada olduğunu görecek kadar büyüdü. Kavradı gerçeği ki sobe bile öyle çocukluğundaki gibi oynanmazdı, anladı.
Şimdilerde odasında bilgisayarında arkadaşlarıyla aynı anda, konuşarak oyun oynarken ağız dolusu küfretmeye çalıştığını duyuyor, ama nasıl da eğreti durduğunu görüp gülümsüyorum.
Kahkahalarını duyup hüzün basıyor içimi. Yetinmiyor, ağlıyorum üstüne!

Kavgasız, gürültüsüz yaşanabileceğini öğretmemiz yanlış mı oldu acaba?
O da bizden gördüğünü aynen aktarabilir mi kendi çocuklarına?
İnsanlığa bir kişilik iyilik aktarma çabamız varır mı amacına?
Şimdiye kadar yaramazlık yapmayışının nedeni ben miyim diye soruyorum hep.
Ya da benden bile daha çok seven babası mı?
Hep uslu olmak, hep bir koca adam ağırbaşlılığıyla yaşamak yormadı mı oğlumu?

Ya... evet !
İşte bu aralar böyle şeyler düşünecek zamanım var...
Soruyor ve yanıtlar arıyorum bakışlarında...
Bakışlarımla sorduğum için görmezden geliyor, anlıyorum.
Yordum onu... Yorduk biz. Yordu dünya, yordu ülkemiz.
Okulu bitirmeyi düşünüyor, okuldan sonra yaşayacağı bu ülkenin anlamsızlığını...
Başka ülkeler uzaydan naklen yayın yapıyor insan yaşamlarını...
Birlikte izliyoruz o ilk canlı yayını sabaha karşı. İmreniyoruz, birlikte iç geçiriyoruz.
Yumruğa dönüyor eli, “ bizim ülkemizde yaşananlara bak! ” diyor birden.
Bizsiz yaşamanın bizi üzeceği omuzlarına vinçle yüklenen bir kaya sanki...
Ben diyorum ki gözlerimle; “ silkelen, atıver her şeyi, biz sadece seni düşünüyoruz, ki sana güzel bir dünya kuramamış olmak bizim kendimizle savaşımız, kaybedeli çok olduk... Sen bu yenilgilerimizi de yüklenme oğul... Silkelen ! Kurtar kendini.! “
Gözleri gölgeleniyor. Bırakıp gidemeyecek biliyorum.

Oğul odasına geçip uykuya dalalı çok oldu...
Aralayıp bakıyorum kapıdan, yüzünde bir huzur, ellerini salıvermiş yatağa...
Birden bire bir sessizlik... Fırtına üşümüş sanki... İçimde sızı.
Bu sızıyı bana yordum içimden. Bekliyordum.
Yağmur başladı!

Gebze, 16.4.2014, Ünsal Çankaya.

Dibace: Oğul üniversiteyi bitirdi geçen bir yıl içinde, yüksek lisansını da çok iyi bir üniversitede yapacağı için seviniyor annesi, gizlice... Kalbi ve aklı bu aralar Boğaziçi Üniversitesi'nin Kandilli sırtlarındaki Rasathane Kampüsü'nde; tepede rüzgârlanıyor!
Rüzgar yağmur bulutlarını derip toplayıp getiriyor buraya.
Her getirdiği yağıyor üstelik.
Yağarsa yağsın! Bakıştaki anne alıştı her inişinde ona eşlik etmeye. Gebze, 30.3.2015

AFRODİSYAS SANAT DERGİSİ, Yıl: 9, Mayıs-Haziran 2015, Sayı 51.



https://ayisigindan.blogspot.com/p/gercekten-gecen-anlar-insan-olani.html

GERÇEKTEN GEÇEN ANLAR İNSAN OLANI YARALAR

Yıllar geçiyor... 
Geçmiyor o görüntülerin belleğimize kazıdığı sözcüğün dehşeti.

SOYKIRIM!

Sonra acımızı, duruşumuzu sorguluyor tuhaf bir şekilde ölümü bile kendine yakınlığıyla teraziye koyanlar. Kıyımın acısının insan yüreğinde milliyet, din, mezhep yönünden yaptığı tahribat aynı olmazmış gibi soruyorlar hemen Maraş, Çorum, Sivas kıyımları için bir anma yazısı yazdığımızda; “Hocalı Katliamına, Başbağlar’a, Roboski’ye ne diyorsun sen bu arada?

İnsan olan acıyı olduğu gibi, ayrımsız yaşar. Acının misillemesini yapan kantar uğramaz insan olana.
Kimi ölümlere karşı farklı çarpıyorsa kalbi, yeğliyorsa diğer ölümü acıdan yana, o insan kendinden, fikrinden, dininden olmayan diğer ölümlere sevinebilir de…
“Ne ayıp! “ derim bu ayrımı duyunca. Tek yargım bu olur hakkında. Ayıplamak. Kınamak bile değil.
Çünkü o kişinin benim gözümde eksiği vardır insan oluştan yana, tamamlanması, olması eksiktir insanlığında. Çünkü insanlığa acı çektirenler bile yargılanmalı ve her saniyesinde pişmanlığını yaşayacak şekilde hapsedilmelidir diye düşünürüm hep, öldürmek yakışmaz insana, öyleyse biz insanlığa inananlar bunu anlatmalıyız şiddetin çözüm olduğuna inanan bu eksik insanlara.

Hem bilmiyorlar ki yıllara rağmen o katliamlarla ilgili en küçük anımsanan görüntü canlılığını yitirmediği için üzerine hiç bir şey yazamıyor insan.
Baktıkça aynı yangın, aynı acı, aynı irkilme; kiminde dili lâl ediyor, kiminde ağıt olup düşüyor ak kâğıda.

İnsan ölümü ancak gözüyle görünce kabulleniyor. Sivas, Çorum, Maraş benim için ölenlerin varlığını içten duyuran, ama görüntülerle çarpılıp, kabullendiğim kıyımlar değildi. Ölenlerin hepsine siyaseten bir hınçla saldırıldığını biliyordum ve kabullenemediğim buydu. Çünkü fikirler yarışmalıydı, onlar uğruna kıyımlar yapanlarınki ise fikirle karşı çıkamadığını şiddetle yok etmekti.

Hocalı öyle değildi. Birden önümüze gerçek görüntüler geldi. Yurt dışında, yıllardır kendilerine soykırım yapıldığı iddiasındaki bir halkın, devlet politikası gereği, kendi ırkından olmayan, kökleri ile köklerimiz aynı dilden gelen insanlara, dünyanın gözü önünde hem, acımasız, ayrımsız, sivil halkı toplu kıyımı ve onun kanıtları sergileniyordu kazılan çukurlarda.

Neredeyse ülkemizin Karadeniz sınırındaydı bu görüntüler. Ama üretilmiş, sanal değildi, senaryo değildi, o görüntüler yaşandı - gerçekti – ve çoluk çocuk dizili mezarlar ilk kez gözümüzün önüne koyuldu görüntülü ve yazılı basınla.

Yıllar geçiyor... 
Geçmiyor o görüntülerin belleğimize kazıdığı sözcüğün dehşeti.

SOYKIRIM!

Bir insanlık suçu o sözcüğün tanımladığı kavram. Yazarak öykülenemez, o görüntülerden şiir olmaz diyor yüreğim bana. Asla! Şiir o cinayetlerin fotoğraf makinesi değil... Tek bir sözcüğüne sığdıramaz o zalimliği. Roman olmaz... Film olmaz... Gerçek o cinayetler, zalimlikler gerçek diyor her anımsadığımda. Yaşandı! İşte tek sözcük bu tanımlayan, gerçekten yaşandı. Gerçekti. Nokta.

Gerçek hep bu kadar ürpertici, iç yakıcı olmuştu üzüldüğüm o kıyımlarda.

Yıllar geçiyor... Caniler tükenmiyor.
İnsanın insanı yakanından deri yüzenine, caniler çağlar boyunca ülke değiştiriyor, milliyet değiştiriyor ama özdeki canilikleri hiç değişmiyor... Çin'den Maçin'e... Amerika'da Güney'den Kuzey'e... Kuzey’den Güney’e. Avrupa'da Şövalyelerin kastlarından, mezheplerin sır dolu kaselerine...
Hristiyanlık adına, Müslümanlık adına, Budizm için, Hinduizm için, Totemler uğruna... Afrika'da Nil'den taşan kana...
Anadolu'mda Nesimi'den Pir Sultan'a… Deri yüzerek... Karın deşerek... Çocuk boğazlayarak... Şah İsmail'den Yavuz Sultan Selim'e... Din uğruna... Mezhep uğruna... Irk uğruna... Kirli rantlar uğruna.
En bağnazıyla doğmaların kıskacında kanlı dişleri-kanlı elleri, kanlı gözleriyle parçalıyorlar insanları... Binlerce yıldır! Yazık oluyor değişmeyen o canilerin elleriyle kıyılan masumiyetlere, yazık oluyor!

Yıllar geçiyor...

Ben tek bir kareye daha bakamıyorum yeniden. Ama her yıl o görüntüleri bile unutturacak zalimlikler yaşanıyor dünyada, ülkemizde, en yakın ülkelerde... 
Savaş! Öyle zalim yanı varmış ki insanların dedirtiyor tarih kitabından okumayıp da izledikçe, çocuk cesetleri vurdukça sahillere. Ölene, parçalanana dokunma mesafesinde tanık olmaktan şimdilik uzağız belki, ama onların her gün çok sayıda öldüğü sızıyor haberlerden gözlerimize, kanayan bilincimize...
Ölene değil sadece, tecavüz edilene değil, yaşayana da bakamıyoruz çaresizliğimizden.
Baksak ne yapacağımızı bilmiyoruz da zaten. İnsan kalmak zorlaşıyor bu çağda.

Göçüyor insanlar en doğal hakları yaşamak olduğundan, ama onu bile kınıyoruz farkına vararak ya da varmadan. Kalıp ölsünler ülkeleri için demek ne kolay! Kimin savaşı bu demeden ölsünler istiyoruz galiba! Ölsünler de göçmesinler ülkemize, bozulmasın sınırlarımız, güvende yaşayalım, o aşılmaz kaygılarıyla hiçbiri uğramasın korunağımıza. Yaralanmasın ruhumuz, bu en masum savunmamız aslında.

Yüzümüz kızarıyor bazen bunları düşünmediğimiz halde “Gidip ülkelerinde dilensinler, ölsünler!” diyenler ile aynı kefede-yurttaşlık bağıyla bağlı- yer alışımıza. Bencillikleri bakıyor çünkü boyuna aynamızda, onlara bakışımıza. İndiriyoruz gözlerimizi. Dayanmak zor çünkü kendi yaptığımız sorguya. Dayanmak zor avucunu uzatan göçmenin çaresizliğine, hepsine yetemeyeceğimiz bildiren kendi umutsuzluğumuza.
Her gün bu nedenle utanç içinde oluyoruz, insanlığımızı kendimiz sınıyoruz, kendimize her bakışımızda savunmamız paramparça dökülüyor avucumuza. Çünkü hiçbir şeyi çözemeyecek kadar güçsüzlüğümüz geliyor birey olarak karşımıza.

Bir olmanın yolunu da siyasiler kapatıyor kendi çıkarları uğruna.

Elimizde kalan sesimiz, sözümüz biraz da.
Haykırıyoruz sesimize sesini ekleyen güzel insanlarla.
Bitsin bu kan içicilik, dursun akan kan, barış olsun dünyada.

Gebze, 27 Şubat 2013 - 2016, Ünsal Çankaya.
EKİN SANAT, Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, 2016 Şubat, Sayı 121.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/gelecege-bir-bilet-on-siradan-olmasin.html

GELECEĞE BİR BİLET; ÖN SIRADAN OLMASIN LÜTFEN

Yaşadığının adını koyamıyordu bir türlü...Tam anlamıyla bir boşluğa düşmüş olma hissi.. Ne hissettiği konusunda değil, nasıl hissettiği hakkında değil, niye böyle bir boşluğa düştüğü konusunda bile düşünecek durumda değildi... Zihni niye bu kadar dağılmıştı, niçin hislerine anlam bulamaz olmuştu ?

Durup dururken de olmamıştı gerçi ... Ama bunu haketmiştim ben diyecek hiç gücü kalmamıştı...

Bir bardak su almıştı .. . Yudum yudum içerken eve kapanışının üzerinden bugüne değin ne kadar zaman geçtiğini anımsamaya çalışmış, ama kaç gün geçtiğini çıkartamamıştı...

Yatağının kıyısına oturmuştu... Uzun süredir perdelerini açmadığını düşündü sonra... Aralarından sızan ışığa bakılırsa henüz gece olmamıştı besbelli. Odadaki loşluk ile bedenindeki uyuşukluk ve ruhundaki boşluk hissi büyük bir uyum sağlamıştı...

Mutfak, banyo ve yatak arasındaki üçgeni kaçıncı kez bu ıssızlıkta gidip geldiğini anımsamaya çalıştı ... Kaç gündür kimseleri görmediğini, kapısını çalanın olmadığını, telefonun fişini eve ilk girdiğinde hemen çekmiş olduğunu düşünüp; zamanı ölçmeye çalıştı...

İki, ya da üç gün mü geçmişti, yoksa daha da fazla gün mü uyuşup kalmıştı böyle?

Odada çevreye göz gezdirdi ... Zaman konusunda kendisine ipucu verecek bir şeyler aradı... Bulamamıştı. Kolundaki saate bakmayı akıl etti... Saati gösteriyordu, işi buydu zaten... Günler uzamaya başlayalı epey olmuştu, bakınca saatin on dokuz otuza geldiğini gördü, ama gün bölmesi yoktu ki zaten... Gülümsemişti sarsak bir acılıkla.

" Saati bilmek ne işime yaradı şimdi ? " demişti...

" Günü bilemedikten sonra saati bilmek ne işime yarar ki şimdi ? "

Bardaktaki suyun son yudumunu içip, terliklerini giyip, mutfağa yönelirken duvardaki aynada gözüne ilişen görüntüye tanımıyormuş gibi, hattâ ilk kez gördüğü biriymiş gibi bakmıştı... Aynadaki görüntü de aynı tanımazlıkla bakmıştı ona...

Sahi, kimdi bu? Üzerinde iki beden büyük eşofmanlarla, saçları darmadağın, gözlerinin altında mor halkalar, uzamış, incelmiş bir yüz ve kızarmış gözlerle kendisine bakan bu yabancı kim ?

Düşüne düşüne varmıştı mutfağa... Tezgahın üstü bulaşık kaplarla dolmuştu.., Masanın üstü kırıntılarla... Buzdolabında buruşmuş bir kaç sebze dışında bir şey kalmamıştı... Ekmek dolabında artık küfleri her yanı sarmış iki küçük parça... Çaydanlıkta dökülmeyen çayların bile üzeri küflenmeye başlamıştı...

Ağır kokuyu burnunun algılamasına şaştı önce, sonra yeniden düşünmeye başladı...

Bu çürümüşlük kokusu yüzünden zaman tahmini yapabileceğini fark etmişti... " En azından beş gün geçmiş olmalı " demişti...

" Demek ki tam beş gündür böyleydim... Belki de altı gündür... Her neyse... Bu sürede neler yapmıştım acaba ? " demişti duraksayarak...

Hayır, içki içmemişti... Bırakalı çok olmuştu... Sadece özel günlerde bir kadeh... O da içmek sayılmazdı ki!

Sigara? "En fazla dört paket kalmıştı son aldığımda; onun da hepsi burada işte! "demişti ; " demek sigara içmeyi bile düşünememişim..."

Görmüşken bir sigara koymuştu hemen dudaklarının arasına... Çakmak ya da kibrit aramış, raflara , dağınık masaya, çekmecelere bakmıştı... Oralarda değildi... Ya da o dağınıklıkta gözüne ilişmemişti... Bir bardak daha su doldurup musluktan;" iyi ki sular akıyor, nasıl olduysa kesilmemiş! " demişti.

Yatağının yanına adımlarını sürüklenircesine atarak geri yürümüştü... Yine aynaya bakmıştı tam önünden geçerken. Bu kez; " sen de kimsin ? " dememişti aynadan bakanın bakışları. Onun yerine bilmiş bilmiş ve suçlayan bakışlarla bakmış; " Sen nasıl böyle olabildin? " demişti. " Nasıl böyle yıkılabildin!", "Nasıl bu kadar dikkatsiz davrandın, nasıl da kandırıldın!"

Saçlarının içinden geçirmişti parmaklarını, aynaya iyice yaklaşıp yüzüne yakından bakmıştı daha da kararan odada... Neredeyse sarılık olmuş birinin en sarı - kara göründüğü zamana ait bitkin bir ten ilişmişti gözüne.

" Hayır! "demişti." Hayır, ışığı açmayacağım, açamam henüz, bu hayaletle tam da şimdi yüzleşmeye hazır değilim!"

Suyu komodinin üstündeki örtüyü tam da ortalayacak şekilde koymuştu.., Midesindeki kazıntıya ise aldırmamıştı...

" Evet! " demişti. " Açlık hissetmeye de başlamışım, öyleyse yaşama geri dönmeye de hazırım... Ama şimdi değil! Hemen değil! "

Çakmak ilişmişti tam o sırada gözüne... Sonra ağzının kıyısında duran sigarayı anımsamıştı... Onu da alıp çakmağın yanına dikkatlice koymuştu.

" Aç karnına hiç sigara içmemiştim ki! " demişti.. " Şimdi durup dururken anlamsız ve saçma bir olay yüzünden niçin değişsin alışkanlıklarım? Uyur, uyanır ve yaşama dönme kararımdan vazgeçmemiş olursam o zaman bakarım çaresine! "

Yatağına uzanmıştı yeniden; içindeki boşluk duygusunu düşünüp.

Kendisiydi sebebi...

Durup dururken; " Bir şeyler değişmeli artık bu sıradanlıkta! "demişti...

Bitirip tüketen, durmadan öğüten bir değirmenin çarkı gibiydi zaman. Kocaman ve üst üste duran değirmen taşlarının arasına düşmek gibiydi yıllardır yaşadığı sıkışmışlık, ezilmişlik, un ufak oluyormuş gibi parçalanmışlığı.

Bu amaçsızca sürüklenmişliğini görmek duygusu artık taşınamayacak kadar ağır gelmeye başlamıştı .

Yaşamına anlam katacak hiç bir değişiklik yapmamış, hiç önemli bir karar vermemişti o ana dek... Günü gününe yaşamıştı... Ucu ucuna değilse bile... Çok ferah kazançlarla değil ama yetecek kadarını kazanacak işlerde çalışmış, kazanmış ve yaşamıştı... Hırs yapmamıştı daha fazlası için...

Çok sevmişti kendince, çok da sevilmişti... Sevgi diye adlandıramadığı yakınlıkların ise sayısını bile bilmiyordu... On, on beş... Belki o kadar, belki de daha fazla olmuştu... Önemli değildi sayı, çünkü bir amacı yoktu, anlam yüklenmemişti hiç biri... Ne başlarken çok şey beklenmiş, ne ayrılırken çok umurunda olmuştu.

Yıllardır kaç sevgilinin kendisini terk ettiğini, kendisinin de bırakırken kaçını üzdüğünü düşünmüş, sonra:" Yeni bir yaşama başlamalı, bir dünya kurmalı ve o dünyada iki kişi barış içinde yaşayabiliyorlarsa, ben de denemeliyim artık! " demişti...

Bir kaç yıldır buluşarak birlikte güzel anlar geçirdiği sevgilisine nihayet kendi içindeki kararını oluşturmanın verdiği huzur ve kararlılıkla ; " Haydi evlenelim! "diyecekti...

" Haydi..! Gülüp geçtiğimiz o imzayı biz de atalım! "

Hazırlanmıştı kendince; her zaman aldığı çiçek demeti yerine bu kez daha da anlamlı olsun diye taptaze görünen güller ve karanfillerden de ekleterek kocaman bir demet yaptırmıştı.

Birlikte birer kadeh de içeriz diye bir şişe şarap almıştı yanına . Biraz da çerez ...

Sevgilisinin evine onun olmayacağını bildiği bir saatte, ileride bir gün sürpriz yaparım diye çantasından habersizce aldığı, onunsa kaybettiğini sandığı, ama kaybolmadığını öğrendiğinde bile geri almayıp, kesinlikle izinsiz kullanmamasını istediği anahtarlarla girip, masayı da hazırlarım diye ilk kez ve erkenden gitmişti... O güne dek her zaman buluşmaları sonrası sokağın başında ' Eski Türk Filmleri' ndeki ' o meşhur repliğe gönderme yaparak ; "Yeter artık , muhitimize geldim , bundan sonrasını kendim giderim! " dediği için hiç bir zaman kapısına kadar gelemediği bu evde, sevgilisinin on bir numarada oturduğunu bildiğinden doğrudan o kata çıkmış, kapıyı anahtarla açmaya çalışmış, ama içinde anahtar olduğundan bir türlü açamamıştı...

Kendisi kapıyla uğraştığı sırada, kapının zinciri çekilip, içeriden çevrilen anahtarın sesinin sonrasında kapı aralanmıştı..

Muzip bakışlarla, habersiz gelişini bağışlatmak istercesine başını yukarıya kaldırmıştı.

Bakakalmıştı birden kapıyı açan kişiye...

" Buyurun!, Kimi aramıştınız ? " demişti kapıyı açan... İçeriden sevgilisinin" Hayatım kapıcıysa gazeteler ve ekmekten başka bugün dergilerim gelecekti , onları da getirsin! " diyen sesini duyunca yüreğine bir ok saplanmıştı!

Ne söyleyeceğini bilememişti, elindeki anahtara bakmıştı telaşla, sonra çiçek demetine...

Kıpkırmızı olmuştu yüzü, bir kaçamakta yakalanmış gibi.

Oysa kandırılan kendisiydi, kaçamak için kullanılan kendisi. Ne düşüneceğini bilememişti.

Büyük bir hızla geçmişti içinden yaralayan ok... Kendi aldatılışını daha sonra hazmetmeye karar verip, kanayan yüreğine bastırarak elini ve kekeleyerek sıralamıştı ilk aklına gelen sözcükleri.

Ne söylese yalan olacaktı zaten;" Ben!" demişti, " Bu binaya yeni taşındım da... Henüz bu ikinci günüm..., On ... on yedi numaraya! " .Kapı numarasını göstererek:" Yanlışlıkla bir alt katta inmişim sanırım, fark etmemişim, kusura bakmayın! "

Kapıyı açan; " Önemli değil! " demişti.

" Madem komşumuz oldunuz; eşimle ben ilk fırsatta size hoş geldiniz demeye gelir ve bu dalgınlığınıza beraber gülebiliriz, uygun olduğunuzda haberleşiriz değil mi ? " .

Gebze, 2.4.2009, Ünsal Çankaya.
HUKAB - Hukuk Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Nisan- Haziran. 2015 Sayı :13.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/hic.html


HİÇ!

Hiç. Yine hiç diyorum, öyle denmeli çünkü. Hiç.
Ne düşünüyorsun diye soran bir sanal dünya; sana ne demiyorum ona.
Onca önemim var belki, belki niyeti başka ama işte düşüncemi merak ediyor ve soruyor hiç değilse, doğrudan.
Ama yanıtım yine hiç.
Bir kez daha hiç demiştim ona, yine aynısını söylüyorum, anımsamalı çünkü, biliyor anımsamayı, anımsatıyor üstelik bana, her gece, yeni güne geçişte.

Eeee, hiç tabi, hiç, ne düşüneceğim ki hiçten başka Eylül'de?
Yakınlığım tırnak içinde artık.
Adıma yazılan mektup adresime gelmiyor. 
Paranteze sığıyor tarihim sayılanlar.

Eylül'dü. 
Hep birlikte yaşadık. 
Bana sadece benimki kaldı.
İyi ve kötü herkesteki kadardı, ömrümden ömür çalındı, ömrüme ömür kattım. Sonra baktım ki Eylül diye yaşananlar kalmadı.
Yaşım bile Eylül'e ait değilmiş, yaş almam da, yaşlanmam da.

Madem bunca yanılsama var, yanılmadan yaşadıklarımdan öyküler çıkarmalıyım.
Günlük tutmadım, anılar için yanılma payım var, ölçüsü elbette kendi belleğimin izni, kalbin ikrarı kadar.
Öznellik elbet olacak, kurgu gereken kadar
.
Kaç Eylül daha geçer bilmiyorum... 
Çünkü artık sonbahar.
Kaç Eylül anımsarım yaşanan güzellikleri...
İçinde yargılar, sınırlar olan, olmayan öyküleri daha ne kadar yazarım hiç bilmiyorum... 
Çünkü ömrün de bir sınırı var, sabrın da, sevginin, özlemin de...
Sonra unutuveriyor insan... 
Her şey unutuncaya kadar var.

Oğlunu, kızını, karısını, kocasını, anasını, babasını, bacısını, kardeşini, beslediği hayvanlarını, suladığı çiçeklerini, kullandığı eşyalarını, hobilerini, fobilerini, onları sevdiğini, sevmediğini...
Neye kırılıp, neye alındığını, ne zaman sevinip, niçin gururlandığını...
Acısını, sevincini, korkularını, hastalığını, sağlığını...
Unutuveriyor bir gün.

Hepsi sadece yaşarken ve ancak anımsarken ve elbette paylaşılırken anlamlı, önemli, değerli.
Bellek varsa var paylaşılan, paylaşıldıkça can yakan, acıtan, sevindiren, ağlatan, mutlandıran... 
Hepsi belleğin gücüyle oranlı, iç ve dış sansürün sınırıyla bağlı, kimi anımsansa bile yazılması, paylaşılması olanaksız yüzlerce an, insan, eşya, bitki, hayvan...

İnsan işte! Bugün var, yarın yok. 
Bugünü gerçek, yarını yalan, dünü ise sadece anımsanan.
Bir nokta kadar hükmü insanın. Bir ünlem kadar.
Noktadan, ünlemden öncesidir ömür diye adlanan.

Anımsanan kadardır cümle diye kurulan, öznesi, yüklemi olan. İşi, eylemi olan, zarfı, tümleci olan.
Devrik de olabilir, düz de dik de olabilir, eğik de, bir çığlık gibidir kimi zaman, bir ıslıktır belki şarkılanan, uyandıran, uyaran.
Anımsadıkça tamamlanan.
.
Kimi kez yarım kalır cümle, kimi kez susturulur insan, susar ya da bilerek, ömürdür ıskalanan. 
İnsan her halini anımsar, anımsamalıdır da çünkü anımsanan kadardır yaşam, insan o zaman insan.
Çünkü insan anımsadığı kadar var, unuttuğu kadarı yaşama sayılmayan.

Gebze, 13.9.2015, Ünsal Çankaya. 
Hukab Hukuk, Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi, Temmuz-Eylül 2015. Sayı:14.
EKİN SANAT, Aylık Edebiyat Düşün Dergisi, Ekim 2017; Sayı:141


https://ayisigindan.blogspot.com/p/asansor.html

ASANSÖR

Aniden bir fırtınaya yakalanmış gibi ürperdi. Hazırlıksızdı hep, nasıl hazır olunurdu ki zaten beklemediği şeyleri yaşamaya. Tüm yaşamını plânlamaya çalışmıştı özenle, alışmıştı tüm plânlarını sırayla, plânladığınca yaşamaya. Üşümekten daha fazla nedene bağlıydı sanki içinin titremesi." Bir şey olacak " diyordu, " şimdi nedenini çözemediğim, beklenmeyen, anlamsız, ama mutlaka ters bir şey, olacak!".

Buz gibiydi elleri, eldivenlerini nerede unutmuş olabileceğini düşündü." Tuhaf şey " dedi, " Bu mevsimde zaten eldiven taşınmaz ki nerden de aklıma geldi eldivenlerimi nerede unuttuğum şimdi? "

Diken üstünde geçirdi günü; tedirgin, kaygılı, her bakıştan şüpheli. İnsanlar olağan dışı davranmıyordu oysa. Her zamanki gibi rutinin sarmalında geçti zaman, karanlık geldi. Her şey yine kendi olağan akışında yürümüştü; kapıyı çalıp girenler "merhaba, iyi günler!", dileğini anlatıp, işi bitenler " sağ olun, iyi günler! " diyerek çıkanlar... En son gelenler de gittiğinde "iyi akşamlar! " dileğinin sedasıydı arkalarında kalan...

Masasını toplamaya başladı; not defterine sırayla ertesi gün yapacağı işleri plânladı, yazdı, dosyalarını yerine kaldırdı, kalemlerin kapaklarını kapattı. Gün içinde sık sık yaptığı gibi üfleyip püfleyerek uzaklaştırdı masasındaki son kalan tozları ..

Her akşam yaptığı gibi yine iki kez çevirerek kilitledi kapıyı anahtarıyla .

Eve dönüş yolunda sırasıyla manava , telefonla verdiği siparişi hazırlamış olan kasaba , hemen yanındaki fırına , en son da apartmanının altındaki kitapçıya uğradı .Abonesi olduğu gazeteler ve hiç bir zaman ayın ilk günü gelemeyen dergilerini aldı .

Elleri , kolları dolmuştu , merdivenlerden çıkmayı göze alamadı bu kez . Zaten spor olsun diye yürüyerek çıktığını söylüyordu hep. Önce bir ayağıyla kapıyı tuttu, torbalarını koydu asansöre, çekti kapısının arasından ayağını. Hangi düğmeye bastığının ayrımına varamayacak kadar daldığını anladı sonra.

Asansör hızla yükselirken " hiçbir şey olmadı, tuhaf! " dedi, " tuhaf!", " neydi o bütün gününü bir şey olacakmış gibi ikircikli geçirten ürperti? ".

Kendi katını geçtiğini fark etti sonra asansörün, kızdı kendine. " Sanki ömründe ilk kez biniyorsun asansöre, ne diye doğru düğmeye basmadın ki!"...

Birden sarsılarak durdu asansör, elektrikler kesildi, kalbi hızla çarptı; bir kez daha kalmıştı böyle karanlığında asansörün, yine aynı ürpertiyle anımsadı.

O zaman da yaptığı gibi kapıyı yumrukladı, sesi düğümlenirdi boğazına, hiç çıkmazdı böyle korktuğu anlarda. Yine sesi çıkmadı. Yarısından çoğu boşalmıştı apartmanın binaya taşındığından beri ..

" İlk katlarda bir daire tutsaydım keşke, ama o sırada bu kadar boş değildi ki, keşke ilk boşalan daireye taşınmaktan vazgeçmeseydim!" diye düşündüğünü, "korkularını yenmek için üstüne gitmelisin!" diyen o büyük lafı eden adamı, o kitabı yazdığı ve tesadüfen okuduğu bu sözlerle kendisini umutlandırdığı için inançla sevdiğini, yaşamı plânlarken kullandığı ilkeleri arasına yıllar sonra da olsa bir de bu sözü aldığını, tesadüfen karşılaştığı kitap fuarında bu defa başka bir kitabını da alıp, korkularını yenmesi için ilk kitabındaki öğütlerine teşekkür ederek imzalattığını teker teker anımsadı ..

Yazarın adını anımsayamadığını fark etti düşünceleri hızla kayarken. Kapıyı yumruklamayı sürdürdü nefesi korkuyla sıklaşırken, öleceğini düşündü. Sık sık değil arada bir de olsa bile ölümü düşünmezdi. "Daha yaşanacak ne güzel günler var!" derken bu kez niçin öleceğini düşündüğünü ayrımsadı; o ilk asansörde kalma olayının korkusuydu düşünmesine neden olan. Yine ürpertiyle anımsadı.

Tek başınayken asansöre binemeyişi, spor bahanesiyle merdivenleri tırmanışı, kendi kendine yetme telaşıydı. Korkularının üstünü örterek günleri plânlayışı, yaptığı plânlardan hiç sapmayışı, her şeyi kontrol ederse yaşam sorunsuzca böylece sürer gidere inanışı...

Cep telefonunu aradı karanlıkta telaşla, kimse yumruklanan kapıyı duymamıştı, buldu. Aklına arayacağı yakında oturan hiç kimse gelmedi. Acil numaraların hiçbiri kayıtlı değildi... Asansörde kalışının ne kadar sürdüğünü sordu kendine, geçen zamanı ayrımsayamadı. Her şeyi yazarak, kaydederek, yaptığı yazılı plânlara uyarak yaşamaya alıştığından dolayı hiçbir numarayı aklında, ezberinde tutmadığını yine ve daha da fazla ürpererek ayrımsadı.

Kalbindeki sıkışma arttıkça arttı, nefesi hızlandıkça hızlandı. Karanlıkta rastgele bastı hızlı aramaya kodladığı üstteki tuşlardaki herhangi bir numaraya. Çalmaya başladı telefon, saydı, saydı, saydı, korkuyla düşündü; açılmayacaktı…

Tam başka bir numara denemeye karar verdiğinde sevinçli bir ses "Merhaba!" dedi, hiç ara vermeden, yanıt beklemeden, heyecanla sürdürdü konuşmasını: "Uzun süredir aramanı bekliyordum! Neredeyse yine ben aramayı düşünüyordum. Birlikte gidelim dediğimde, bir ömür mutlu olacağız dediğimde sevgi biraz da her şeyi terk etmeyi bilmek, ileriye, bilinmeze gidebilmektir dediğimde gelmemiştin! Şimdi geleceksin değil mi? Geleceğini söylemek için aradın değil mi, söyle ne olur?"

Birden yıllar öncesine uzandı düşünceleri; gitmekle kalmak arasındaki mücadelesinde en sevdiği insan için bile terk etmeye kıyamadığı anlamsız işlerin nasıl kazandığını. Keşkelerle içini kaç kez yaktığını... Başka hiç kimseyi sevmediğini, sevemediğini... Gururunu yenip, binlerce kez " Ben gelmemiştim ama sen dön, sensiz yaşamak çok zor!" diyebilseydi onun her şeyi, hiçbir şey düşünmeden ardında bırakıp dönebileceğini bildiğini, ama arayamadığını. Ne kadar çok vazgeçmemek için hızlı arama tuşlarına kodladığını... Telefonu açıp, tam o tuşa basıp çaldıracakken telefonu kaç kez kapattığını anımsadı...

Karşıdan ses; " Konuş lütfen!" diyordu…, " Beni sevdiğini biliyorum, ben de hiç vazgeçmedim seni sevmekten, hiç vazgeçmedim!"

"Asansörde kaldım, yardım et, lütfen çabuk! " diyebilseydi gelinemeyecek kadar uzaktaydı o sesin sahibi... Onu sevmekten hiç vazgeçmediğini söyleyebilmeyi istedi, sesi hiç çıkmazdı böyle anlarda, yine çıkmadı. Kapıyı yumrukladı yere çömelerek, çaresiz, ağlayarak, kapıyı yumrukladı.

Sarsıldı asansör birden gelen elektrikle, telefon elinden kaydı, "Ne olur konuş!" diyordu, asansör hızla düşerken aşağıya kulağına ulaşan en sevdiği ses "Susma, ne olur konuş!"

"Tuhaf şey!" dedi yine asansörün yere çakıldığı en son anda; " Neydi o kitabı yazan adamın adı?"

Gebze, 13.3.2009, Ünsal Çankaya
SİNCAN İSTASYONU, Ağustos 2009, Sayı:24.)
(Not: Yazılan ve yayımlanan ilk öyküdür.)



https://ayisigindan.blogspot.com/p/gozlerinin-iciyle.html
GÖZLERİNİN İÇİYLE

Gülen bir fotoğrafı olmalı annelerin
Albümün girişinde göz değiminde hemen.
Kalbinin eğiminde;
Kolyesinin ucunda,sağlamca zinciriyle
Acı yükseldiğinde tutunabilsin diye.

Hem yalnızlık duymaz çocuğu
Yokluğunda annenin
Hem direnir dayatılan acıya
Bütün gücüyle
Çukurunda gamzenin
Tuz biriktirip.

19. 5. 2013. GEBZE. ÜNSAL ÇANKAYA.

1990...Gercüş.

Konuklarım var diğer ilçelerden meslektaşlarım, sınıf arkadaşlarım.
Gölet'inde gezindik , piknik yaptık dağlarında, bayram kutladık.
Coşkuyla andık Atatürk'ü, Samsun'a çıktık biz Bandırma Vapuru'yla.
Gençtik, bayram bizimdi henüz, bayram gibi yaşadık.

Daha kapıdan girmeden duydum telefonu,uzanıp telaşla ahizeyi kaldırdım.
"Nihayet" dedin, "kaçtır çaldırıyorum, açmayacaksın sandım".

"Gezdik annem "dedim, "Biraz da çocuklaştık"
Güldün.
"İyi yapmışsın" dedin, "Ben seni sevdiğimi söylemeye aradım."

Annem...Güzel kadınım.Güldük karşılıklı.
Ben seni daha da çok sevdiğimi söyleyip kapatacaktım..."Ben ararım "demiştim.
"Dur "dedin, "kapatma hemen".
"Taksi çağırdık, hastaneye gidiyorum da, sesini duyayım istedim, gülüşünü duyayım, sevdiğimi unutma sakın"

Annem, güzel annem unutulur mu sevgin, doyasıya yaşadım.

Durdum, içimde bir sızı "İyisin ama değil mi? "dedim, "Niye yatıyorsun ki hastaneye yeniden?"
" Tansiyonumu ayarlayacaklar" dedin, "Şekerim de yüksek, hem diyaliz için de evden gitmekten bıktım, bir arada çıkacak hepsi işte"

"Tamam." demiştim sana, "sen iyileşmene bak, ben iyiyim , merak etme" demiştim," her akşam ararım."

Aradım.

Her akşam...Önce zar zor geliyordun telefona...Gelemediğinde selamını iletiyordu telefonu açan hemşire sana ya da başında bekleyene.
Sonra bir gece hiç açmadılar o telefonu, santral bağlamadı geç oldu , yasak saatte diye...Yalvardım, "iyi mi birisi söylesin "diye. Tuttu "iyi değil " dedi birisi. Ağabeyime ulaştım, ablama ulaştım gecenin ikinci yarısı devrilmişti kalbime.
Söyleyin dedim, "öldü mü, gizlemeyin benden"...Sağ dediler ikisi de, biraz ağır...Gelebilirsen gel.

Gercüş küçücük bir ilçe. Uçan taksi devri değil, taksisi yok gerçekte.
Batman'da havaalanı yok, Diyarbakır'da uçakta yer yok; oralara ulaşabilsem bile bir şekilde...
Midyat üzeri uçurdu beni bir taksi Diyarbakır'a kadar; ilk otobüse binebileyim diye konvoy yasakları kalktığı ilk güneş saatinde.

Ben on iki otobüsüne bindim, sen geleceğimi duyunca bir gülümseme takmışsın gözlerine...
"Hoşçakal " demiş ablam gülümseyen yüzüne sıcak öpücüğüyle bir saat öncesinde.
Ve bir damla düşmüş gözünden ağabeyimin gamzenin çukuruna.

Ben...tam onaltı saat sessizce döktüm gözyaşlarımı, geldiğimde kurumuştu içim...
Buz kesmişti ellerim, kan oturmuştu avuçlarıma, dişlerimi sıkmaktan ağrımaktaydı çenem.
Artık ben bende değildim, başkasıydım belki de.

Morg ve hastane.

Defalarca orda başka ölümlere baktım ben,başka acılara tanıklık yaptım, "sabır" dedim otopsi bitiminde, "sabır...Sizin acınızı alır, dayanın." Çığlık çığlığa ağlamak isteyenler bile ağlayamazdı, çünkü orada henüz kendilerine ait değildi ölüm, çünkü ben vardım, iyi insandım, ama bir anlamda devlettim, devletin "mahkeme duvarı"ydı o otopsi sırasındaki duygularımı dışa yansıtmayan suratım, çünkü işini eksiksiz yapmaya çalışan ve üzüntüyü duygusuzluk maskesine saklayıp, ta içine atan bir Cumhuriyet Savcısı'ydım.

Acıyı kaynağıyla sona erdirecek güç elimdeydi sanki, onlara "faili arıyoruz" derdim, "bulundu" derdim, "yargılanacak" derdim; "Devlet cezasıyla sağlayacak adaleti"...Susardı bakışları insanların. İnanmazlardı, anlardım.

Ben uzaklaşırken duyardım ağıtları, çığlıkları duyardım uçurumlara dolan.
Bilirdim, o uçuruma dolan çığlık bitmeyecek hiç, o acı kendini yineleyecek her yankısında.

Yirmi üç yıl oldu annem, seni özlemle anıyorum, gülümseyen yüzünle , sesinle anıyorum, bize bıraktığın ağıtlarınla...
Ama ben çığlığımı uçuruma değil seni alma karşılığı morga bıraktım; sıcacık gülüşünü aldım yanıma o dudak kıvrımından.

Acımın buzunu besliyor acım, direncimi artırıyor buzdan uçurum; üşüsem gülen gözlerin karşımda, üzülsem okşuyorsun o bakışınla. 

19.5. 2013. GEBZE. ÜNSAL ÇANKAYA.

1=) AKATALPA Aylık Şiir ve Eleştiri Dergisi, Ağustos-2013. Sayı:164.
2=) ALMANYA-Berlin'de yayımlanan FARKLI DERGİ MERHABA' nın Haziran 2014 tarihli sayısında Bir Gazeteci' nin Not Defteri Başlıklı Münir Bağrıaçık köşesinde yazdığı Soma yazısı başlığına baştaki şiiri aldı... Şiir olarak ilk yurt dışı açılım diyelim...


https://ayisigindan.blogspot.com/p/tek-kanatli-kus-uzerine-bir-okumadan.html

TEK KANATLI KUŞ ÜZERİNE BİR OKUMADAN
LEYLİM LEYLİM'E GEÇTİĞİMDEKİ SIZIM. 

ÜNSAL ÇANKAYA

Okudum. 
Çok severim Yaşar Kemal okumayı. İnce Memed ile başlayan okuma sevdam Demirciler Çarşısı Cinayeti ile sürmüştü. O destansı dil ile, yarpuzların kokusunu alacak, yavşanların yanarken çıtırtısını duyacak kadar canlı anlatılışına hayran olarak ta ilkokuldan başlayan okur ilişkim her kitabını edinmeye vardı ve aynı kitapları sonra yepyeni tadlar alarak birer kez daha okumaya kadar gitti.
En son yıllarda Bir Ada Hikayesi üçlemesini her kitabın çıkışını takiple bekledim. İlk baskıda ilk okuyanlardan oldum çoğunu kitaplarının. Kimini satın alamayacak zamanlarımda şehir kütüphanelerinde okumuştum.
Tek Kanatlı Kuş romanı haftaya raflarda tanıtımını okuduğumda Eylül ayında hemen verdim siparişimi. Buna rağmen elime gelen ikinci baskı oldu. Demek satılabileceğini düşünüp -ya da kitabevlerinden gelen isteklere göre-ikinci baskıyı da hemen yaptılar dedim siparişim elime geldiğinde.

Okudum. 
İki kez. İlk defa peş peşe - ara vermeden- okudum aynı kitabı.
Zaten kısa...Yetmiş iki sayfa. On dört punto harf karakteri ile dizilmiş roman aslında dokuzuncu sayfada başlıyor; boşlukları azaltsam, puntoları küçültsem aslında başkaca romanlarının giriş bölümü kadar bile değil boyutu.
İki kez okumamın nedeni dikkatim dağıldı da kuşun tek kanatlı olduğu yeri kaçırdım mı diye. Yine kaçırdıysam o yoğun betimlemelerden bir kez daha okumalıyım, bozkırda hülyalara dalmadan. 
Tuhaf kanatlılar...Ama tek kanat sadece romanın adında geçiyor. Kitap o kadar kısa ki içerikteki tuhaf kuşların tek kanatlı olması nedeniyle tuhaf olduğunu romanın başlığını düşünerek bağlayıp-anlıyoruz böylece.
Fantastik bir korku dünyası. Niye korktuğunu bilmeden korkuyor herkes.
Biz de okuyup bitirdiğimizde bile anlayamıyoruz insanların niye korktuğunu; ama elle tutulabiliyor orada, bozkırın ortasındaki o insanlarda var olan korku.
Yaşar Kemal güzelleme tanımlamalarıyla görüyoruz otobüsü, şoförü, yolcuları, İstasyon Şefi'ni. Aynı güzellemeler ile bir bir biz de gözlüyoruz Posta Müdürü'nün taşınmaktan bir hal olan, ama becerikli karısının taşınma uzmanlığı ile her gereksinimi karşılamaya hazır eşyalarını, karısını, ama her koşulda karısının Posta Müdürü'ne olağan günlük yaşamı sunmaya aksatmadan hazır oluşunu...Yine Posta Müdürü'nün o güzel mi güzel karısının güzelliğini destansı diliyle okurken canlandırmaya çalışıyoruz. İstasyon Şefi'nin içerken tadına doyulamayan çayını sıcacık bize de uzatılmış sayıyoruz...O kadar ki elimde kitap mutfağa kadar gidip bir bardak çay alıyorum eşlik etmek için onlara. Ceviz ağaçlarının destanlaşan tuhaf özelliklerini, kasabanın insansızlığını, sessizliğini, ıssızlığını, ta uzaktan duyulan bom boşluğunu içimizde duyuyoruz okurken. Ürpererek. Onca ilgisiz insan nasıl bir araya gelebildi demeden. Olağan bile bularak orada yaşanılanları.

Okudum.
Sonra düşündüm; iki kez. 
Tuhaf; her iki okumamda da aynı şeyleri düşündüm sonra üstelik.

Birbirini hiç tanımayan yaklaşık on kadar insanın "gidilemeyen bir kasaba" üzerine bağlarını, o kasabaya niçin gidilemez olduğunu, gidenin nelerle karşılaştığını ve romanın bitmemişliğini...
Öylece yarım kalmışlık hissi yarattığını...Gidilebilse o kasabada nasıl bir şeyler yaşayacaklarını hayal ederken, birden bire bitivermişliğini...

Çocukluğumda gazetelerde okumuştum, bir kasaba; kopup kasabaya yuvarlanan kayalarıyla koca bir dağın eteğindeydi. İnsanları korkuyordu, devlet o kasabayı başka yere taşımalı deniyordu. Bu romandaki bence işte o kasaba. Başkası olamaz dedim. Belki sorulsa "o "derdi yazar,;"ben de okudum da ondan başladım yazmaya...Sonra unuttum yazdığımı, ancak bir hırsız darmadağın edince kutuları, bulduk, olduğu gibi yayımlamaya karar verdik biz bunu...İşte böylece çıktı bu son kitap ortaya"

Neyse... 

Okudum, daha da okusam olacak hissi ile kalakaldım. Yarım kalmış bu dedim. Taslak değil. Gelişecek değil...Dahası yazılsa olacak. Okunacak da. Öyle... Hem kuşlar da tuhaf, çok tuhaf, tek kanatlarını romanın başlığına saklamış usta.

Şimdi...
Hemen peşinden Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e yazdığı mektupları okuyorum...Hayır bunu böyle yazmasa daha iyiydi diye diye. Adlı adınca yazdığı küfürleriyle, argolarıyla. Ama öyle yazmış, çünkü yazım yanlışları ile , olduğu gibi gönderilmiş mektuplar okuruna...Dahası okurun izniyle de onun ölmeden görmek arzusuna karşın baskı yetişmediği için ölümünden sonra yayımlanarak paylaşılmış; şairin şiirine sevdalananlara...
Bitirdiğimde hissedeceğim şeyleri aynı olacağını umarak daha kitaba başlamadan ilk sayfadaki boşluğa yazdım. Altına tarih koydum, bir ataçla kitabın mektup zarfı tasarımlı kapağına iliştirdim o sayfayı. Şimdi onu olduğu gibi buraya alıyorum.

"Elime hoş geldin kitap, seni okumadan yazıyorum bu 'hoş geldin'i. 
Çünkü okuyunca da aynısını yazabilirim diye hissediyorum: Hoş geldin!
Yazdığım, yazmadığım, yazamadığım, yazamayacağım nice mektup var.
Bu kitap 'olsa iyi olacak bir aşk' ın olmayışının mektupları. 
Olmadığı için 'yetinme hali' nin bir yanda can yakışı, diğer yanda 'bir dost saklama' nın ömre ne kattığına bakışı.
Leyla ve Ahmed öldü; yaşasın mektupları....
Gebze 1.10.2013. 

Artık yarıladım kitabı. Gün içinde dışarı çıkmalarım oldu üç gündür ve dikkatle okumak için geceyi bekliyorum. Gece olduğundaysa kalbime çok ağır geliyor okuduklarım, birden okuyup geçemiyorum.
İçimde bir sızı. Sırlarını paylaşmak ister miydi şair bizimle? Bu özel mektupları bizim de okuyacağımızı bilse duygularını böyle sakınmasız paylaşır mıydı? Yokluklarını, sıkıntılarını, küfürlerini ve sevda sözlerini bu kadar darmadağın yazar mıydı diye diye okuyorum...Daha usturuplu yazmaya kalksa o zaman da bu kadar içten yazabilir miydi çekincesiyle...
Okuyup bitirdiğimde ne mektuplar, ne de hissettiklerim üzerine yazamam yeniden. Öyle darmadağın olacağım ki okuduklarımdan, elime bu kitabı, karşıma Hasretinden Prangalar Eskittim'i koyup, yeniden bakacağım yazılan acılara .
O acıya tanıklık yine dağlayacak içimi biliyorum. Hem belki o bakışımda küfrü ve argoyu ona çok görmeyeceğimi umuyorum.
Şimdi 2 Ekim 1954 tarihli Diyarbakır vurgulu mektubu okumaya dönüyorum...
Kitabı okuma dönemimin altmış yıl sonra aynı ayın aynı günlerine denk düştüğünü görmenin ise tesadüfün inceliği saymak gerek diyorum.

Gebze-3-4 Ekim 2013, Ünsal Çankaya. 
1=) AKATALPA Edebiyat-Eleştiri Dergisi. Ocak 2014. Sayı 169.
2=)AFYON DENGE Gazetesi, 4 Temmuz 2014.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kale-golgesinde-sakli-anilar-ben.html

KALE GÖLGESİNDE SAKLI ANILAR

Boşuna değildi bulamayışım. İşte şurada olmalı dedikçe kayboluyorduk yüksek binalar arasında.
Orada yapılan bir hukukçular gecesi için gittiğimde, bir de evimizi görelim dışından olsa bile demiştim de...Arabayı kullanan, orayı bilmeyen bir hakim arkadaşımın arabasında yola düşmüştük Ömer Kaplıcaları'ndaki otelden kente. Sırtımda ter buz kesiyordu utandığımdan, insan kendi evini nasıl bulamazdı. Düşünüyordum, geldiğimiz ana cadde doğru, ama sokak yok. Kuş uçumu tarifle , aklımda kalan mevki ile tam da şurada olmalıydı dedikçe kayboluyorduk.
Çünkü yükselen dalgalar gibi yükselmişti evimizin çevresinde siteler...Ne tanıdık köşe, cadde , sokak kalmıştı , ne nirengi bellediğimiz boş alanlar, binalar, ağaçlar.
Otuz sekiz yıl önce üniversite okumak üzere çıkıp gittiğim o kente bir on yıl kadar da ara ara tatillerde, bayramlarda gidebilmiştim.
Son gidişim annemi kaybım sonrası evde yalnız yaşamayı sürdüren canım babam için olmuştu.
Eşyaların üzerini çarşaflarla kapatıp, kapıyı kilitleyip, babamı benimle yaşayacaksın diye yanıma almaya gittiğimde bin dokuz yüz doksan yılı solmuştu bile.
Sonraki yıllar bir daha gidemedim ben.
Babam gidip-geldi yılda bir kaç kere, elektrik ve su, telefon parası, emlâk vergisi ödemeye. Ev bir müze gibi korunuyordu beş kardeşin yüreğinde; babamızı kaybettiğimiz iki bin yedi yılında bile...Kaldı ki halen de ayrı biçimde muhafaza edilmekte evimiz, baba, ana yadigarıdır diye.
Ağabeyim dönem dönem bakımını yaptırdı, sevgili karısı temizliğini, havalandırmasını...
Öğretmen Evleri. İkişer katlı, dört daireden oluşan, bahçeli, şirin ve herkesin diğerini tanıdığı bir kooperatif yapılanmasıydı.Bitene dek hem taksitleri ödendi babamın memur maaşıyla hem de bizden üniversitede üç kardeş birden okudu.
Sokakta yürüdüğümüzde selam verdiğimiz, bizi ailemizle tanıyan bakkal-tuhafiyeci, züccaciyeci amcalar, teyzeler kalamazdı zaman içinde tabi. Ama bu kadarını da beklemiyordum kendi kentimden; her yer ama her yer yüksek katlı binalarla dolmuştu.
Anımsadığım oysa konu-komşu ile aynı avluya bakan evlerinde can cana, cam cama yaşamayı bilen candan insanlardı.
Şimdi bir fotoğrafa bakıyorum kentin üzerine düşüyor kale gölgesi. Karartmak için belki...Gördüğü ıssızlığı,yeşilsizliği göremeyelim diye kapatmak için belki. Saklamak için belki hepimizden; gördüğü çorak binalar denizini.
Son gidişimden sonra da beş yılı aşkın süre geçti...O ev halen yerinde. Bahçesindeki zerdali ağacımız kurumuş bu yıl, ağabeyim haber verdi üzüntü ile. Yerine yenisini diktim, umarım tutar dedi.
Ben beş yıl öncesinde o evi bulduğumda yanımda anahtar yoktu tabi...Dışarıdan balkonuna baktım, arka bahçesinde henüz ölmemişti zerdali, ayva...Bir fotoğrafa sakladım o anı arkadaşlarımla, karısı ve çocuğuyla, bize bir kahve ikram eden karşı kapıdaki komşumuzun oğluyla.
Yılları geri çevirmek olanağımız yok elbette.
Şimdi kalenin gölgesindeki kentin fotoğrafına bakıyorum da; Yeşil Yol bile yeşil kalmamış diyorum kentimde.
Kale bu utancı gölgeliyor kanımca; anılarımızı yaşatamadığı o güzel, o şirin, o hep insancıl insanların yaşadığı yıllardaki sadeliğine sahip çıkamadığı için o koca cüssesiyle.
Ben içimde bir sızı; annemi özlüyorum o evin balkonunda bizi bekleyişiyle...
Dilime geliyor o yıl yazdığım dizeler...Ah diyorum ah...! Anne...!

BEN DÜŞLERİME GİTTİM

Evet Anne , o fotoğraftaki sensin yine
yüreğin hep yanmıştı ayrılıklara 
ağladın...biliyorum ...
ilk ayrılığımızdan bu son kavuşmaya dek
hem de ne çok ağladın ...

aramız uzadıkça , ara uzaklaştıkça
şimdi dinlerken bile içerimi dağlayan
yüzlerce ağıt yaktın yüreğini kanatan 
biliyor musun o balkonda oturan hâlâ sensin 
gözlerin yolda kalırdı her zaman 
gördüm yine oradaydılar ..
bu fotoğraf solgun değil 
solgun değil elbet
öyle canlı , öyle canlı ki
sonsuzluk gibi
yeni çekildi.

sanki fincanındaki kahve kokusu
kahveyi çektiğin değirmen 
kavurduğun ateş gibi
gözle görülür 
elle tutulur
gibi...

ellerin 
ah anneciğim 
ellerin var ya.. 
becerikli , işçimen
bir yudum kahve arası örgülerde gezinen 
saçlarıma hemen dokunmuş gibi 
sımsıcak , canlı , sevecen...

ne mektup ulaşırdı , ne telefon var evde
bilmezdik özlemeyi çocuk yüreğimizle
analar niye yanar , nedir özledikleri
niye ağlar günlerce kavuşma olsa bile
dizi dibindeyken de gözü gözündeyken de

aynı yerde , evimiz aynı yerde
dört bir yanı sarılmış yüksek duvarlar ile
o küçücük bahçesinde kayısı ağacımız
dökmüş çiçeklerini , çağlası üzerinde...
eşyalar içeride , balkonunda çiçekler...
karşısında , ineceğim otobüsün durağı...

geliyorum , geliyorum bekle yine sevinçle
şimdi geldiğim gibi geleceğim , özlemle
her gelişimde , her gelişimde
düşlediğim gibi , sevgiyle...

gördün beni , gördüm ; 
güzel kahveleri gölgeliydi ya 
güle benzeyişin aynı 
her dem tazeliğin yüzünde yine

gördün beni , gördüm ;
daha adımımı atmadan eve
kederin siliniverdi yüreğinden 
terk etti endişe gözbebeğini
gördüm…

ah anneciğim ah...
yine bekle ne olur ben yine geleceğim
aynı özlem içimde , sevinçler yüreğimde
bekle beni o köşede oturup...
elinde örgün olsun , mis gibi koksun kahve
gözlerin ; o güzelim gözlerin kalmasın yaş içinde !

Gebze, 22.3.2008-23.4.2008, Ünsal Çankaya.

AFYON DENGE Gazetesi 8 Ekim 2014,
Emirdağ Vakfı -EMİRDAĞ DERGİSİ, TEMMUZ 2015. Yıl 17. Sayı:30. Sahife: 60 - 61.
Ünsal Çankaya Türkmen'in yazısı "Kale Gölgesinde Saklı Anılar" ve "Ben Düşlerime Gittim" şiiri 32.sayı içinde de yer almış.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/ugurlanan-yillar-arasina-bir-yil-daha.html

UĞURLANAN YILLAR ARASINA BİR YIL DAHA...

Yılın son ayı dahil canımı çok yakan bir yıl oldu şu bitip de gece gidecek olan. Böylesi olmasın bir daha. En baş dileğim bu, en başa koyuyorum o yüzden.

"Kimse bilmez kimin ne yaşadığını.." demiştim canım yandıkça uzaklardan hep iyi görenlere.
Uzaktan, yakından akrabalar gitti yine o sonsuz yaylalara...
Önceden gidenler karşıladı mutlaka.
Daha çok erken diye kalbimin titrediği de oldu yakınlarımda.

Son ay, aynı karında büyüdüğüm, aynı memeleri emdiğim ağabeyime gelen o melanetin ilk darbesini savuşturmak ve onu yaşatmakla biraz sevince döndü işte...

O yaşasın ve yaşayalım, umutla.
Aynı karından doğmanın bağının kopacağı kaygısı var ya... Öyle yakıcı ki, onca yakıcı oluşunu ben yaşadım...
Dilerim ki yaşamasın başkası.
Karındaşlarım için "Uzakta olsun, sağlıklı olsun, yeter!" derim hep.
Ama sağlığına bir zarar gelince de ulaşılır olsun, kalbimin yakınında olduğu kadar gözümün önünde, yakınında olsun.

Bu yılı ağabeyimin varlığı, az da olsa kavuştuğu sağlığı ve yaşıyor işte, başardı ilk operasyondan sağ çıkmayı diyen sevincimiz ile karşılayacağız.
Evimizde sonrası için kaygısı, endişesi çok ama görünür bir şenlik var... Gönlümüzde de olsun istiyorum, tamamına ersin o sevinç, eksik kalmasın yeni yılın vereceği güzel haberler ile.

Hiç yüzünü görmediğimiz akrabalar için iyi dilekler sunuyoruz ya sanal dünyada... İyi bir şey elbette ama...
İnsan öz kardaşının, akrabasının sesini duyunca, yüzünü görünce uçuyor havalara. O nedenle önceliği bu sevinci bekleyenlere vermeyi sağla yeni yıl...
Aralara dağlar örenlerin yık dağlarını. Aç yollarını... Aç gönül gözlerini, bitir kinlerini, kırgınlıklarını. İnsana tahammül öğret zamanla.
Gün bugün. Bugün gerekiyor o sevinç. O sevgi. O ilgi. O söz.
İş işten geçmeden.

Anacığımın ağıtlarında kınadığı o mesafeler bizim aramıza girmesin hiçbir zaman, beşimizi diğerinden ayırmayan o sevgiye borcumuzu ödeyerek yaşayalım kalan yıllarımızda.
Gidenlerimize özlemle. kalanlarımıza sevgimizle.

Gebze, 31.12.2019, Ünsal Çankaya.
Aynı gün facebook sayfamda yayımlandı.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/yangin-olunca.html

YANGIN OLUNCA

Haberlerde ilk sırayı aldığında üstelik, biliyoruz ki o yangın çok büyüyecek, sönmemiş, söndürülmesi de oldukça gecikecek…
Çünkü devlet anayasada yazılı ormanları koruma, geliştirme ödevini yapmıyor, yapsın diye taşerona ihale edişinde de “sen tüm bu ormanı koru!” demiyor, “yanarsa söndürdüğün kadar para öderim!” diyor…
O yangın söner mi hiç?
Akil olan koruma parası öder, söndürme değil!
Ülke yönetiminde bu işleri kotaracak bilgide, birikimde olan kaldı mı, orası pek karışık.
Ama yaz geldi mi, betona dönen kıyılarda rant paylaşımı rantiyeye yetmez oldu mu biliyoruz ki ormanlar yanıyor… Sonrası yakanlara, yaktıranlara imar izni…

Göz görüyor, gönül katlanamıyor bu aymazlığa.
Ne orman yangınını ne insan yakmayı ne ağaç kesmeyi ne doğaya zulmü bizim kalbimiz hiç anlamayacak... 
Yüreğimiz böyle her yaz yanacak!
Yaz başından bu yana tüm turistik yörelerde yanıyor ormanlar.
Nedenini boşuna arıyorlar.
Geçmişten güne o yerlere imar izni verenler dahil, beşer yıldız otel dikenlere baksınlar, neden, niçin yandığını -yakıldığını ve azmedeni, maşa olanı çabucak bulacaklar.

Çok yakın tarihte, Adalar dahil, peş peşe yaktılar yine ormanları. ODTÜ'de kavaklığa diktiler gözlerini.
Bu gece Dalaman Fethiye arası yanıyor... İstanbul'un akciğeri Aydos ormanı... Sonra İzmir… Sonra daha birçok yerde. Devletin yanan orman söndürmek için uçakları var, bakıp da göremeyen bozuk onlar diyor. Onarmak görevini de yapmamışlar çünkü… Bozunca rant için taşerona ihale etmek mümkün… Her bozuk işi kitaba uydurmayı marifet belliyorlar.
O ağaçların birini bile dikmeyip kasıt ya da ihmal ile yakan ve yanmasına neden olanların da yüreği yansın! İçimizi kan ağlatıyorlar. Bin bir endemik bitki, hayvan, börtü böcek de yok oluyor ormanla. Umurlarında değil. O canlara kıyanlar iflah olmasın!
Daha geçen ay yine bir şiir yazdım.
(Yazmazsam yakılanlara hep borçlu kalacağımı sanıyorum!)
Çünkü yıldönümüydü Sivas'ın!
( O şiir aşağıda.)
Biz bu ülkede 'o yangını' hiç unutmuyoruz.
Unutanlar nasıl yaşıyor acaba?
Ağaç kesenler o gece nasıl uyur?
O emirleri verenler ya da!
O emirlere uyanlar!

Son uykuları olsun!
Uyanmasınlar!

Gebze, 25.8.2019

YANGIN OLUNCA

Kaplumbağalar
Saklanıp kabuğuna
Kurtulmuş olsa.

Biliyorum ki olmaz,
İglo değil, korumaz.

Kuşlar uçsa da
Yuvalar ve yavrular
Kalır yangına.

O Temmuz bizi yaktı
Kurtlar kuşlar yakmasa.

Gebze, 1.7.2019, Ünsal Çankaya.

Ekin Sanat, Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, Ekim 2019, sayı:159


https://ayisigindan.blogspot.com/p/o-mulkiyeli-ile-karsilasmis-olmak.html
O MÜLKİYELİ İLE KARŞILAŞMIŞ OLMAK

1983 yılı, Mülkiye olarak anılan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin mezuniyet gecesi.
Selma ev arkadaşım, ben hâkim adaylığının ilk yılında, ilk aylarındayım. Arkadaşımın mezuniyetine sevinmek dışında bir de onun arkadaşları ile kutlama ve veda gecesine katılıyorum ki sevincim iki kat.
Bu sevincimizi daha da artıran geç kaldığı için dolan salonda ancak bizim masada yer bulabilen Cemal Süreya. Yanında Arslan Başer Kafaoğlu var. İkisi İstanbul'dan sırf bu gece için, trenle gelmişler...
Gece boyu sohbet, dans... Şarkılara eşlik etme… Oyunlara iştirak…
Selma’nın nişanlısı o yıl bitireceği Basın Yayın Yüksel Okulu öğrenciliği için aldığı fotoğraf makinası ve tüm objektif takımları dolu çantasıyla yanımızda. O geceden onun çektiği çok fotoğraf olmalı o yılın mezunlarında. Ben bizim masada olanlar ile Münir’in kendinin de dahil olduğu ve o an hangi arkadaşının çektiğini anımsayamadığım kareyi sakladım albümümde… Anılarımda.

Akay yokuşunu bilenler bilir, Ankara’da yaşayan ya da yolu geçenler de bilir ya da duymuştur mutlaka. Mekânımız yokuşun tam ortasında, çıkışta, sağda… Dedeman Otel, en popüler balo salonuna sahipti o yıllarda… Oraya bu gece nedeniyle gitmek kadar kaçırılmazdı arkadaşımın mutluluğu… İşte o geceyi belgeleyen tek fotoğraf aşağıda… Salon çıkışı sonrasında, ikinci kat, merdiven başı boşluğunda… Bu fotoğraftaki ve kareye girmemiş olan birkaç arkadaş daha masada başlayan sohbete bir açık gece kulübünde devam kararı aldık sokağa çıkıldığında…
Çankaya yokuşunun sonlarındaki Portakal Çiçeği sokağında bir gece kulübü idi gittiğimiz… (Münir anımsattı adını yıllar sonra.) Birkaç saat daha sohbet ile geçti, dansla, müzikle… Sabaha karşı çıktık oradan, yine konuşarak, beraber, Akay kavşağına dek yürüdük sonra. Bizim evimiz Esat yokuşunun tam ortasında, solda… Selma ve benim eve doğru ayrılıp yürümemiz sonrasında onlar başka yerlerde oturan diğer kız ve erkek arkadaşlarla beraber İstanbul’a dönüş treni için eşyalarını alacakları Kızılay’daki ( Yine Münir anımsadı adını-Mola imiş adı) otellerine doğru yürüyüşe devam ediyordu.

O gece “Anadolu’nun saf, temiz kızları olmanın hiç unutulmaması dileğiyle” verdiği bir İstanbul şehir hatları vapur jetonu anısı olarak kaldı bana. Bir de şu fotoğraf...
O gece ona bu yıl 7 Aralık’ta 65. yılını kutlayacak bir yayın olan Ankara Hukuk Ceride-i Kantar Dergisinde yayınlanan Vasiyet adlı minicik şiirimi okudum da…
“Ölümden, kederden uzak olun. Henüz yaşamın başındasınız siz!” dedi…
Sonra; “Daha çok şeyler var yaşanacak, bu dünyada!”

Unutmadım tabi, ölümünden hemen önce yayımlanan “Erken” başlıklı şiiri bir ok gibi vuruyordu insanı ve ocak dokuz, yıl doksanda öldüğünde içimizde bir sızı kaldı çok yakınlarımızdan biri yittiğinde kalana benzer…

Çok daha sonrasında bir şiir düşürdüm bu anıya... Tarih düşürür gibi. Unutulmasın diye değil, yaşadığımız o an yaşayanlarca anımsansın, okuyanlarca bilinsin diye.

Fotoğrafı paylaştığımda Münir ne çok ayrıntı anımsadı ve dedi ki altına:
“Konuştuğumuz fotoğrafı bulmuşsun… Ne iyi ettin... Ben herkesi tanıdım da kendimi bulamadım! Hayat bana ne çok şey katmış ya da ne çok şey almış meğer! O geceyi dün gibi anımsıyorum... Dedeman'da böyle biten kutlama, Tolon Bar'da sürmüş. Sonra da ta Çankaya'dan, Kızılay'daki Mola oteline yürümüştük. Sabah olmuştu…
Büyük şairle kol kola, Atatürk Bulvarını kapatıp, kâh şarkı söyleyerek, kâh şiir okuyarak, kâh da Salacak üzerine ve Papirüs Dergisini konuşarak yokuş aşağı inmiştik. Geleceğe de umutlarımızı, sevdalarımızı ve dahi duygularımızı bir güvercinin kanadına teyelleyip, yollamıştık… Bilemedik, bilemezdik büyük ustanın aramızdan erken ayrılacağını. Bilemedik, bilemezdik de her birimizin farklı acılar yaşayacağını... Ve yine bilemedik, bilemezdik her birimizin beyaz atlara binip farklı yönlere dörtnala gideceğini... Ama şu bir gerçek ki yaşadığımız her an, aldığımız her nefes, hissettiğimiz her duygu bizimdi. Sonuna kadar bizim... Hâlâ da bizim… İyi ki yaşamışız be güzel insan, iyi ki!”

Benim şiir dediğime bakmayın, yazdım işte, 2009 yılıydı, gün 22 Mayıs.
Olduysa da olmadıysa da. Ama diyorum ki sonunda;
"Bir kez daha yaşanmaz ki bu rüya…”

BİR ÜÇ BEŞ

Bir, üç, beş!
Bir, üç, beş neydi diyerek dolanıyorum
Yazılmıştı o şiir, ' masa'daydı diyorum.
Ah o masaya neler, neler, yığıldı da yığıldı
Benim için oturacak yer yoktu kıyıcığında.

Bir, üç, beş bakıyorum meyhane kapılarına
Tüm şairler toplanıyor o şiirde, o şiirli masada.
Toplanıyor ölenler, kalanlar, hepsi ve hepsi
Benim için bir yudum içki yok bardaklarında.

Bir, üç, beş dememiş olsaydı da Attila İlhan
Yine de saymadan koyardın yüreğini ortaya.
Şiirden us’tasın Edip Cansever, şiirde usta,
Düşlerini yazdığın sözcüklerin bile masanda.

Bir, üç, beş, saymadan dolanacağım artık
Bir mülkiye gecesiydi, dans etmiştim kollarında.
Bir kez daha yaşanmaz ki o rüya
Üstü kaldı işte, aklımdasın Cemal Süreya

Gebze, 24.11.2019, Ünsal Çankaya.
Ekin Sanat, Aralık 2019, Sayı:210
Üvercinka, Eylül - Ekim 2020,  Sayı :71-72



https://ayisigindan.blogspot.com/p/oyku-sevgidir-sevgi-en-guzel-oyku.html

ÖYKÜ SEVGİDİR, SEVGİ EN GÜZEL ÖYKÜ.

Rivayet muhtelif, Şubat'ın on dördü ya öykü günü sayılır dünyada ya sevgililer günü. Oysa kullandığımız takvimde dünya günlerinden sadece birisidir, kimi zaman tam yarısı, dört yılda bir yarıdan yarım gün eksiğidir Şubat'ın, ki bu en kesin bilgidir.
Ya kimseye aldırmadan kutlanacak her ikisi de, ya sadece birinden haberdardır kutlayan ya da kutlayamayan kişi. Ya karşı çıkılacak kutlamaya illaki; sevgililer günü pazar hesabı denecek ya da sadece öykü günü vurgusu yapılacak sayfalarda biliyorum...
Her yıl aynı karmaşa. Herkes diğerini anlamak ve sevmek yerine yarışacak kendini kanıtlamaya.
Amenna!
Pekâla sadece o bir gün mü yazılır öykü ya da bir günlük mü yaşandı ki o sevgi, bir güne sığar kutlaması? 
"Ol Hikayat" diye tanımlanan anlatılar, sevgiler yalnız bir günlüğüne midir insan yaşamında?
Bakalım şöyle bir; ikisi de bir düzlemde olsa ne olur dünya, anlamı bilinse, anlamıyla yaşanabilse her ikisi de aynı zamanda.
"Seni seviyorum!" iki sözcükten ibaret dünyadaki en gerçek öyküdür karşıdaki canlı, cansız varlık için ve çok içtendir içteki yansımasından akarak söylendiğinde.
"Seni seviyorum!" en güzel öyküdür aynı zamanda; şimdiki zamanı olan, yüze söylenen, ya da ulaştığı zaman karşıdakini sevindiren sesli ya da yazılı. Duyan da sevinir, okuyan da.
"Seni sevdim!" de öyle...
Ama bu öykü içinde bir öfke, bir istihza taşır, belki de kahır. Dili geçmiştir zamanın. Öykü bu nedenle şimdiki zamanda yaşanan değildir, yazıya, sese dönüştüğünde bilir ki muhatap bu öykünün sonu bir biçime yanlıştır, bir nedenle de güzel değildir.
"Sevmiştim!" kadar uzaktır çünkü "Sevmişti ya da sevmiştir!" derken anlatanın duygusu.
Tüm iyi duygusu eksilmiş, duygusuzluğu, bitmişliği anlatır o uzaklık. Olmazları anlatır yani… Başka insanlara, yerlere, canlı, cansız şeylere ve onlardaki geniş zamanlara dilini hiç acımadan ve ama çok acıtarak geçiren öykü.
"Ol hikayat!" diye girer dinleme, okuma, bilme zamanımıza tarihten bugüne kadar anlatan, aktaran ustaların bize bıraktıkları.
"Ol hikayat!" ki... Adı günde öyküdür.
Sadece şimdiki zamanda bize aittir öykü, dil o nedenle hep bizimdir, hep yenidir, anlaşılır ve gerçekten sevgi sevgidir, sevgili sevgilidir.
Anlatanı başkası, yazanı başkası, yaşayanı başkasıdır dili geçmişse, mişli geçmişlere gitmişse, hele de dili eskiyen geniş zamanlara sığındıysa öykünün.
O öykü biz olmaktan, gerçek olmaktan, güzel olmaktan, özenilir olmaktan çıkmıştır çoktan, ya da belki herkesin gerçek olsun dediği bir rüyadır da dil di'ye geçince, miş'lenince uyanılır acıyla o rüyadan... Yaşanmıştır, bitmiştir, güzeldir, çirkindir, belki de kurgusal bir geçmiştir. Ama artık o dilde bir kuraldır ve eskidir.
Dünya bu öyküler üzerine dönse ne güzel olur yine de...
Ölümler, savaşlar, kinler girmese öyküye. Bitmese sevgiler.
Dil kurallarını şimdiki zaman için ve sadece sevgiye kenetlese.
Kötülükler di ve miş dilinde geçirse zamanlarını; şimdiki zamanda hiç yaşanmasa, kurgulanmasa bile, en uzun, en kısa öykü bile hep mutlu yaşansa, hep mutlu sürse, bitmek bile güzel ve iyi bir son olsa öyküye.

Gebze, 13 Şubat 2016. Ünsal Çankaya.
TMOLOS EDEBİYAT, İki Aylık Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2018, Sayı:71


https://ayisigindan.blogspot.com/p/animsadikca.html

ANIMSADIKÇA.

Tarih anımsamaktır. Tarih bilmektir.Aktarılan bir anımsama bilgisidir özetle.

Ben Çavuşlu Sülalesindenim. Yusuf Beyler de deniyor sülalemize.
Bildiğim anımsadıklarım kadar. 
Peki soyumun öncesi ne? Daha öncesi? -Daha öncesi? İnsanın tarihinde tarihimiz nerede başlıyor, kimdir büyük atamız?
Bu sorular ve yanıtları bizi ırkçılığa değil, insanlığa, insan tarihimize taşır. sevgiyle anacağımız en büyük ataya. gen atamıza. insanların gurur duyacakları şey bu ataların hep iyi, hep doğru ve hep güzel işler yapmış olmalarıdır.

Hep iyi, hep güzel, hep doğru ile anımsayan, anımsatanlara selam olsun.

Tarih nedir diye sorulduğunda insanların vereceği bilimsel çok yanıt vardır. Her şeyin bir tarihi vardır. Her tarihin bir anlatanı. Anlatabilmek için anımsamak gerek o nedenle anlatılacak konu hakkındaki dönemsel bilgileri, belgeleri.

Tarih kök demektir. Bir yere bağlı olmak demektir. Kökten ve bağlı denince kökü ile toprağa bağlı olanlar gelecektir elbette ilk anda aklımıza.
Bir çiçeğin, bir bitkinin tarihi nedir ki? 
Tohumuyla ya da fidesiyle ekersiniz, sularsınız, büyür, çiçek açar, tohuma durur ve ölür. 
Peki bir çiçeğin tarihini çiçek diliyle kim bilir? Tohum. Tohumdur aktaran hep;belleğine aldığını aktarır yeşerirken, çoğalır ve öleceğini bilir sonra, yine tohum halinde saklar belleğine yeniden yeşermenin genetik bilgisini.

Ülkeler için, eşyalar için tarih başkadır, insanlar ve hayvanlar için başka.

İnsanlar için bitkilerin tarihini benzer düşündüğümüzde genlerimiz yaşam belleğini aktarır elbet, yeniden yaşama evrilmek için, yeniden ve yeniden çoğalıp, ölündüğünde doğmak için.

Eşyaların tarihini bilim belirler, sona erişini bilim açıklar.

En zorlu tarih bilgisi ülkeler ve insanlar için gerçekleşen anımsayıştır. Nesnel olabilmek ne kadar zordur öznel bakışlarda...Olayların tek yönü yoktur, insanlar tekdüze değildir, duygular işin içine girdiğinde insan yanılır.

Yanıltmayan anımsama gücüdür olaylarda. Yanıltmayan kendi duygularından da uzaktan bakabilmektir her yaşanana.

Yakın akraba, uzak akraba, ama aynı soy. Aynı kök. 
Söze konu olan bu ise; yani bir soyun tarihi ise.... O tarih uzak ve yakın akrabaların sayısal bir araya gelişi, isimlerin alt alta yazılışı ve en alttan bakanın piramidin en üstünde yer alan ve ata sayılan kök ismi-isimleri bilmesi, tanıması ile yazılabilir.
Matematik güzeldir. Sayısal olarak soyumuzun kök atalardan geldiği sayıları devletin nüfus kayıtları düzenli ise bir çırpıda öğrenmek olanaklıdır. Nitekim hepimiz bir dönem merak edip, en azından kendi dedemizi bilecek kadar kapsamda bir kayıt çıkartmışızdır. Hiç değilse mal-mülk intikali için tapu ve vergi ilişikleri kesilmek gerektiğinde bir mirasçılık belgesi almak zorunludur, alınan mahkeme kaydında yakın soy ortaya çıkar.

Yaşı artık elliyi geçenler bilir ki kendi geniş aileleri birbirine yakın köylerde, evlerde ve hatta aynı evin birbirine ekli odalarında yaşıyordu. Büyük anne-büyük babalar ile yaşanılan o zamanlarda ne elektrik vardı ne evlerde su. Herkes imece nedir biliyordu. İş ve eğlence, iyi ve kötü gün hep imece ile kotarılıyordu. 

O zamanları bilenler kitapların da az olduğunu, okur yazarın da az olduğunu , radyonun dahi sayılı evde olduğunu ve ama yine de insanların anlatı geleneği ile tarihlerini kendinden sonrakilere öykülerle, ağıtlarla aktardığını biliyordu. 

Ben kişisel olarak ve gelenek olduğundan annem ve babam şehirde çalışma zorunluğundan köyden gidince dedem ve ebeme bırakılan ve yalnızlıklarında can yoldaşı olan ikinci çocuktum. Ablam Tülay dokuz yaşına kadar kalmıştı, ben altı.

O zamanlar kulağımda kalan meselleri büyüdükçe tekrar tekrar anlattırdım. Kurtuluş Savaşında ebem ve benzeri yaştaki genç kızların yere kazılan buğday silolarında saklandıklarını, akrabamız Abdil Ağa'nın şişman olup, süngü yarası aldığını ve yığılı arpa sapları üzerinde çöküp, oturduğu yerde izi kaldığını defalarca anlattırmıştım. Çünkü düşman oraya kadar gelmiş, aile büyükleri kadınlarını korumak için çareler bulmuş , ailemizden savaşa katılanlar olmuş, ölmeden sağ kurtulmuşlardı.Bunlar gururla anacağım anılardı, anlatılması heyecan veriyordu, yaşamış ve o savaşı kazanmış kadar heyecan...
Sonra kim kimin, nereden akrabası kısmını defalarca sordum. Evimize gelen her akraba benim küçüklüğümü, o kıvırcık örgülü saçlarımı ve bildik halimi anımsar elbet belki küçümen ellerimle yaptığım kahvenin hatırına, benim de her birini sevgiyle anımsadığım gibi....Yaylaya çıkarken geçtiğimiz köylerde akrabalar, annemin köyünde akrabalar....Tuhaftı bu kadar çok yerde ve farklı yapılarda akrabalar olması... Kavim-hısım-akraba sözcüklerini de böyle öğrendim...
En çok benim çocuk inadım tuttuğunda o inadı kıramadığı için şaşkın ebemin bana biraz kızgın ama biraz da keyifle söylediği 'atçeken inadı' sözü tuhafıma giderdi...Anlamını bilmiyordum ama adımın konulduğu kişinin inatçı olduğunu tahmin ediyordum. Hani dedemin askerdeki yüzbaşısının adı Ünal imiş, onun adını koymaya gitmiş, ama yine akrabamız olan Nüfusçu Derviş olarak anılan büyüğümüz o çok erkek adı, bari Ünsal olsun, ün alacağına ün salsın demiş ya...Hep o yüzbaşı inatçıydı sanırdım...

Çağ gelişmiş, yüz yüze görmeden de telefon yoluyla akrabalarla iletişim kurulmuştu uzaklara -gurbete-gidene mektupla ulaşma yolundan sonra...Mektuplarda yollanan aile fotoğrafları ile surete bürünüyordu akrabalık.
İnternet bunun son aşaması-zirvesi oldu. hani deyim yerindeyse 'elin gavuru yaptı mı yapıyordu'. İnternet denen iletişim ağı -bir sanal dünyada , insanları birer bilgisayar başında ve hele ki kamerası da var ise arada yollar, ülkeler yokmuş gibi bir araya getirdi uzay çağında....

İşte bu son iletişim dünyası hem sanal hem de gerçekti.

Hepimiz önce soy adlarımızla aradık eşi-dostu. Buldukça bir sevindik, bir sevindik ki, böyle de sevinç mi olur, demeyin gitsin....Sonra paylaştıkları fotoğraflar ile gördük nerede, hangi akraba nasıl da büyümüş, yaşlanmış, ölmüş de yakınları anmak için fotoğrafını koymuş diye....Başarılarını okuduk, güzelliklerini gördük, hem mutlu olduk, hem gurur duyduk.Acıları paylaştılar, anında içimiz buruldu, sevinçleri paylaştılar içimiz sular kadar aydınlığa duruldu...

Bir gün her şey gibi iletişim de ilerledi, darmadağın olan, dünya yüzünde neredeyse her ülkede yerleşen akrabaları bir arada, bir kitapta buluşturacağım diyen bir aile büyüğümüz oldu...Nasıl heyecanlandım...Çünkü çocukluğumdan kendisini de anımsıyordum ama anımsadığım herkesi bir kitapta bulacaktım. Benim anımsadıklarımı tek oğlum Alican Onur'a fotoğraflarıyla anlatacaktım. Benim bu heyecanımı duyan herkes sevinçle paylaştı, aynı heyecanı bizden sonrakilerin yaşaması olanağı ise o kitapta bizlerin öncüllerinin kimler olduğunu ve nereden geldiğini bilmeleri etkili olabilirdi...

Bu kitap bunu başaracaktı.

Değerli büyüğüm Şükrü Türkmen ağabeyim bu kitabın hazırlık aşamalarında paylaştığı bir kısım bilgilerle benim ilk merakımı giderdi...'At çeken inadı' meğer bir deyim imiş...Baba soyum ÇAVUŞLU Suvermez Köyü ve yakınlarına iskan edilirken, anne soyum AT ÇEKEN de baba soyum ile aynı kökten gelip Hamzahacılı Köyü'ne yerleşmiş meğer. Fatma ebem bana hem kızıp, hem inadımdan keyif alırken kendi emmisi Ali Hoca kızı olan Melek ebem'in köyüne, kocasına, o soya olan kinayesini aktarıyormuş bana. Yani bir tarafın Çavuşlu derken inat tarafın da 'at çeken' soyu diyormuş anladığımca. Bunu anneme söylediğimde 'bak şimdi, olacak iş mi?' derdi, babama söylediğimde kahkahası yüzünden eksilmezdi.

Bu iletişim çağında akraba akrabayı buldu, akraba yapılacak işin değerini bildi. 
Eski soy geleneğimiz imece devreye girdi ve küçüğünden büyüğüne elinde anısı olan, belgesi olan katkı vermeye soyundu. O kadar dağılmıştık ki dünya yüzüne, birbirini uzaktan bilen değil yakınını bile yüz yüze hiç görmeden yaşıyordu akrabalar her yanda.
Bu nedenle toplanan fotoğraflar, küçük anılar, eskiler ve yeniler aynı kitapta buluşmanın heyecanını yaşatacaktı, bu nedenle hepimiz bu gönüllü kitap için elimizden geleni paylaştık başlangıcından sona...
Çavuşlu Sülalesi, Yusuf Beyler sülalesi bir araya gelebilmenin mutluluğunu, anımsama tarihini bir kitapla somutlaştırmanın sevinci ve gururunu duydu.
Bu gurur çocuklarımıza belgesi bir kitap dolusu fotoğraf ile yansıyacak. Bizim çocuklarımız bilginin hızla çoğalıp-bilgi kirliliğinin peşinden koşturduğu dünyada ellerinde gerçek bir soy bilgisi ile genetik aktarılan kodlarını sosyolojik olarak tamamlayacaklar bu kitapla. her bir fotoğrafta yaşamın insanların yüzüne yansıttığı ışığı, ayrılıkların, acıların, kahırların kazdığı çizgileri görecekler...

İnsanların anımsama tarihi böylece bakma ve görme ile pekişecek yüreğimizde.

Her akrabam kitap içinde her bir fotoğrafa bir öykü yazabilirler kendi anılarından. Ben babam Ata Türkmen için de, annem Faden Türkmen ( Bulut)için de, Fatma ebem ve halam Ayşe Dudu Bulut için de hem ağıt hem şiir yazdım. 
Asıl işim anne ve babamın dişten tırnaktan artırıp okuttuğu Hukuk Fakültesi sonrası beş yıl Cumhuriyet savcılığı ve her akrabamın duyduğunda gurur duyduğu yirmi beş yıl da hakimlik iken , o süreci emeklilikle ve anılarımı şiirle tamamladım.
Şiirle, öyküyle işimin vicdani yükünü hafiflettim ve bir yandan ağıt geleneğinden geldiğimi annemin ölümüyle anlayıp ilk ağıdımı yaptım. Türkü yakma geleneğimiz dürtükleyince Aykız mahlası ile hece şiirler yazıp ozanlığa özendim ve içimden geldiğince dizeleyip dergilere yolladığım serbest türde şiirlerle şair sayılıp Kadı Burhaneddin'den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi üçüncü baskısı içinde dokuz şiirimle yer alıp, şairden sayıldım.

Bu kitap için kendi babamın babası köyümüzde Nüfusçu Derviş'ten ayırmak için belki 'Kör Derviş' lakabıyla anılan dedem Derviş için yazdığım Anımsadıkça şiiri anımsama belleğimiz için bir şiir örneği sayılsın. Bir ağıt da insanın tarihini anlatır, özlemini anlatır ağıt yakan için ama aynı zamanda ölümü de anımsatır insana, oysa ben iyi şeyler anımsayalım isterim hep, bu şiirin bu nedenle özel bir değeri var benim için. sevdiklerimizi hep böyle güzel anımsayalım.

ANIMSADIKÇA

Bir romanda. bir şiirde, bir öyküde,
Bir derviş dönmesin hırkasıyla ortada,
Bir lokmayı bölüşmesin insanlar sevdalarında,
Görmeyegöreyim uzun boyunlu atların sağrılarında,
O romanda yaşarım artık, benim olur o şiir.
Yazdığım öyküler olurum okuduğumla,
Dedem Derviş olur o kahraman,
Elimden sımsıkı tutan,
Çocukluğumla.

Ah dedem, güzel at binen bey dedem,
Katar katar develerle çıkılan yaylalardan,
Sürülerden koyun, kuzu seçerken sevdim seni.
O kış gecelerinde helva çekerken,
İpek ipek dökülen.
Çerçilerden önce gelen şekerimdin sen,
Zeytinin en irisi gözlerimle büyüyen.

Ne güzel bir adamdın sen öfkende, güneşinde,
Kıstığın gözlerine kör diye lâkap düşen.
Soy denir, sop denir gelmiş ile geçmişe,
Atamızdın, soyumuzdun geleceği getiren,
Ata dedin oğluna, Yılmaz, Yıldırım'larla
Varlığını büyüten.

Şimdi düşünüyorum o güzel günler için.
Ağlasam ayıp olur, anmasam büyük kayıp.
İçim yanıyor işte, kar yağıyor üstüne,
Bir Emirdağ türküsü dolanıyor dilime;
Göç üstüne göçüveren köyümden,
"Emirdağlarına kara gidelim, ayvadan usandık nara gidelim".

Gidilecek yer mi kaldı ay dedem;
Söyle bize nerelere gidelim?

8.3.2012. GEBZE. ÜNSAL ÇANKAYA.

Altı yüz elli civarında akraba ölmüşümüz, yaşayanımızla bir araya gelebilmenin de gururunu yaşıyorum bu kitap boyutunda.

Tüm akrabalarımıza, bizi bizden sonra anlayacak- anımsayacak, aktaracak çocuklarımıza, ellerine bir yazılı-anılı-fotoğrafla belgeli olarak bırakacağımız değerli bir miras olacak bu kitabı hazırlayanlara bin selam olsun.
Son söz olarak bu nedenle hepimiz adına içten teşekkürlerimi sunuyorum proje sahibi Şükrü Türkmen ağabeyime, kardeşi Özcan Türkmen ağabeyime, yardım eden, lojistik destek veren eşleri ve evlatlarına.
Bu mirasın değerini bilecek, sahiplenip, sonraki yıllarda da soy geliştikçe yenisini ekleyip aktaracak her bir akrabaya da şimdiden selam olsun. 18.4.2014. GEBZE.

Emekli Hakim Ünsal Çankaya.( Türkmen)
EMİRDAĞ VAKFI DERGİSİ, MART 2015. Yıl 17. sayı:29.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/animsadikca-oz-hali.html

ANIMSADIKÇA.

Ben Çavuşlu Sülalesindenim. Yusuf Beyler de deniyor sülalemize. Bildiğim anımsadıklarım kadar. Peki soyumun öncesi ne? Daha öncesi? Daha öncesi? İnsanın tarihinde tarihimiz nerede başlıyor, kimdir büyük atamız?

Kim kimin, nereden akrabası kısmını defalarca büyüklerime sordum. Evimize gelen her akraba benim küçüklüğümü, o kıvırcık örgülü saçlarımı ve bildik halimi anımsar elbet, belki küçümen ellerimle yaptığım kahvenin hatırına, benim de her birini sevgiyle anımsadığım gibi....Yaylaya çıkarken geçtiğimiz köylerde akrabalar, annemin köyünde akrabalar....Tuhaftı bu kadar çok yerde ve farklı yapılarda akrabalar olması... Kavim, hısım, akraba sözcüklerini de böyle öğrendim...

En çok benim çocuk inadım tuttuğunda o inadı kıramadığı için şaşkın ebemin bana biraz kızgın ama biraz da keyifle söylediği 'at çeken inadı' sözü tuhafıma giderdi...Anlamını bilmiyordum ama adımın anmak için konulduğu kişinin inatçı olduğunu tahmin ediyordum. Hani dedemin askerdeki yüzbaşısının adı Ünal imiş, onun adını koymaya gitmiş, ama yine akrabamız olan Nüfusçu Derviş olarak anılan büyüğümüz 'o çok erkek adı, bari Ünsal olsun, ün alacağına ün salsın' demiş ya...Hep o yüzbaşı inatçıydı sanırdım...'At Çeken) anne sülalemin köküymüş meğer.

Sanal dünyalar gerçek dünyaların yerini tutmaz ama sosyal paylaşım sitelerinde hepimiz önce soy adlarımızla aradık eşi, dostu. Buldukça bir sevindik, bir sevindik ki, böyle de sevinç mi olur, demeyin gitsin....Sonra paylaştıkları fotoğraflar ile gördük nerede, hangi akraba nasıl da büyümüş, yaşlanmış, ölmüş de yakınları anmak için fotoğrafını koymuş diye....Başarılarını okuduk, güzelliklerini gördük, hem mutlu olduk, hem gurur duyduk. Acıları paylaştılar, anında içimiz buruldu, sevinçleri paylaştılar içimiz sular kadar aydınlığa duruldu...

Bir gün her şey gibi iletişim de ilerledi, darmadağın olan, dünya yüzünde neredeyse her ülkede yerleşen akrabaları bir arada, bir kitapta buluşturacağım diyen bir aile büyüğümüz oldu... Nasıl heyecanlandım...Çünkü çocukluğumdan kendisini de anımsıyordum ama anımsadığım herkesi bir kitapta bulacaktım. Benim anımsadıklarımı tek oğlum Alican Onur'a fotoğraflarıyla anlatacaktım. Benim bu heyecanımın aynısını duyan herkes sevinçle paylaştı. Aynı heyecanı bizden sonrakilerin yaşaması olanağı ise o kitapta bizlerin öncüllerinin kimler olduğunu ve nereden geldiğini bilmeleri ile gerçekleşebilirdi.

Bu kitap bunu başaracaktı. Toplanan fotoğraflar, küçük anılar, eskiler ve yeniler aynı kitapta buluşmanın heyecanını yaşatacaktı. Bu nedenle hepimiz bu gönüllü kitap için elimizden geleni paylaştık başlangıcından sona...
Çavuşlu Sülalesi, bir araya gelebilmenin mutluluğunu, anımsama tarihini bir kitapla somutlaştırmanın sevinci ve gururunu duydu. Bu gurur çocuklarımıza belgesiyle, bilgisiyle bir kitap dolusu fotoğraf ile yansıyacak. Bizim çocuklarımız bilginin hızla çoğalıp, bilgi kirliliğinin peşinden koşturduğu dünyada ellerinde gerçek bir soy bilgisi ile genetik aktarılan kodlarını sosyolojik olarak tamamlayacaklar bu kitapla. Her bir fotoğrafta yaşamın insanların yüzüne yansıttığı ışığı, ayrılıkların, acıların, kahırların kazdığı çizgileri görecekler...

Altı yüz elli civarında akrabanın ismi ile; ölmüşümüz, yaşayanımızla bir araya gelebilmenin de gururunu yaşıyorum bu kitap boyutunda.

Tüm akrabalarımıza, bizi bizden sonra anlayacak- anımsayacak, aktaracak çocuklarımıza, ellerine bir yazılı, anılı, fotoğrafla belgeli olarak bırakacağımız değerli bir miras olacak bu kitabı hazırlayanlara bin selam olsun.

Son söz olarak bu nedenle hepimiz adına içten teşekkürlerimi sunuyorum proje sahibi Şükrü Türkmen ağabeyime, kardeşi Özcan Türkmen ağabeyime, yardım eden, lojistik destek veren eşleri ve evlatlarına.
Bu mirasın değerini bilecek, sahiplenip, sonraki yıllarda da soy geliştikçe yenisini ekleyip aktaracak her bir akrabaya da şimdiden selam olsun. 18.4.2014

Gebze Emekli Hakimi Ünsal (Türkmen ) Çankaya.
Çavuşlu Sülalesi Kitabı,1700-2014, Yazan:Şükrü Türkmen, Sahife 12-13'te yer aldı.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/az-onceki-oda-siir-kitabi-uzerine.html

AZ ÖNCEKİ ODA ŞİİR KİTABI ÜZERİNE 

Sözlükte Teraryum

Moda.

"Maddenin dışında her şey müziktir."
Seni övmekte ağır gelen bir şey var artık.
Sokaklarda bir teraryum taşıyorum.
Bir damladır ilk paylaştığım bölüm Az Önceki Oda adlı deryadan.

Değişik bir isim. Kitapta bu tamlamayı taşıyan bir başlık yok. Ama içerik o kadar yakın, o kadar bildik ki sanki işte az önce okudum, az önce yaşadım, az önce yaşandığına tanık oldum dedirtiyor her dizesinde. O oda hem bize ait hem başkasına hem şaire. Belki hepsi aynı oda.

Çok değil hemen az önce çıkılan bir oda olabilir. Yıllar önce yaşanılan bir oda olması da mümkün elbette. Kendi yaşam alanı olabilir yani insanın... Özlenen... Her santimetrekaresi ile anımsanan. Ya da bürokrasi sarmalında girilip, çıkılıp, dönülüp o çarktan kurtuluş için son kez girilen odadan önceki oda... Bıkılan, bir kez daha gidilmek istenmeyen... Sonunda belki ferah bir nefes ile nihayet bitti dedirtebilen... Dönülüp bakılsa hep aynıdır belki orası geçen zaman dışında.

Oysa bir önceki odaya artık şiirle dönmek mümkün. 

Şiire girilip, şiire doyulup ve boğaza bir yumru, yüreğe bir taş oturmuş gibi olmak ve o ağırlığın baskısıyla çıkılmak istenmeyen, kalmak da mümkün olmayacak bir oda...

Çok yoğun, çok özel, çok güzel şiirler ve şiirsel metinler var seksen sayfalık Az Önceki Oda’da.

Yayın yönetmeni Yavuz Türk, Editör Cihat Duman, Kapak ve İç Tasarım Volkan Gündüz, Kapak Görseli ZastolskiyViktor ve Şubat 2018 tarihli Mikyas Basım Yayın’dan bir Poetik Kitap. Her sayısı numaralandırılmış ve elimdeki sıfır on beş rakamlarını taşıyor. İzin, “Şair halamın kullanımına!”

“Kalbim!” diyor Ozan Can. “Kalbim!” Kalbim diyorum okurken ona, ağır bu şiirler, kalbim, nasıl dayandın? Çünkü akılla kurulu dizelerin tamamı aslında kalbin her atışıyla damlamışlar kitaba.

Bir pınarın başı sanki o duyarlı kalp. O kalpten kaynayıp, akanlar ise Az Önceki Oda’da birikmiş. O sular kaynağına dönmeyecek olmanın kahrını da sırtlanmış ve kavuşmak istediği de büyük sular, denizler, okyanuslar... Buharlaşsa bile bize dize olarak yağacağını imliyor her duygu ‘Az Önceki Oda’da.

Girdim. İç ve doy diyordu bir yanı, iç ve kan, diğer yanı doymayacaksın ilk okuyuşta, yeniden okumalı yeni tatlar bulmalısın çünkü yeni ve gizli taamlar sakladım Az Önceki Oda’ya... Gördüm. Çünkü o odaya girme iznimi imzasıyla verdi şair. O odayı kullanma hakkımı da.

İnsan girdiği bir odada önce tanıdık yüzler, sonra tanıdık eşyalar arıyor. Belki paniklememek için, belki yad yaban sayılmaktan ürktüğü için. Biraz da insan çok yabancılık çekiyor tanıdığı, bildiği kişi ve şeyler yoksa girdiği son ortamda. Ama Az Önceki Oda öyle değildir, -öyle değildi- oradan gelinmiş, orası bilinmiş, orası tanınmıştır. Görülmedik, bilinmedik, anlaşılmadık hiçbir şey yoktur Az Önceki Oda’da. Ama buna rağmen Az Önceki Oda vuruyor insanı, içindeki huzur, huzursuzluk, mutluluk, mutsuzluk, bilme, bilmezlik, görme, görmezlik vb. duygu ve durumların sayısız sayısal halleri dokuz tablo tek perdeye sığmış ve bütünün öncüsü, içeriği, içkini olan bu tablolar tek ve bilinen Az Önceki Oda içinde ise her biri karşısında durulup izlenecek, kendi kendine konuşmayı cesaretlendirip, yüksek sesle konuşur ve seslendirirken bulduracak insanı. Ben öyle yaptım.

Taşınmak en çok çocukları yaralar demiştim bir zamanlar bir dost sohbetinde, insan kendinden biliyor yaşadığı yerden ayrılmanın hüznünü... O kısacık yaşamın anılarından kopmanın acısı yanında yeni bir yere, insanlara alışmanın tedirgin eden güvensizliğini...

Çok sonra baktığım boşanma davalarında velayet hakkını düzenlerken en çok buna dikkat ettim, çocuklar doğdukları evde kalacaklarsa daha az yaralanır diye bir umutla...

Az Önceki Oda içinde taşınma ve göç ve yolculuk, yol, araçlar, insanlar, kalabalıklar arasında özlenen tınılar, yüzler bir alt metin olarak hep var. Oda’nın temel eşyası anımsanan bu kişiler ve şeylerden yansıyanlar ve şairin unutmadıkları, unutulmasın dedikleri.

Bir Önceki Oda her sayfasında, her şiirinde yoğun bir dün ve gün muhasebesi yapıyor.

Dün Günlerinde Son Durum şiiri ise en belirgin hesabı çıkarıyor okura. Doğuyor, ölüyoruz, arada devlet bizi çok seviyor! Yaşıyoruz, “Durmadan artar bir ağacın az öncesi.” demeye kalmadan daha ölüyoruz ve sonra “Durmadan azalır ölenin az sonrası.”

On yıldır sigarayı bırakmamış olsam hemen bakar ve doğrulardım Hatırlanmak Her Şeyi Başka Bir Şey Daha şiirindeki sigara paketinde bulunan üretim yeri İzmir yazısını... Ama önceleri Torbalı yazardı da diyor şiir ve onu kendi anılarımla doğruluyorum... Tabi benim bilgim yerli üretim için, sonra her şey ve hepsi özelleşti, oralarda da artık yabancı isimli tütünler sarılıyor kâğıda ve paketler onlarla doluyor sanıyorum...

Torbalı ilçesinden yaşam kesitleri İzmir ve sonra İstanbul ile çoğalıyor ve yaşanan yerlerin, yaşanan insanların, eşyaların şiire sızdıkları aşikâr. Torbalı’dan çıkıp sağa, sola dönülerek, düz gidilebilen yerleri de gidilmeyen yönleri de anlatan şiiri o şehirde -güzel-yaşanmışlığın kanıtı olarak görüyorum.

O şehirdeki odası çocukluk odasıdır şairin, o odanın penceresinden tanımaya başlamıştır dünyayı...

O şehirdeki Atatürk Heykeli’nin başına gelenler kadar rant ekonomistlerinin arkeolojik kazıdan kazanmanın simgesi olarak Atatürk heykeli yerine şehirde tam merkeze konumlandırdıkları Metropolis’li Kadınlar heykellerinin ve resmi törenlere uygun olmayışları yüzünden yeni bir meydan, yeni bir Atatürk heykeli yapılması kadar bir kentin simgeleriyle oynamanın yerel yönetimlerde siyasi değişimleri ve orada yaşayanlar için önemini anlıyorum okudukça... Elbette heykellerin akıbetini merak ediyor, her birinin yok olma ya da gerçekleşme halini içimde hissediyor ve şimdi kent meydanında her şey kaldırılıp ışıklı bir tuğra yer alışıyla şairin kalbinin duyduğu anımsama mutluluğunu silen hüznü kadar acısını da içimde duyuyorum...

Bize otomasyon dünyasında bir rol biçen bu dünyada her işimizi -devletle ve özel tekellerle olanları doğal olarak- e-devlet üzerinden yapma dayatılınca... Bir köşede hiç bilmediğimiz bir sayısal dünya, diğer yanda hep ve tek ve sonsuz olduğu bildirilen tanrı arasında kalıyor insan.

Başaramadığımız her şeyde olduğu gibi “Allah kahretsin!” diyoruz her internet kopuşunda, sayfalar sürekli kapalıysa, çalınmışsa, bilgisayar göçünce, elektrik gidince... Dünya duruyor çünkü o zaman, sistem kapalı uyarıları veriyor hayat bize... Biz de çaresiz kapalı sitemi kahretsin için tanrıyı çağırıyoruz göreve... Başka umarı kalmayan için bir deşarj hali, çünkü çoğu kez şarj da bitiyor teknolojide ve ömürde.

Allah’ın Görev Tanımı başlıklı şiirde insan kitaplarda ve içinde tanımlı, olması gereken tanrıyı görüyor ve tanıyor ama gerçek dünyada oluşan kıyımlarda, gerçekleşen acılarda durdurmak konusunda tanımlı bir görevi olmadığını hissedip, çareyi acılara neden olanları yok etme görevi için çağırmakta buluyor.

Net ve kesin ifadelerle- ki kutsal kitaplarda da öyledir tanım- görevler affetmek, bilmek, elbette sevmek, orada olmak (her şeyin öncesinde ve sonrasında, her yerde bir anda, bir gün mutlaka bir yerde ve bütün sonranın ev sahipliği ile) ve sormak olarak açıklanıyor.

‘Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda/ Annelere oğullarının cenaze tarihleri/Kaç yaşındaydı/Kaç gün oldu sorulduğunda/Polis kayıtları açıldığında.’ diyor dizeler...

‘Üzülmek, utanmak, ağlamak’ gibi olumsuzluklar görev tanımında değil tanrının,’ Ama bunları bir sosyal projeyle/Yoksullara dağıtmak. / Proje sahibine ödül vermek’ görevi tamamlıyor olum halini.

Sonra; ‘Sana tanımlı değil hiçbiri’ diyor, ‘Sevmediysen neden kötü ışığımda/Gün saatleri boyu oturdun? / Kimsenin öz annesi değilsin/ Bu merhameti sigortan karşılamaz.’ Öyleyse diyor şair devamında öfkelenmek görev tanımı kapsamında ‘Allah’ı göreve çağırıyorum/ Kahretsin!’

En çok bu şiirde içim sağaldı ve yine aynı şiirde içim daraldı... Bu kadar vurucu hissetmek de hissettirmek de ancak soran, sorgulayan bir yüreğin dili olmalı diyor okuyunca insan, ben öyle dedim en azından, şiiri hep öyleydi, biliyorsun zaten diyorum sonra.

O dili anlamak için yeni bir dil öğrenmek zorunda değiliz gerçi, şairin dili kendine özgü ve fakat okuyanı hemen kavrayan, aile kadar bildik, ülke kadar tanıdık ve o yürek kendi damarından akan sözcükleri bize şiir olarak pompalayan bir kaynak. Araya karışan birkaç yabancı sözcük var, yerinde, gerekli, öz budur diyor bir anlamda. Yadsımıyor okuyan. Bir dönüştürücü sözlüğe bakıyor hepsi, internet el altındaysa daha kolay elbette.

O kadar okumuş, o kadar özümsemiş ki okunanları her şiir bu birikimin ödülü gibi duruyor sayfasında. Okurun yapacağı tek iş onu oradan almak. İlk baskı, ilk kitap, az bulunur güzellikte ve tadı damağımda. Tadı damağınızda olsun istiyorsanız Şair Ozan Can Türkmen’in ilk kitabı olan ama sanki şiiri uzun süredir beklenen deneyimli bir şairin şiirlerine kavuşmuş gibi okunacak olan AZ ÖNCEKİ ODA e-devlet üzerinde değil tabi ki internet ortamında, bir tık uzağınızda.

Ama ben paylaşmayı bilir ve severim, kendime saklayacağım tat çok olsa da kitaptan bir damlayı daha size uzatacağım son söz olarak.

DÜNYADA SABAH
Sabah altı vapuru iskelesi
“Artık öyle bir şey beklemiyor.”

Dünyada ömrünü mesela
Plastik kaplar ve ucuz icatlar
Gündüz ve akşam ve aradaki zamanlar
Sürdürüp giden bir insan var.
Hiç başbakan seçmemiş,
Hiçbir şarkı öğrenmemiş başka sesinden
Anti- İkarus, herkes kadar mutlu
Düşmüş değildir ışığın içinden.

Yaşamanın bir yolunu bulmalısın
Kehanet seni kovdu, ağır
ağır ağrıların ağzındasın.

Gebze, 21.2.2018, Ünsal Çankaya.
27.3.2018, Gerçek Edebiyat com içinde yayımlandı.



https://ayisigindan.blogspot.com/p/sair-bir-kaymakamin-romani-sarisin-ve.html

2 Ocak 2020 saat 10.08. Cumhuriyet Kitap eki benim tanıtım yazımdan söz eden başyazısı aşağıdadır.

En altta başyazıda sözü geçen yazım var. Dergideki yazımın fotoğrafını eklemiyorum.

"Kitaplarla dolu mutlu bir yıl dileğiyle…" diye başlıyor...

"Cumhuriyet Kitap Eki’nin bugün 1559’uncu sayısında okurları, pek çok alandan yetkin yapıtlara ilişkin inceleme ve söyleşilerle karşılayacak.

1844’te Karl Marx ile birlikte yayımladıkları Komünist Manifesto ile insanlık tarihinde yeni bir çığır açan Friedrich Engels iki yüz yaşında. 2020 yılı boyunca yaşamı, yapıtları ve mücadelesiyle yeniden gündemde olacak. Bu sayıda Ali Mert’in değerlendirdiği Terrel Carver’ın Friedrich Engels - Yaşamı ve Düşüncesi (Yordam Kitap) de böyle bir kitap. Engels’i düşünceleri ve eylemi yanında kişilik özellikleriyle de öne çıkaran bir portre sunuyor.

Dünyada sosyalizmin ilk uygulamaları ne yazık ki, hayal edilen ütopik güzellikte bir toplum düzeni yaratmayı başaramadı. Buna karşın son iki yüz yıldır yeryüzündeki savaşlar, baskı, sömürü ve adaletsizlikler de azalmadı.

Bugünün dünyasına bakıp, kim, yaşadığı dünyadan mutlu olduğunu söyleyebilir?

Yeryüzünde savaşlar, sömürü düzenleri, açlık ve yoksulluk olduğu sürece bunların karşıtı olan sosyalizm de gündemde olacaktır.

Sosyalizm düşüncesi insanlığa savaşsız ve sömürüsüz, âdil, özgür bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterdi.

İnsanlığın sermaye düzeninin sınır tanımaz kâr tutkusunun yol açtığı türlü doğa yıkımlarıyla yok oluşa sürüklenen dünyamızı kurtaracak yollar bulması gerekiyor.

Bu bağlamda bu sayımızda Korkut Akın’ın yazısıyla tanıttığımız Ömer Madra’nın, dünyayı yıkanlara karşı kaleme aldığı Kıyamet Tüccarlarına Karşı Kıyam Et (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabının da önemli bir karşı çıkış bayrağı yükselttiğini düşünüyoruz.

ÇUKUROVA’DA KİTABIN BAYRAMI

Yılın ilk büyük kitap buluşması 4-12 Ocak günleri arasında Adana’da gerçekleşecek. Çevre illerden de yoğun ilgi gören fuara bu yıl üç yüz yayınevi, yazar ve sivil toplum kuruluşu katılıyor. Fuar kapsamında düzenlenecek panel, söyleşi, atölye çalışmaları ve çocuk etkinliklerinden öne çıkanlar sayfalarımızda...

ZHENG MİN

Cevat Çapan, Şiir Atlası köşesinde bu hafta Zheng Min’in şiirleriyle karşılıyor okuru.

Çin’de felsefe, Amerika’da edebiyat alanında eğitim gören 1920 doğumlu Zheng Min, hem modern hem çağdaş şiire tanıklık eden şairlerden. İlk şiirleri 1940’larda yayımlanan şairin poetikasına gelince; lirizm, toplumsal gerçeklik ve felsefi düşünmeye dikkat çekiyor Cevat Çapan.

AKDENİZ’İN İKİ YAKASI

Akdeniz’in iki yakası bir araya getirilebilir mi? Bu soruya kimi Avrupalılar ‘Dalga mı geçiyorsun? Keşke Çin seddi gibi bir duvar örebilsek’ diye yanıt verebilir. Yazarımız Oğuz Demiralp, Okuyaz adlı köşesinde; Belçikalı tarihçi Henri Pirenne’nin Hz. Muhammed ve Charlemagne kitabı, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo romanı ve Natalie Zemon Davis’in aynı başlığı taşıyan tarih kitapları üzerinde Akdeniz’e uzanıyor.

DAR YOL’DAN İZDÜŞÜMLER

“Benimle yaşıt Dar Yol’u 1960’ların sonunda, bütün kitapların benim olmasını istediğim o coşkulu günlerde, İnkılap Kitabevi’nin yarı depomsu arka odasında bulmuştum; Atmaca’yla birlikte. Yirmilerine bir iki yıl var: Hem Dar Yol’u hem Atmaca’yı çok severek okuduğumu hatırlıyorum.” Peride Celal’in ‘Dar Yolu’ (h2o Kitap) üzerine Selim İleri’nin değerlendirmesi...

İZMİR BASIN TARİHİ

1820’li yıllar, gazetenin yaygınlaşması ve gazetecilik açısından birçok bileşenin sonuçlarını taşır. Gazete, bilginin yayılmasında en önemli iletişim aracıdır artık. Efdal Sevinçli’nin kaleme aldığı İzmir Basın Tarihi (İzmir İBB Kent Kitaplığı) ülkemizde gazeteciliğin doğuş yıllarına bir yolculuk niteliğinde. Hidayet Karakuş’un söyleşisi...

‘ÖTEKİLEŞTİRİLEN DE BİZİM HİKÂYEMİZ!’

Ata Tuncer, yeni romanı Amenna Bulvarı’nda (Delidolu Yayınları); bir yandan yılankavi sokaklarıyla labirente benzer bir semtin gündelik yaşam dinamiklerini bir yandan da toplumun sıra dışı olarak nitelendirdiği, farklı renkler taşıyan bir topluluğun yaşama tutunma çabasını kaleme alıyor. Kentsel dönüşüm konusundan şiddete iç içe öyküleri, çok parçalı bir yapıda şiirsel bir üslupta sergiliyor. Tuncer ile Amenna Bulvarı’nı konuştuk. Gamze Akdemir’in söyleşisi...

ŞAİR BİR KAYMAKAMIN ROMANI

Ünsal Çankaya, İsa Küçük’ün Sarışın ve Kara (Arkeopera Yayınları) kitabını değerlendirdi. “Bize bu gömlek bol!” denip daraltılan bir anayasa öncesi ve sonrasında, roman kişisinin Daristan adını verdiği ilçede bir yıla yakın bir zaman dilimi, kişiler ve doğa yer alıyor Sarışın ve Kara’da.

Barış, özgürlük ve adalet içinde kitaplarla dolu mutlu bir yıl dileğiyle…"

Kitap eki 4. sayfa alt yarıda yer alan yazım ise şöyle:

İSA KÜÇÜK'TEN SARIŞIN ve KARA

ÜNSAL ÇANKAYA

Uyuyamayacaksın! demişti Melih Cevdet Anday.
*
Uyuyamadım…
Yazarına, olay, kişi, zaman ve mekân için şiirsel bir metin paylaştığında “Hepimiz taşrada
benzer şeyler yaşadık, yaşadıklarımız unutulmasın, onun da yaşadıkları unutulmasın,
bulabildiğin kadar belge ye ulaş!” demiştim şair kaymakam hakkında. Yanıtında “O
parçaların, eksik kalmış şeylerin peşindeyim!” demişti.
*
Bir solukta okudum. Boğazıma bir yumru yerleşti okumam ilerledikçe. Yaşadıklarıma benzer
sıkıntıların, gözlemlerin, izlemelerin ve neredeyse kalabalık içinde çırçıplak hissetmeyi duydum ilerleyen sayfalarda.
“Bize bu gömlek bol!” denip daraltılan bir anayasa öncesi, sonrası ve azıcık daha sonrasındaki
roman kişisinin Daristan adını verdiği ilçede bir yıla yaklaşan zaman dilimi ve kişiler ve doğa
yer alıyor kitapta.
*
2.Dünya Savaşı sonrası… Önceliği camiye verdirip, okula verdirmeyen
yapılanmaların da ülkenin her yerinde ortaya çıkmaya başladığı yıllar… O yılları, o yıllarda
yaşananları donmuş bir saat imgesiyle anlatmış İsa Küçük… Donduğu için mi durmuş zaman
yoksa durduğu için mi donmuş bilinemeyen…
Ben romanda anlatılan o yıllardan yirmi, yirmi beş yıl sonra bile aynı soğuk devlet yanıtlarına
muhatap olduysam… Aynı göz önünde yaşamın ağırlığını duymuşsam… Aynı kurumlar arası
ilişkilerin soğuk duvarlarına çarpmışsam başımı… Kırk yılda bir denecek şekilde ülke için
güzellikler düşleyen birkaç kişiye denk düşünce kendimi çölde vaha bulmuş saymışsam…
Romanın kaymakamı Çağlar bir benzerini yaşamıştı o yıllar…
İşte o nedenle bir solukta okudum, boğazıma takılan bir yumru ile. İyi bitse sonu diye diye.
Şiir kazansa diye. Olmadı!
Okuyanlar görecek ki basit bir kurgu öykü değil anlatılan. Yaşanan gerçeği, yazanın yıllar sonra onlarca, yüzlerce kez aynısını yaşamak zorunda kaldığı ülke gerçeği. Yaşamın ve koşullarının acımasızlığı belki.
Bu romandaki şair kaymakam ya da sonra bu gerçeği romanla vermeyi düşünen sevgili
arkadaşım ve diğerleri de çok iyi biliyorum ki o çocuksu yürekleriyle görev yaptıkları her
yerde aynı ya da benzeri acıları çekmiştir bu ülkede.
İşte bu nedenle yazar “Yaşanmış olaylar yazılmamışsa gerçekleşmiş sayılmaz” demiştir bence, belgelerini bulduğu olayları yaşamların savrulan yaprağından yazılı tarihin taşlarına kazırken.
Sarışın ve Kara sadece iki renk değil bu kitabın içinde. Kimdir bu kitapta anlatılan şair ruhlu kaymakam?
Şair mi önemli şiir mi, kimlik mi konu mu okuyucu karar verecek bölümler arasında
ilerledikçe. Herkes kendi arayacak şairini ve kitabı okurken bulacak izlerini.
Herkes kendi bulacak yazanın dilindeki, okurken kendi içinde dönen hiç yazılmamış şiirleri
........................................
SARIŞIN ve KARA
İsa Küçük
Arkeopera yayınları / 318 sayfa


https://ayisigindan.blogspot.com/p/sarisin-ve-kara-iki-renge-isaret.html

SARIŞIN ve KARA İKİ RENGE İŞARET ETMİYOR BU ROMANDA

Aydınlık ve karanlık nedir? Okumuşluk ve cehalet ne demektir?
Issızlığın ortasında geçer akçe nedir ki insanın insandan ayrıksılığı bu kadar sırıtmaya?
Nasıl başarılmalı ki insan bu kadar yalnız kalmaya ve insanlığını hiç unutmaya…

"Uyuyamayacaksın!" demişti Melih Cevdet Anday. On yedi yıl oldu bu dünyadan gideli.

Bazen onun kitaplarını bir kez daha alıyorum elime. "Öğle uykusundan uyanırken" başlığı taşıyan denemesindeydi gözüm, okudum, muhteşem. O kadar uydu ki son haftaki ruh halime.

Ondan kısmi alıntılar yapsam iyi olacak galiba dedim yazarsam" Sarışın ve Kara" kitabı üzerine.
Hayır, alıntı yapmadım. Eş zamanlı okudum ikisini. Bana iyi geldi böylesi.
Üstelik uyuyamadım ben de…

Kitabın yazarı üniversite yıllarımdan tanıdığım bir gençlik arkadaşım. Daha doğrusu (benimle yakın yaşta olduğumuz için aynı sınıfta hukuk okuduğum öz dayımın ta ortaokul-lise yıllarındaki ‘Parasız Yatılı’ kardeşliğiyle gelen ve bana da aynı yerden akrabaymışçasına bağ kurulan) bir yakınım İsa Küçük.

Sarışın ve Kara bir roman, Arkeo Pera yayınevinden, Ekim 2019 baskılı.

Okul yıllarında kardeş okulumuzdaydı İsa ve haftada bir öğle arası okulun karşısındaki kahvehanelerin okey masalarında buluşulurdu dayımın yatılı okul kardeşleriyle. Ben de yancı otururdum masalarına, ortak olurdum çay ya da ıhlamurlarına. Sanki hepsinin yeğeniymişim gibi sahiplenirlerdi onlar da beni.

Sonra okulları kimimiz erken bitirdi, kimimiz kaldık ve dağıldık birden.

Çünkü 12 Eylül oldu, bu darbe çok acımasızdı, kimi arkadaşımız hiç bitiremedi okulu, bizim mezuniyete hazırlandığımız 1980 ve sonraki birkaç yılda. İnsanlar en yakınlarını aramaya korkar olmuştu sıkıyönetim ve olağanüstü hâl emirleri yüzünden.

Ankara yıllarımızın son zamanlarıydı onun kaymakamlık için açılan maiyet memurluğu sınavına gelişi. Dayım ve benim hâkim adaylığımız sürüyordu ve son kez bizim K. Esat’taki evde kurmuştuk okey masasını.

Ayrıldık, öğrenci olmanın doğası buydu, başka ildeysen hele, okulun bittiğinde ya geri dönersin doğduğun şehre ya gidersin görev için atanıp doyduğun yere… Ayrıldık hepimiz, erkekler askerliğe veya göreve, ben ilk kadın cumhuriyet savcısı olduğum ilçeye.

Ama haberleştik de yıllar içinde. Onun ve diğer yatılı kardeşlerinin hangi ilçelerde çalıştığını Resmî Gazete ile öğrenip bir kutlama kartı yazıyordum bayramlarda ve yeni yıl her başladığında. Kimi kez tesadüflerle karşılaşıyorduk aynı ilçelerde ve yine izlerimizi yitirmeyecek tesadüfler de yaşanıyordu ayrıca. Hem ‘Dünya küçük!’ kadar küçük değil mi ülkemiz de. O atalar sözü ele alındığında. “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur!” der ya. Öz dayım ile aynı ilçede hâkim olarak görev bile yaptım ben tesadüflerin yolumuzu bir kez daha birleştirmesiyle.

Benim ilk görev yerim Bartın’dı, birkaç yıl sonra il olmuş ve İsa oraya vali olmuştu çok yıllar sonra.

Kimi kez benim birlikte çalıştığım meslektaşlarım onun görev yaptığı yerden gelmiş oluyordu ve biz akraba kavuşması olmuş gibi seviniyorduk yollanan bir selamı aldığımızda. Diğer bir yatılı kardeş benim doğduğum şehirde cumhuriyet savcısı olmuştu, yıllık iznimde evinde ziyaret etmiştim. O yıl oyunlar öğrettiğim küçük oğlunu yıllar sonra bir yazlıkçı ilçe adliyesinde cumhuriyet savcısı olarak ziyaret ettim ki işte buna denecek tek söz tesadüf kare.

Ben telefonla konuşmayı sevmem pek. Söz uçar, ses sevindirse de… Yazı kalır…

Yazardım o yüzden, yazılmış haberler almayı severdim, hem sonra yazılan bir kez daha okunur.

Hem de ilkinde gözden kaçan vurgular, haberler, unutulan bilgiler ve başka anlamlar aranır dost mektupları ve kartlarında, yıllar içinde suretlerin yaşlandığı, ailenin kurulduğu, çocuklarla büyüdüğü izlenen kâğıda baskı fotoğraflarda. Hangi sevinci paylaşmış, o yıl hangi acıyla savaşmış anımsatır mektup ve kartlar anılara dalınca.

Ama yıllar sonra araya yorgunluklar girdi, meslekte hiçbir hayalde yer almayan abuk sabuk olaylar gördükçe yaşananlardan bezdim ve elimle hazırladığım bayram kartlarını yapmaktan vaz geçtim yılın birinde… Son görev yerimdeydim. İşlere boğulmuştum. Zamansızlık da vurdu üstüne.

O yüzden aksamaya başladı belki, ama kesin değil, vefa sadece benden yanaymış gibi olur öyle söylersem. Ama benden yana birden kesildi yüze yakın meslektaş, arkadaş ve akraba ile selâm sabahım diyeyim. Yazmadığım halde vefa ile birkaç yıl daha yazanlara da yanıt vermediydim galiba.

Sonra bir gün gazete okurken haberine rastladım kitabının… Halet Abla Destanı’nı yazmıştı İsa. Çukurova’nın sıcağında küçük bir ilde valiydi ve o üretken kadın ile oradaki arkeoloji çalışmalarını gözlerken tanışmış, hayran olmuştu “Cumhuriyet’e borcum var, ödemeliyim!” diyen o yaşlı bilgeye.

Sevincimi paylaştım “Arkadaşım bir kitap çıkartmış, okuyun!” dedim bir hukuk sitesinde.
Orada kayıtlı, hukuk kökenli bir kaymakam haber vermiş yazımı. Sevinmiş arkadaşım.

Sonra ben onun yazılarının çıktığı bir dergiye ulaştım ve ileti adresini istedim editörü Tahsin Şimşek hocadan. İznini alıp paylaştı ve sanırım işte o haberleşme sonrası yeniden ve kopmayacak bir bağ yöntemi daha bulduk internet ve hız çağı başladığından.
Ben şiir yazdığımı da edebiyata ilgimi de ancak o zaman duyurdum ona.

Başka Şeylerin Şiirleri yayımlandığında-ki iki-üç yıl geçti üzerinden-tesadüfen İstanbul’da kalmıştım, kardeşimde, onlarla gittim yayınevleri ve okur buluşması yaşatan İstanbul büyük kitap fuarına.

Sevgili eşi Emine ile gelmişti, sanki dün ayrılmışız gibi sohbet ettik üçümüz, dün ve gün üzerine. Sonrasında yazışmalar, paylaşmalar, fikir alıp vermeler sürdü.
Çıkan kitaplarını imzalı yolluyordu arkadaşım, kimini oğlum adına, kimini bana.
Hastalıklarımıza üzülüp, çocukların okul, evlilik haberleri kadar kitap ve yazı yayınlanma sevinçlerimizi paylaşıyoruz işte o günden bu yana.

Sarışın ve Kara için epeyce bir belge araştırdığından, uzun yıllardır da plân ve kurgu yaptığından haberdarım bu yüzden. Adı üzerinde de, içeriği üzerinde de çok titiz çalıştığını biliyorum.

Kapak desenini ta lise yıllarında yaptığını ve o yıllara ait defterleri arasında saklamış olduğunu yazayım da belgelere nasıl özen gösterdiğini anlayın derim.

Olay, konu, kişi, zaman ve mekân için bir kez şiirsel bir metin paylaştığında “Biz hepimiz taşrada öyle ya da benzer şeyler yaşadık, yaşadıklarımız unutulmasın, onun da yaşadıkları unutulmasın, bulabildiğin kadar belgeye ulaş!” dedim söz ettiği şair kaymakam hakkında

“Çünkü unutulursa bir şey, her şey eksik kalacak türden bir hayat yaşamış olur yaşamı romanına esas alınan!” “O parçaların, o eksik kalmış şeylerin peşindeyim desem doğru!” demişti yanıtında.

Çıktı haberini aldım zaman içinde, “Yazdım, bitti nihayet!” deyişinin biraz sonrasındaydı.
Sonra postaya verdim bilgisini aldım geçen hafta başında.
Postanın kaplumbağa hızına söylenerek bekledim sabırsızlıkla. Geldi. Dördüncü günde.
Roman nihayet elimde. Bir ilk roman bu. Dört şiir kitabının üstüne.

Bir solukta denir ya, öyleydi gerçekten. Okudum. Uykusuz geçen bir gece ve devamı gün içinde.

Boğazıma bir yumru yerleşti okumam ilerledikçe. Yaşadıklarıma benzer sıkıntıların, gözlemelerin, izlemelerin ve neredeyse kalabalık içinde çırçıplak hissetmenin hissedilişini okudukça ilerleyen her sayfada.

Roman ülkenin elli, altmış yıl öncesini kurgulamıştı. Bir gerçek kişi yaşamının izi vardı ve ama iyi gizlenmişti yer ve isimler. Onu fark ettim okudukça. Bulmaca çözsün artık okurlar. Edebiyat tarihi araştırsınlar!

Daha sonra “Bize bu gömlek bol!” denip daraltılan bir anayasa çıkmasının hemen öncesi, sonrası ve azıcık daha sonrasındaki roman kişisinin Daristan adını verdiği bir ilçedeki bir yıla yaklaşan bir zaman dilimi ve kişiler ve doğa yer alıyor kitapta.

Daristan sözcüğünün anlamını bulmak için baktım sanal sözlüğe, iç daraltan yer anlamını vereceğini tahmin ile… Öyle olmadı…

Kürtçe orman anlamına geliyor. Başkaca bir anlamı yok bildiğimiz Türkçe ve içine karışan Arapça ya da Farsça sözlüklerde. Eh, anlamını veren tek dilden yürürsem, çalışılan o ilçe içinde yitilen bir orman gibiydi denmiş olmalı sanki. Hem güzel ve görkemli, işlenmemiş, el değmemiş, hem de ürküten, büyüklüğü ya da bilinmezliği ile. Ya da kim bilir bir darağacı imlenmişti bu sözcükle, her an oraya çıkartacak bir yargılama yaşanıyorsa görev yapılan yerde.

O yıllara ait bazı bilgiler var ki insan inanamıyor okuduğunda. Hani en özgürlükçü anayasamızdı ya 1961 anayasası, işçilere sendikal haklar veren hükümler içeren o metin oylanırken madenciler şehri, yarısı gün yüzü görmeden yerin altında geçen ve erken biten ömürlere sahip Zonguldak seçmen çoğunluğu kocaman bir hayır demiş o anayasaya… Gerçi günümüzde de oy verme refleksi sırasında oyladığı metinde kendine verilen ya da alınan haklarla ilgisini kurmuyor çoğu kez köy, kent seçmeni.

Doğduğumuz, ancak henüz okula gitmediğimiz yıllardır anlatılan.

Genel ifadelerde yaklaşık bir on yılı imlense de ülkenin, asıl öyküsü belirli bir ilçedeki, bir yıldan az bir zamanda yaşanan gerçeklerin eli tutulmuştur gün ışığına dökülmek için. Herkesin başka köşesinden çektiği o yaşamın başındaki tüm sınırını çizen bir küçük ilçedeki mülki amirlik sıfatı gözden kaçmasın denmiştir anlatılanla. Sonrası herkesin gözü önünde ve büyük kentte yaşansa da temeli, özü, gerçeği budur o anlatılanların diyen bir anlatımla.

Somut bir tarih vermek gerekirse 24 Ekim 1965 günlü Genel Nüfus Sayımı öncesi ve sonrasındaki yaklaşık bir yıllık zaman aralığıdır belgelerde izleri aranıp, bulunan ve yazılan yaşamın.

Ülkenin bir Kurtuluş savaşı vermesi sonrası her alanda bağımsızlığı kurmakla geçen ve Atatürklü o güzel yıllar geçmiş, onsuz kalan ülke 2.Dünya Savaşı’na girmekten kurtarılmış ve ama yokluk, kıtlık yaşanan yıllarının da aşılmaya çalışıldığı yılların yirmi yıl kadar sonrası…

Yollar yapılmaya, fabrikalar açılmaya devam edilirken asıl okullar açılmalıydı en küçük mezraya…

Ama önceliği camiye verdirip, okula verdirmeyen yapılanmalar da ülkenin her yerinde ortaya çıkmaya başlamış ta o yıllarda…

Oysa okuması önüne cahillik engeli dikilen, yıkılası gelenek duvarı örülü, okumaya aç köy çocukları vardı köylerde o yıllar. Biliyorum. Dedem göndermediği için Köy Enstitülü olamamıştı annem… O yüzden ayrımsız okumamız için elinden geleni yapmıştı yıllar sonra.

Romanda gözlenen de işte bu iklimin doğal sonucu; Her yerleşim yerinde parmakla sayılacak okur-yazar, ulaşımı kara kışa bağlı köyler, bağnazlıkları ‘çarıklı erkanı harp’ uyanıklığıyla baskın ekabir ve kalan nüfusu ise köyden az kabaca ilçeler…

İşte bu kitapta anlatılan yaşam kesiti tüm o yokların arasında bunalmış bir şair kaymakama ait..

Hakkında o memuriyetin henüz başındayken sonuna yol aldıran idari soruşturma başladığında, ifade alan vali yardımcısına; “Kimi zaman uçuk -kaçık şeyler söylediği için biz bile anlamıyoruz dediklerini, cahil köylü nasıl anlasın?” diyen memurları var… Issızlık var ve sadece doğanın ıssızlığı değil, insanlardan yana olanı yoğun. Kalabalıkta bile yaşanan.

Çok sevdiği ama onu tam anlamayan, kısıtlayan bir karısı var. Bir oğlu var. Ana karnında orada büyüyen ve çocuk gibi sevindiren yüreklerini dünyaya gelişiyle.

Küçücük çıkarları için iftiradan kaçınmayan küçük insanları var her yerde olduğu gibi.
Devletin şefkatli elini köylere okul, su, yol, yurt olarak götürme azmini kırmak için çıkarılan siyasi engeller kadar yıllık bütçedeki ‘ödeneksizlik’ kavramı etkin olmaktadır.
‘Yerel imkânlarla yapın!’ diyen o soğuk üst makam yanıtı kadar iç üşüten başka bir yanıt olacağını sanmam iş yapmak isteyen insana.

 Aynı soğuk yanıt kaç kez okunmuştur cumhuriyet savcısı olarak çalıştığım ilk beş yılımda. Kaç kez ilçe kaymakamı ve yerel yöneticiye telefon açılmıştı, “Cezaevi için ödenek gelmedi, mahkumlar soğukta ölecek, kömür isterim!” diye…

Ben romanda anlatılan o yıllardan yirmi, yirmi beş yıl sonra bile aynı soğuk devlet yanıtlarına muhatap olduysam… Aynı göz önünde yaşamın ağırlığını duymuşsam… Aynı kurumlar arası ilişkilerin soğuk duvarlarına çarpmışsam başımı… Kırk yılda bir denecek şekilde ülke için de güzellikler düşleyen birkaç kişiye denk düşünce kendimi çölde bir vaha bulmuş saymışsam… Ben adli alanın idari ve mali işlerinde o yoksunluklarda kapana kısık hissetmişsem kendimi… Romanın kaymakamı Çağlar bir benzerini yaşamıştı o yıllar…

İşte o nedenle bir solukta okudum, boğazıma takılan bir yumru ile.
İyi bitse sonu diye diye. Şiir kazansa diye. Olmadı tabi!
Ama iyi ki o yumruyu hafifleten bir su gibi aynı zamanda okudum Anday usta denemesini…

Çünkü okuyanlar görecek ki basit bir kurgu öykü değil anlatılan. Yaşananın aynısı, yani yaşayanın gerçeği, yazanın yıllar sonra onlarca, yüzlerce kez aynısını yaşamak zorunda kaldığı ülke gerçeği. Yaşamın ve koşullarının acımasızlığı belki.
Gerçi bu ülkede başka türlüsü mümkün başkaları için, onlar da göz önünde yaşıyor, diğerleri de!

Bu romandaki şair kaymakam ya da sonra bu gerçeği romanla vermeyi düşünen sevgili arkadaşım da, benzerleri de çok iyi biliyorum ki o nahif yürekleriyle görev yaptıkları her yerde aynı ya da benzeri acıları çekmiştir bu ülkede.

Ben sadece okuyun derim. Sarışın ve Kara sadece iki renk değil bu kitabın içinde.
Kitaptan ne bir alıntı koyacağım ne de ip ucu kimdir bu kitapta anlatılan şair diye.

Herkes kendi arayacak şairini ve kitabı okurken bulacak izlerini.
Herkes kendi bulacak yazanın dilindeki, okurken kendi içinde dönen hiç yazılmamış şiirleri.

Gebze, 1.12.2019, Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat.com-14.1.2020


https://ayisigindan.blogspot.com/p/laiklik.html


LAİKLİK.

1937 yılında, 5 Şubat günü, kanunla, anayasaya giren bir sözcük. Basitçe din ile devletin işi karışamaz, karıştırma der yönetene, yönetilene.
Devletin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek niteliklerindendir yine anayasadaki hükmüne göre.
Yöneticiler bu anayasaya uymak, korumak ve hükümlerinin gereğini yapmak üzere görev yapacaklarına ilişkin ant içerler seçildiklerinde.
O ant sonrası beklenen odur ki yöneten kendi dinini devlete aitmiş gibi gösterecek söz ve eylemlerde bulunmak bir yana dinsiz ve başka dinden olan yurttaşlara da güvence olacak şekilde kendi dinini içinde yaşayacak ve asla toplum içinde ayrımcılığa neden olacak şekilde belli bir dini övmeyecek, onun kurallarını devlet yasaları ile hercümerç etme yoluna gidemeyecektir.
Zaten yıllardır bu kuralı delen delene olmasaydı ülkede günlük yaşamı düzenlemek için çıkarılan yasalar herkese eşit ve genellik ilkesi uyarınca hüküm ifade eder ve kuralsızlıklar, kuralların ardını dolanmaklar yüzünden oluşan musibetler olmaz, (depremlerde yıkılan binalar dahil) olanlar da kader sayılıp geçilemezdi ve her sorumlu hesap verirdi ülkede.
"Bu memleket bizim!" diyor dinlediğim şiir ve şarkıya dönüşen dizeler yine... "Bu memleket bizim!".
Öyleyse...
Sahip çıkacağımız şey de bu sunulan, dayatılan kadere teslim olmak değil, ortak saptadığımız anayasal kurallara uymak ve uymayana hesap sorabilme gücümüzde.
Yurttaş olmak budur.
Susmak, pusmak değil susturulmak istensek bile.

Gebze, 5.2.2020, Ünsal Çankaya.
Yorum Afyon com, 5.2.2020


https://ayisigindan.blogspot.com/p/zigana-gecidi-cig-altindaymis.html


ZİGANA GEÇİDİ ÇIĞ ALTINDAYMIŞ

Gecenin haberiydi bu. 
Güne şehit haberleriyle uyanmak kahrederken kalplerimizi.

Fıtratında var demiyorlar her ne olduysa son çığ haberlerinde.
Ülkeye şehit haberi düşmediği ve ateşinin yakmadığı hane de azalıyor gittikçe.

Coğrafya dersinden önce öğrendim adını. Ya gazete haberlerinden... Ya bir roman içinde... Çok küçüktüm o kesin. Dağların denize dik ya da paralel oluşunun ilkim üzerine etkilerini öğrendiğim zaman ise ülkemizde yedi iklim bölgesi var sayıldığını öğrenişimle denk...

Çığ üstüne çığ düşen ülkemizde... Her gününe acı… Her gününe kahır...
Ölenlerin gittiği bir asude ülke var deniyor anlatılan o mesellerde. 
Gidip gören, dönüp anlatan yok oysa gerçekte.

Kalanlar... 
Acısıyla kalbi dağlananları görmeye özümüz dövmez oldu artık.
Kahroluyoruz acılarla. Hele de sorumlular hiç hesap vermedikçe. 

Ama bir düşünün...
O sorumsuz aymazlar sonsuza dek mi yaşayacak...
Senet mi aldılar ecelden... Vade mi uzattı tanrı kendilerine...

Utanın diyorum her aymazlık gördüğümde.
Utanın! Utanın be! Bitin artık. 
Bitiniz mi kanlandı da böyle cevval aşıyorsunuz acıların, kahırların, ölümlerin üstünden?

"Kol kırılır yen içinde kalır!" deme, "Kan kusup kızılcık şerbeti içtim!" deme devri geçti artık, özür dilemeyen, insanlığa dönmeyen, üstüne de yüzsüzlüğü ele alan varsa hele, dersi tez elden verile.

Hiç sorumlu olmadıkları şeyler yüzünden üzülenler değil, aman ayıp olacak diye susanlar değil, el alem ne der diye utlanan, arlananlar değil utanmazlar utansınlar bu kere!

Onlar var oldukça yanımız, yöremizde...
Buz kesiyor kalbimiz, olan bitenle...
Olan bitene.

Ama kalmaz ki hesaplar ah çektirene.

Gebze, 12.2.2020, Ünsal Çankaya
12.2. 2020, Yorum Afyon Com.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/selden-sonra.html

SELDEN SONRA!

Düşüncelerim yokluğunun bilincinde, damıtılmış saflığına ulaşıyor acının.
Damla damla indiği bozgununda eritip yüreğimi, "Ölsem de gam yemem gayri!" tesellisine denk, "Tanıdım onu işte!" mutluluğuna ilişkin bir umut yeşertip, sıcağında o toprağın, buğusuyla çiçeklenecek dallar, meyve verecek ağaçlar görüyorum acının ertesine.

Ürettik hep. Sevdalar tomurcuğu patladı içimizde. Sona saymaya başlasak da yıllar hiç boş geçmedi.
Yaşlanmadan, ömrü eskitmeyi bulamayış umurumuzda değil hani! "Yaşadık biz!"

Bu sevinç bilinecek dost deminde. Gönüller yüceliğinin kar olsa doruğunda, bahara dek sürecek, fazlasından unutuş eriyecek sıcağında, anıların gülümseyen inceliği oyalanırken dilde.

Sonrası sel!

Sel gider, kum kalır der ya eskiler. 
Sel neleri sürükler düşünmeden. Neler yiter o bulanık çavlanda!

Sevdamızı sel almasın isterim.
Adımız yanında yazılı tarihlere sevdamızı eklemez ki selden kütük çekenler!

Gebze, 30.5.2006. Ünsal Çankaya.
Tmolos Edebiyat, Mart- Nisan 2020, Sayı:83

Bu sayı elime geçmedi. Son yıl abone olmuştum yine, katkı vereyim, zaten hastalıklarla uğraşıyor, parayı dert etmesin diye. Mirasçılarından sanal dünyada bari bu sayıyı ulaştırun abonelere diye istekte bulundum...Kalanı alacak saymam, helali hoş olsun der atalar, öyle olsun daimi dileğimle.
Çünkü dergiyi çıkartan öykücü, denemeci, şair ve yazar, emekli öğretmen Ömer Akşahan kucağında bu sayıyı almanın mutluluğu ile çekilmiş bir fotoğraf bırakarak okur-yazarlarına, canımın içi ağabeyimden iki gün sonra, 22 Mart 2020 tarihinde , ağabeyim gibi kansere yenik düştü.



https://ayisigindan.blogspot.com/p/cunku-baris-sadece-cocuk-adi-degil.html

Çünkü Barış Sadece Çocuk Adı Değil!

“Yurtta sulh cihanda sulh!” diyen bir dünya liderimiz vardı, yüz yıl önce, bir savaşın ortasında “hakimiyet milletindir!” deyip Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açmıştı.
Çünkü savaşın milletin kaderini korumak için mecburiyet haline dönüşmediyse cinayet olarak tanımlanması gerektiğini biliyordu.
Asker milletiz denir yeri geldikçe. Asker olmak yerli yersiz savaşmayı değil akılla kurulmuş barışı sağlamayı ve ancak mecburiyet haline dönüşürse yurt savunması için hep hazır olmayı gerektirir.

Geçen yıl oğlum askerdi, kısa süre, ama gel de o süreyi kısacık diye anlatabil ana yüreğime…
Anlatamadım… “Aman birkaç akşamda bir uğrayıp, bir ihtiyacı olursa yardımcı olun!” diye haber bıraktım oradaki birkaç dosta…
Bana böyle bir sorumluluk yüklenince o sorumluluğu üstlenir, gereğini yerine getirir, geceleri uykusuz kalırdım gecikmeyeyim diye…
Oğlumu arayıp soran olmadı iyi mi? Telefonu bozulmuş, oğlum da arayamadı. Bunu onunla konuşabildiğimde öğrendim zaten…
O zamana kadarki on gün içinde kalbimdeki çarpma hızı ile yepyeni bir endişe pardon enerji santrali kurulur ve ülke uzun süre başka enerjiye muhtaç olmadan, kimseye borçlanmadan çalışırdı.

Çünkü bazen belki der insan… Herkes aynı anlayıştadır der. Yanılır. Öyle değildir.
Bunu her anladığımda – ki insandan umudu kesmeden yanılgı kolay kabul edilmiyor – yine yanıldın diyor hayat.
Her defasında kıydım saçlarıma.
Çünkü çıkışsız kalınca o çıkışsız kalanla hesaplaşıp, ödeşip, olabilirse değişmeli insan.
Başka bir açıdan bakıp demeli ki… Yanıldım, evet, ama… Denedim. Ben yine ben kaldım!”
Öyleyse… Yansa dünya… Yanarım içinde ve… Minnet eylemem.
Her zaman olduğu gibi.
Oğulun sesini kendim duydum. Yanına gidemesem de. Askerdi oğul. Sağdı, sağlıklıydı.
Bu kadar. Yetti bu haber. Analara hep yeter.

Deprem olduydu da ilk üçüncü gününde. Tam o bölgede. Aklım uçuyordu… İyiyim diyebildiydi telefonu bozulmadan önce…
Ne savaşa gidecek bir birlikteydi ne savaşa sürülenlerin olduğu yerlere yakın…
İşte oralarda oğulları olan anaların neler hissettiğinin binde biridir bendeki bu beni öldürecek kadar sarsan endişe…
O yüzden bu ülkede aklı selim tüm analar tüm kalpleriyle sever “Yurtta sulh cihanda sulh!” diyen kurucu liderlerini. O yüzden Atatürk sevgileri gerçektir ve sonsuz saygı içerir bu sevgi, ömürleri boyunca.

Güncel hayatımıza dönersek…
Kovit 19 adını alan, ölümcül korona virüsü yüzünden evlerimize kapandık TBMM’nin yüzüncü yılında…
Biz alıştık, evde kalmak sağlıklı kalmanın adımı… Öğrendik… Uyuyoruz bu kurala. Uymalıyız, tüm ülkede.

Ama bu ülkenin kuruluş ilkesi “hakimiyet milletindir!” sözünün somut simgesi TBMM kendine hiç tatil mi verir kuruluş gününde?

Önlem almak zor olmasa gerek kutlamak ve sonsuza varmasını dilemek için…
Altı yüz millet vekili kurucu lidere saygı sunmak için mutlaka gitmeli Meclise ve Anıtkabir’e.
Evlerimizde kapalı, sağlıklı kalma ödevine katkı veren biz Türk Milletini temsil için, TBMM’nin varlık sebebini anladıklarını, koruyacaklarını bir kez daha tekrar için, oy ile verdiğimiz ödevi tamamlamak için elbette…

Henüz çarşambadayız, sel almaz, yel çalmazsa günü…
Yani henüz yarın, perşembe ve 23 Nisan olmadı tarih… Bekliyorum. Yüzüncü yıl şanına yaraşır şekilde kutlanır belki de…
O çocuk halimizle kutladığımız günlere döner, neşe dolarız hep birlikte.

Yoksa… Çok üzüleceğim, kesin!

Bu aralar üzülmeye, ağlamaya yer arıyorum… Çünkü canımın içi ağabeyimi kaybettim bir ay önce… Çok yandım. Çok. Duygusallığın zirvesindeyim yani. Yine kıyacağım saçlarıma da! Yapamıyorum. Çünkü kuaförler kapalı, hepsi zorunlu karantina mağduru… Onca insan günlük geçiniyordu, şimdi nasıl geçiniyorlar deyip, bir de onların üzüntüsü oturuyor içime…

Gebze, 22.4.2020, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 22.4.2020



https://ayisigindan.blogspot.com/p/gul-bizde-anne-omrudur.html

GÜL BİZDE ANNE ÖMRÜDÜR

“Mayıs ayların gülüdür!” der şair.  Direnci anlatır sonraki dizeleri.
Gül bizde anne ömrüdür. Annemiz biz ona doyamadan-o da bize doyamadı ya- direnmeyi bırakmıştır hastalıklara. Yorulmuştur çokça. O kadar yorulmuştur ki gül gibi solmuştur, ömrü gül kadar olmuştur.
Onsuz kalakaldığımız bir zamanın elimizdeki boşluğunu yüreğimize kaldırdığımız aydır bizde.

Anneme en çok benzeyen bakışımla bir fotoğrafımı paylaşmıştım sosyal medyada.
Çoğu fotoğrafımla benziyorum ona ama onlar ayrı bu ayrı. Bunda bakışım onun özlem ve acı dolu bakışlarının kopyası. “24 yılın bitiminde arttıkça artan özlemle annemize!” dedim sunumda.
“Annemizi özleyen biz beş kardeşe” dedim sonrasında.  Kaç yıl önceydi zaman.
Kaçıncı yıl bu özleyişim...
Annem elbet gelmedi, gelinemez yerdeydi.
Ama bu yıl ilk kez farklılaştı özlemde içimdeki duygu...
Duruldu...
Birkaç kez denedim daha önceki yıllar...
Örneğin İlknur'un annesiydi anne sıcağına yetişmiş gibi sarılışa ilk örnek...
O oğluma kuş tutardı havadan... Bana sımsıkı sarılırdı Anamur'un ağzıyla...
Yaşıyor hâlâ. Daha da uzun dilerim ömrü o insan sıcaklığına.
Sonra Mine'nin annesi...
Bir ince kadın... Bir uçtu uçacak ömür...
Mine dizine yatardı, ben seyrederdim...
Mine mırıl mırıl annesini severdi...
Annesi inancını... Kızını belki...
Dizine böyle yatılır dedim yattım bir gün, annenin sevgisi böyle alınır...
Ama o bana da kızından ötesini vermedi...
Gitti birden ve tam da dilediği gibi Arabistan çöllerinde susuz kalan bedeni geri gelmedi...
Kalp hastasıydı oysa...
Titriyordu içi Mine'nin, "gidip ölecek, gitmese!" derdi...
İkna edememiştik, gitti ve gelmedi...
Kızı soğuk yüzünü bile göremedi...
Kırıldı kalbim. Çok.
Onda annemin sıcaklığına yetişmeyi bir kez daha denemiştim üstelik.
Bu güncel deyimiyle travmayı yükseltti...
Affetmedim onun onca uzağa ölümünü...
Bile isteye ülke dışına gidişini...

Yıllar geçti...
Denemeye korktum bir daha...
Ama içimdeki o özlem hiç bitmedi...
Birden bir başka anne girdi günümüzün içine...
Perihan sultan... Pamuk Prenses...
Sevgili arkadaşım Fahriye’nin annesiydi. Gülüşüyle, yaşama isteğiyle bambaşka bir anneydi...
Tuttum ona sarıldım ve dedim ki "Bu kez olacak!"
"Olacak!".
Oldu da...
Onu tanımanın üzerinden geçen yıllarda her görüşümde karşılıklı bir sevgi akışı da besledi dileğimi...
Yazdığım- oynamak ve yaşatmak istediğim- rol bir anneye veda etmenin tek perdelik gösterimiydi.
Gittim, sadece onun için ve ona veda için...
Sarıldım... Sımsıkı...
Güldü, "yaşamak istiyorum, seviyorum yaşamayı " diyordu...
Annem gibi...
Annem gibi birdenbire o da çekip gitti...
Ben anneme veda edebilmenin provasını yapamamıştım, bir anneye vedayı oynadım provasız.

İçim şimdi gözyaşı değil, anneme özlem dolu...
Yetişebilme kaygım, yetişemeyişin kahrı artık beni terk etti.
Gözyaşlarım sel değil eskisi gibi.
Gösteri muhteşemdi...
Alkışlar gerekmedi. Diyordum ki...
Heyhat!
Bir baktım içimdeki boşluk yine özlem doluyor.
Üstelik özlem her anne için ayrı bir yoğunluk ekliyor kendine, boşluğum bir iken az gibi şimdi katlanıyor ikiye.
Gebze, 11.5. 2014


GÜL DİLİ

Gül değil ki aranan
Gülümüzün kokusu.
Diken değil can yakan
Gülümüzün soluğu.  

Dikeni bileyen tav
Gülün durulmuşluğu.
Söz tüketir dikende
Gülün yorulmuşluğu.

Gül bahar, goncası har 
Yaz şiir olmuşluğu. 
Solgun güle kaç dize
Kaç şiir düşer dilsiz?

Dünyanın bir ucundan
Kaç gül açar kedersiz.
Günlerde şavkıyan gül
Gecelerde adressiz.

Çünkü renktir kaybolan
Sabaha çiy gül suyu.
Doymak için bir yudum
Ağlamaya bir nefes.  

Gebze, 23.1.2017. Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat Com, 10.5.2020.



https://ayisigindan.blogspot.com/p/haiku-ulkesinde-olum-yok.html


HAİKU ÜLKESİNDE ÖLÜM YOK

Bu dünyada kimselerin bilmediği bir ‘Haiku Ülkesi’ var görenler için. İçine girenler için. İçinde kalanlar için.
Biliyorum ki o ülkede ölüm yok. Kapısından bakıp dönene bile! Arayıp duruyoruz beş yedi beş dizeyle.
 
Tabi, kesinlikle var öyle bir ülke… Arayıp bulmayı bilenler için. Şiirini icat edenler Japonlar olsa bile, Japonya’da değil elbette.
Tüm dünyada gönül verenlerinin gönlünün köşesinde, bir masal diyarı gibi büyüyor her şiirle.
 
O ülkeyi bulanlardan bir ozan göçtü bugün. Göçüp gitmek, uçup gitmek gibi bir şeydir yaşayan için.
Sonsuzluk diyorum ben her ölümde. Sonsuzluk olmalı gidilen son yer. Dönen olmuyor diye.
 
Onu uğurlamak için de yazmalı sevdiği dilde. Sevdiği tarza hevesin en acemi haliyle.
Gönül verdiği Türkçeyle tabi, birkaç minik haiku ile, veda için en güzel dizeleri bulmasam bile.
 
Ömrünü verdiği felsefe ise insanın bir zerre olduğunu anlatmıyor mu durup, derininde düşünülünce.
Düşünecek ne çok zamanımız var bir virüs yüzünden kapanıp kaldığımız evlerde.
Kesinlikle insanın okuyarak bulacağı o engin huzuru -huzursuzluğu belki de- bulacağız ondan kalanları elimize alıp her okuyuşta.
Hayatın içindeki o yüce gönüllüleri yaşatır gibi yazacağız dinginliği de; uzun ve güzel yazılarda, kısa ve çarpıcı haikularda.
Değil mi ki özlemi, sevgiyi, kavuşmayı, tam anlamıyla yaşamayı da okumak yazmakla anlatır türküler bile… Bu dünyadan ‘yaşamadan’ geçip gitme bunaltısı ne ise türküye girer hemen… “Hem okudum hem de yazdım/ Yalan dünya senden bezdim of!” der biri, diğerinde “Başında okuyan hocası olsam” demez mi sevdiğinin son anına kadar yanında olma, kavuşma, bilme, tanıma, anlama özlemi taşıyan halk bireyi; “Şu uzun gecenin gecesi olsam!” dedikten sonra…
 
Oruç hoca gitmiş bu dünyadan bugün.
Ondan alıntı felsefi cümlecikler, haikular ile dolacak sanal sayfalar.
Sonra her değerimizi unuttuğumuz gibi unutacağız gün geceye varmadan.
 
Yazayım, kalsın. Altına tarih düşeyim, gidişi unutulmasın.
Felsefesi üzerine derin laflar edecek kadar felsefe konusunu tanımadım. Çevirdiği çok kitabı okudum, kendi kitaplarının bazılarını.
Anmak gerek hem bugün hem yarın hem daha sonra. Bu değer unutulmasın.
Oku derdi mutlaka hepimize… ‘OKU’ diyeyim ben de.
Ok gibi bir rahmet dileği varsın, bulsun ruhunu, şiirle.
 
OKU
 
Aruoba’ysa
Okuduğun kitabı
Çeviren ozan
 
Oku sonuna kadar
Güzel Türkçe ne demek.
 
Mayıs’la gitmiş
Sıkılıp bu dünyadan
Mirası bize.
 
Yazdığını okuruz
Felsefe gözlüğüyle.
 
Gebze, 31.5.2020, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat. com, 31.5.2020.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/adalet-istemi-savunmanin-kutsalligi.html

ADALET İSTEMİ
SAVUNMANIN KUTSALLIĞI

Evrensel hakları sayın derseniz yaşama hakkından başlarım, yaşamak hakkı da güven içinde yaşama hakkına, eşitlik, adalet içinde ve özgürce yaşama hakkına kadar bin türlüdür ve tümü temel haklardandır.

Bir ülkede hukuk olmalı, o hukuk evrensel hukukun parçası olarak çağdaşlığı seçmiş ve onaylamışsa hele o çağdaşlıktan artık bir adım geri atılmamalı.

Üç yıl önce yazmışım.

Ankara'da Hürriyet Heykeli var, üç yıl önce kimse dibinde oturamasın diye duvar ördüler çevresine.
Adalet istemi bir tehlike olarak görüldü bu sembol heykel önünde. İnsanların adalet istemi hakkıdır.Haklı olup olmadıklarına da ülke yasaları ile bağımsız yargı karar verir.
Bağımsız yargının olmazsa olmazları çağdaş, eşitlik, genellik içeren ceza ve hukuk yasaları, herkese eşit, sık oynanmayan ve islah edici infaz ve icra sistemi ve tabi ki sav, savunma ve karar yerinde bağımsız, tarafsız ve yasalara uyarken bile başkalarının baskılarını düşünmeyen karar makamıdır.
Sav ve savunma kamu görevi yapar karar yeri kadar.
O nedenle savunma bugün yürüyorsa eğer bana dokunma diye...Bu birey olarak kişilere değil halka hak olarak verili bir kamu görevine sahip çıkmadır.
Yargının hangi ayağını kısaltmaya kalkarsanız Adalet=Devlet diye kısaca formüle edilebilecek üst kurum yıkılır ve kısaltanlar dahil herkes altında kalır bu göçüğün.

O yüzden adalet istemi haktır... Savunma kutsal.

DOKUNMAYIN!

Gelelim üç yıl önceki yazıma, sonra fikri takibim olan iki yıl önceki iki paragraf olarak eklenen yanıtıma ve bugünkü olaylar sonrası yazdığım son bölüme...
Ben savunmayı hep yargının bir parçası ve vazgeçilmezi gördüm onca yıl kürsüde emek verirken.
Onların olmadığı zamanlarda yurttaşın hak kayıpları olduğunu gördüğüm için elbette...

Neyse...
Sırasıyla okumaya başlayalım şimdi...
Uzun ama uzun da olsa okuyanlar olacaktır mutlaka.
Çünkü adalet birilerinin iki dudağı arasından gelmez kimseye, Damdan düşenin halini de en iyi damdan düşen bilir ve adalet herkese ve her zaman gereklidir diyorsak bunu da en iyi en tepedeki insan dahi bilir.

Gebze, 23.6.2017, "Gözden ırak olan gönülden de ırak mı?

Gözleri önünde ölsünler diye hürriyet, iş, ekmek isteyenleri gözümüzün önünden alıp gittiler. Hürriyet Heykeli etrafına duvar ördüler.

Ölüme varacak bir öz kıyım eylemini onaylamıyorum kişisel vicdanımda...
Toplum ise bu çığlığa ses vermeli diye düşünüyorum, elbette, saltanat sofralarına baş konuk olarak oturmuyorsa...

Bir günlük orucun-gösterişin-ardına gösterişten öte eskilerin deyimiyle görmemişin saltanat ziyafetinde doyanlar ise yüz günü aşan orucun ölüm olduğunu nasıl anlasın?
Anlasa bile niye umruna alsın?

Bu toplum bu kadar mı ürkütüldü acaba ki sesi soluğu çıkmıyor ve acaba bu iki insan haklı olabilir mi diye düşünmüyor hiç?

Oysa daha yirmi yıl bile olmadı, ki ölüm orucunun geri dönüşsüz zamanlarını izledi zamanında bu toplum... Bir bir öldüler ya da hastalıklarla yaşıyor, çoğu bellekleri gitmiş yaşıyor o yıllarda ölüme yatanlar...
Ki ben bir insan olarak o zaman da onaylamadım ölüm orucu denen eylemi.

Alıştı belki ya da umursamıyor bu duyarsız halk insanlar açlıktan ölse de devlet katından umursanmayışı ve seslerinin duyulmayışını...

Bayram geliyor...
Bayram insanlığa ve özelinde toplumumuza gelmeyecekse eğer...
Gönüller bayram etmeyecekse eğer...
Bu ölümler, zulümler bitmeyecekse eğer...
Bayram gelmiş, kime ne?"
....................

"26 Oca 2018 -
OHAL Komisyonu'nun işe dönüş talebini reddetmesi üzerine açıklama yapan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık grevini sonlandırdı...."

Fikri takip olsun.
Kimse açlık grevi ile ölmesin.
Ülke -onaylamadığım- açlık grevleri ile hukuksuzluklara direnecek bir hale gelmesin. Hukuksuzluklar devlet katından gelmesin. Yurttaşlar arası hukuksuzluğu çözmek içinse yargı bağımsız olsun.
.......................

Sonra öldü insanlar...

Daha geçendi. Üç genç insan. İkisi müzisyendi.

Şimdi yine sürüyor...
Hukukçu, genç insanlar.

Bugüne kadar bu ülkenin 'yargı kara tarihi' yalancı tanıklar, gizli emirler ve düzmece yargılarla kirletilmemiş gibi "bizimkisi öyle olmasın!"diye çığlık atan genç insanları yine gizli tanıklarla suçlayıp, yargılıyorlar...

"Adalet istiyoruz, adalet diye diye öleceğiz!" diyenlere yine duyarsız bu toplum...
O yüzden 'ölüme yatmayı' bıraksınlar ve yaşasınlar inadına...

Bugünlerde...
Savunmayı da bölüp parçalama inadına girdiler.
Olacak iş değil bu.
Haklı olarak karşı çıkılır bu oyuna.

Yürüyor savunma...
Polis barikatları kesiyor yine önlerini..
Anayasal bir hak.
Evrensel bir hak barışçıl bir yürüme...

Barışı değil savaşı arzuluyor onlar.
Şiddetle kuşatıyorlar yine...
Ali İsmail'e saldıran sade yurttaşları nasıl kışkırttılarsa yine kışkırtıyorlar akşama eve ekmek götürme telaşı olan inşaatta asgari ücretle, belki de sigortasız , güvencesiz çalışanları...

Savunmaya saldırıyorlar..
Bölük pörçük görünmeleri için de içlerindeki baltayla kesiyorlar birazını... (Bazı başkanları kandırıp TBB ile beraber Anıtkabir'de görüntüleyenler o başkanların bir kısmının derhal barikattaki diğer baro başkanlarına katılacağını düşünmediler demek. Savunmayı bölük pörçük etmek, ülkedeki adaleti sıfırlamak demokratik hukuk devletinde halktan da oy sandığında bir cevap alacaktır.)

Yazık oluyor ülkeme..
yazık...
Adalet aramak insani bir hak, savunma kutsaldır.

SAVUNMAYA DOKUNMAYIN!

Gebze, 23.6.2020, Ünsal Çankaya.
Aynı gün Facebook sayfamda.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/dusurdugun-unluler-kadar-daralt.html

DÜŞÜRDÜĞÜN ÜNLÜLER KADAR DARALT SÖZCÜKLERİNİ

Hangi ünlü?
Hangi uyum?
Yazarken veli olduğum, okurken deli olduğum.
Yazım kurallarından ne kadar haberdarız?

Hangi sözcük nasıl yazılır, hangi ek ayrı ya da mutlaka bitişiktir?
Hangisi bitişikken sert ünsüz ile biten sözcükte sertleşir eklenirken?

“Hayır mı şer mi?” diye sorarız genellikle bir haber vereceğini söyleyene. Sadece “hayır mı?” derken, yüz yüze isek, mimiklerimiz onu “ne olur iyi bir haber olsun!” dileğimizle tamamlar zaten. Sorunum şuydu, “hayır mı?” diye sorulduğunda yüz yüze değiliz ya yazarken, acaba nasıl yazılmalı o tamlama? “Hayır mı!” dediğimizde acaba “kabul etmiyorsun demek!” diye mi anlaşılır o soru… Cümlenin gelişine ya da gidişine göre anlaşılır mıydı yoksa “hayırlı haber olsun!” isteğimizi içeren bir “hayır mı?” sorusu.

Sahi, o sözcük grupları (hayır mı şer mi? ve hayır mı?) birer tamlama mı?
Mutlaka hepsi aynı anda mı kullanılmalı?

Takıldım kaldım.

Google bilir dedim, sordum, ayrı ya da bitişik, ama hepsini aynı anda yazmış onlarca istihare sitesine yöneltti beni… Dini sitelerde dil bilgisi, hele de Türkçe yazım bilgisi çok ender olarak uyulan kural ve de bulunan bir hâl. Açmadım bile linkleri. Şimdi başka bir şey ararken hangisi doğru ve hayırlı diye istihare önerirler kuvvetle muhtemel ki. Bilim yolundan sapmamaya ant içtik biz ta çocukken. O yüzden bilimsel açıklamalar bulmalıydım.

Sonra 2014 yılında güncellenmiş TDK Yazım Kuralları Belgesi’ni buldum ve daldım içine. TDK Türk Dil Kurumu olarak açılır. Eskiler bilir TDK ve TTK (Türk Tarih Kurumu) bir devlet için, bir ulus için çok önemli bu konuların araştırılması bilimsel yoldan yapılsın diye bizzat Atatürk tarafından kurulmuş kurumlardır ve özerk bu kurumlar aynı özerklikte çalışabilsin diye Atatürk malvarlığının bir bölümünün gelirini bu kurumlara her yıl aslı korunup, neması aktarılabilsin diye İş Bankasına ve idaresini de Cumhuriyet Halk Partisine bırakmıştır.
1982 yılı 12 Eylül darbesi sonrası ise bu özerk kurumların başına geleni başka bir zaman yazan biri olur belki.

Neyse…
Önce Kanun’da i önce iken ı harfinin söyleyişte öne geçip, kullanımda da sıralamanın ı, i olarak takip eder şekilde yazıldığını gördüm; bu bilgi geçenlerde bir bilgi yarışmasında bilemeyen yarışmacıyı şampiyonluktan etti.

Ben de olsam bilemeyecektim dedim. Çünkü o güne dek yanlışı ben de doğru biliyordum ve hiç aklıma gelmemişti öğrenmek, bilgimi doğrulamak. Çünkü yanlışın doğru gibi hüküm sürmeye başlamasının nedeni ‘Harf Kanunu kabul edildi!’ tarihi bilgisinin ardındaki yirmi dokuz harfin o Kanun’daki sıralanış keyfiyetini hiç bilmemek… Oysa “kanunu bilmemek mazeret değildir” der ceza kanunları. Anayasal yurttaşlık bağı olan herkesin daha Resmî Gazete ile yayımlandığı gün o kanundan haberdar olacağını varsaymaktadır.

Şimdi bu yazıda kimi sözcüklerin başında büyük harf var. Yanlışlıkla cümle arasında büyük harf kullandım sananlar olmasın.
Öyle yazılması gerektiği için öyle yazılır bazı sözcükler.

Sözlüğü okumaya en baştaki kurallar bütünüyle başladım ya, sırada okunuşlar konusu var.
O yüzden; sesleri, okunuşları, ünlüleri ve dar, yuvarlak, düz ve geniş ünlülerin yazımda kuralına uymayan hallerini okuyorum.

Bazı sözcüklerde ünlü düşmesi oluyor deyince… Defalarca düşürüp yazdığım sözcükleri düşündüm… Aslında çoğu yazım kuralını ben zamanında doğru öğrenmişim…
De ve da için ve dahi anlamındaki da hep ayrı yazılır ve hep de da ya da de olarak yazılır konusunu çok iyi biliyormuşum.

İçinde, dahil anlamı veren ve bitişik yazılan de ise sert ünsüz sonrasında sertleşip de ve da olmak yerine te ve ta oluyordu.

Ne kadar çok hukukçunun, edebiyatçının, gazetecinin ve başka meslekler içinde mesleki ya da edebi konularda yazıp çizen çoğunluğun bu kuralı bilmediğini görmek mesleki olarak yıllardır rahatsız eder beni.

Ama aynı hatanın edebiyat dünyasında az olacağını düşünürdüm nedense. Hiç olmayacağını düşünmeliydim oysa değil mi? Az olmalı deyişimin nedeni okuduğum kitaplardaki bu olmaz, yanlış yazılmış diye gördüğüm yazım hatalarını baskı hatası sanmamdı elbette.

Neyse… Yazım Kuralları uzun… Ben yeniden öğrenmenin, bilgi pekiştirmenin henüz başındayım.

İlerledikçe aklıma daha önce takılanlar ile birleştirip bu konuda yazılar yazmayı sürdürebilirim belki…

Belki bu kadar yeter der, bir nokta koyarım bu yazıyla…

Çünkü en azından yazım kurallarının önemi ve doğru bilgiye ulaşılacak adresi işledim zaten içeriğe… Dileyen aynı yolla araştırsın, hazıra konmak unutturur, bizzat araştırmak ise harcanan emek kadar meyve verir zihnimize.

Bu arada; En son göz atmada kısa bir bilgiye ulaştım, asıl sorunumu henüz çözecek bilgi değilse de… Sanıyorum ki tek başına sorduğumuzda “hayır mı?” o bir cümlecik olarak tek başına yer alacak satırda… Kalan, sıralı ve bağlı bir cümle ile beraber soruyorsak… Soru işareti en sona koyulacak…

Şimdi kapatayım da belgeyi, kaydedeyim kocaman başlığıyla…
Yarın, sonraki bir gün, ay, yıl…
Artık ne zaman olursa konuyu ele alırım yeniden, belki de almam…
Kim bilebilir ki bu belirsizliği ya da kesinliği?

Gebze, 20.4.2020. Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 20.4.2020


https://ayisigindan.blogspot.com/p/madem-1-mayis-ve-evdeyiz-hidrellez-dusu.html

MADEM 1 MAYIS VE EVDEYİZ, HIDRELLEZ DÜŞÜ OLSUN BU ANI

Bahar bayramı. İşçi bayramı. Emeğin bayramı.
İnsan 1 Mayıs için tarihi araştırdığında emeğin değeri için mücadele tarihini buluyor ve göğsü daralıyor yaşatılanlar için…
Göğsü kabarıyor mücadelenin her anında, onca zora karşın kazanma çabası verenler ve ‘aydınlık gelecek’ gelecek bir gün diyen umudu için.
2012 yılında şiiri geldi… 2015 yılında anılarımı ekleyip facebuk üzerinde paylaştım TMOLOS Dergide yayımlanan şiiri…
TMOLOS DAĞI tarihteki en eski adıdır bugünkü BOZDAĞ’ın.
Bu yıl evlerdeyiz üç aydır. Kovit 19 adı verilen bir korona virüs yüzünden. Görünen o ki hıdrellez şenlikleri de yapamayacağız, 1 Mayıs için alanlara çıkamadığımız gibi. Yasak çünkü.
Yasakların anayasal dayanağını arıyorlar. Oysa 2010 referandumu ile yetmez ama evet denen bir sürecin sonunda geldiğimiz yerde, avrupa “otokrasi” tanımı yapmaya başladı Cumhuriyetimiz için.
Çünkü muktedir anayasal sınırlarda kalmanın muhteşem gücünden habersiz. İnsanı insan saymanın gücünden.
İki dudak arası emirlere ömrünü kul eden bir devri kapatalı yüz yıl olduk oysa biz.
Yıl 2020 ve gün 1 Mayıs olmuşken anımsayalım bunu.
Anımsayalım ey halkım!
Madem 1 mayıs dahil evdeyiz, hıdrellez düşü olsun bu anı.

1977… 78… 79… 80…
“Günlerin bugün getirdiği…..” Hiç, ama hiç değişmedi!
Gücü alın terinde olanlar neyiniz var kaybedecek bugünde?
Makarna, kömür alma umudunuz mu? Makarnayı kendiniz üretmiyor musunuz fabrikalarda?
Kömürü çıkaran kim ölecek grizu patlamasıyla?
“Okumuşların ödevi uyandırmaktır halkı” diyordu bilim. Defalarca haykırdım, yetmedi, yazdım şiirlerime.
Ne değiştiniz, ne oldunuz, ne ondunuz, ne ondurdunuz… “Baskı , zulüm ve kan…” Sadece siz uyanınca duracak, uyanın.!
Kutlu olsun 1 Mayıs.

Hıdrelleze yaraşır manileme Tmolos’un doruğuna yakın Kırk Oluk Çeşmesi bizzat görülüp, her oluğundan bir yudum su içilerek yazılmıştır… Salihli tarafından Tmolos Dağı tepesindeki o güzelim gölün kenarına kadar çıkılırken bir mola verilmişti çeşme başında… Gidenler Ödemiş yanından çıkarsa diğer yandan inip görsünler ve manileme geleneğine ve de Hıdrellez geleneğine bir selam verebilsinler dileğiyle, teşekkürler Tmolos Edebiyat.

Madem manilerim yayımlandılar, yazılışın anısı da gelsin paylaşım haberine…

“HIDRELLEZ MAVİLERİ

Şu hıdrellez… çocukluğum… bahar pikniği…ailelerin bir araya geldiği, komşuların, çocukların sevindiği…
Afyonkarahisar’da o Karahisar Kalesi’nin hemen eteklerinde badem ağaçları altında, çağlalar toplayarak sevinç demekti bana.

Sonra çok üzüldüm bir radyo haberiyle…Astılar diyordu spiker. İnsanın asılmasını anlayamadım… Nasıl olurdu ki ? Ölümle – gerçek anlamıyla ama- ilk tanışmamdı. Hiç tanımadığım o gencecik insanlar için ağladım.

Öfkeyle vatanı yıkacaklardı diyen de vardı, oh olsun diyen de… Ama saklıca ağlayan da vardı, yazık oldu diyen de…
Ben ağladım. Nedenini bilmeden. Şimdi iyi biliyorum… Hiçbir şey eskisi gibi olmadı ondan sonra…

6 Mayıs…
Çok çok eskiden bu yana hıdrellez günü olarak kutlanırdı.
Dilekler dilenirdi bahardan.
Sevdadan yana, umuttan yana, işten yana, düşten yana…

Sonra onu kana buladılar.
Üç fidan.
İçimizi yakar durur.

Üç fidan.
Can yakmadılar.
Cana kıymadılar.
“Ekmek kadar temiz, su gibi aydı” hepsi.
Tek dilekleri “Bağımsız Türkiye” ülküsü.

Yaşım küçüktü astıklarında, anlamadım ama ağladım.
Yaşasalar yaşatırlardı insanı ilkeleriyle, ülküleriyle.
Okudum ve anladım.

Genç okuyucuların çoğu bu tarihi bilmez.
Doğumlarından çok önce olup-bitmişti her şey.

İnsanca yaşamayı dilemek var ya…
İnsan onuruyla yaşamak-insanı onuruyla yaşatmak.
İşte oydu rüyaları.
Oydu sevdaları.

Onlara diledik, yaşatmadılar.

Bize insanca yaşamayı dilemek için.
Günü manilemeli.
Manileri yüksek sesle dilleyip.

Sevgiyle demiştim üç yıl öncesi… 6 Mayıs 2012 tarihinde.
Şimdi... Mani böyle mi olur denmezse…

HIDRELLEZ MAVİLERİ

Gül dibinde sevda dilemek say ki;
Kırk Oluk’ tan* su içmeye benzesin!
Hızır ve İlyas’a ulaşmak vakti;
Allanan pullanan güle benzesin!

Sevgiyle başlasın son manisine;
Aykız’ımın mavilenirken gönlü.
Tanrıdan dilesin ölmeyen aşkı;
Yaşarken yaşatsın ona son günü.

Manilerden mani beğensin sevgi.
Mavisine rüzgâr değen gül gibi.
Gidip gelip sarmalasın sevdiği,
Sevdasıyla; soldurmasın el gibi!

Gebze, 6.5.2012, Ünsal Çankaya.

(* = Kırk Oluk Salihli tarafından Tmolos Dağı çıkışında, efsaneleşmiş bir Dilek Çeşmesi. )
Afyon Kültür sanat com, 1.5.2020


https://ayisigindan.blogspot.com/p/gun-yuzu-gormek.html

GÜN YÜZÜ GÖRMEK

"Hiç gün yüzü gördüm mü yavrum, onu sor!” derdi eskiler...
Çocukken onun acısız kedersiz gün gördün mü anlamına geldiğini bilmezdim tabi, günlük güneşlikse dünya, herkes güneşe çıkmış sayılırdı aklımca. Hem güneş giren eve doktor girmez denirdi. Güneşin yararı ta ilk okul sıralarında kazınmış aklımıza. Şimdilerde derdimiz acıdan, kederden nasiple geçen günlerde gerçek anlamıyla da güneşli havalarda evlerde mahkûmiyet!

Kovit 19 adı verilen bir virüsten, bulaşmasından, ölümden korkuyoruz, evde kal çağrıları ile evde kalıp, korunmayı umuyor, deniyoruz en azından bize de bulaşmasın diye... Mümkün olsa da hiç bulaşmasa, kurtarabilsek kendimizi, hiç olmazsa aşısı ilacı çıkana kadar... Ama asıl korkutucu olan gözden kaçan, kimselerin dile getirmediği başka riskleri var bu eve kapanmanın... Ekonomi, işsizlik, eğitimde aksamalar, bozulan psikolojiler kesin... Unutulan bir sonuç da benden gelsin, dokunsan kırılıverecek hale geliyor belki de gün yüzü görmeyince iskeletimiz ve birden sıyrılıverecek sanki üzerinde başkasının giysisi gibi bollaşan bedenimiz...

Evimizin yönü kuzey batı. Bunun doğal sonucu sıcak mevsimlerde serinlik tabi. Klimamız yok bu yüzden, aç iki pencere karşılıklı, esinti dışardaysa aynısı içerde. Soğuk mevsimlerde de daha fazla yakıt parası ödemek demek elbette… Güneş girmeyen eve doktor girer de diyebiliriz o atalar sözünü sözcük değişimi söylersek. Bir doktorla evlenmek amaçlanmış değildir bu söz atalarca belletilirken. Hastalıklar peş peşe sıralanıyorsa sağlıksızlık karnemizde, işte nedeni gerçek anlamıyla bu güneş görmemişlik.
Sabah ve öğleyin güneş almıyor çalışma odam. En azından vitamin güneşi almalı insan, ama o hiç uğramıyor öğle saatinde evimin kıyısına. Balkonumu bile teğet geçiyor o nazenin sabahtan akşama. Odaya ancak akşam ulaşan ışınların vitamin üretme değeri sıfırken, korunmak için güneş yağı, güneş sütü ister nitelikteler.

Bu yüzden apartmanın en tenha köşesine doğru hedef saptayıp, bahçeye indim dün, yanımda kitabım, suyum, plaj sandalyemle. Sokağa çıkmak yasak çoğu insana, yasak olmayan da çıkamıyor maskesiz. Neyse ki sokağa kimlerin çıkacağı konusundaki genelgeler bahçe için hükümsüz. Ya da ben böyle olmasını istiyorum yorumun. Yanımdan yöremden kimseler geçmeden oturmayı başardım. Yine de maskeyle okudum kitabı, bir saat öğle güneşi aldım. İşte ilk deneyim, ilk sonuç umudum… D vitamini üretecek böylece bendenizde kış boyu gün yüzü görmeyen derim, kolum, bileğim ve ellerim. Başka günler de aynı yolla güneş almayı deneyeceğim. Apartmanda komşulara örnek olursam okuma oranı da artar mı acaba, bu da ikinci iyi sonuç olsun, diledim.

Ellerim ve ben sık yıkanmaktan fazla mı inceldik ne demeye kalmadan sürüyor suya sabuna dokunma hali. Ama astımlıyım ben, korumam gerek kendimi, astım ilaçlarının yan etkisi D vitaminini ta dibine kadar tüketmek. Kemik yoğunluğu yaşa bağlı azalıyor zaten, benimkisi iki kat artan bir risk demek oluyor… Zordur astımla günü gününe uyar yaşamak. Plan yapmak. Proje yapmak... Harfi harfine uymak, uygulamak... Zordur sözcüğün anlamıyla yaşamak.

Bir öksürük tıkar astımlıysan göğsünü, hırıltısı eşlik eder peşinden, bütün planlar çöpte, astımlı beden en yakın kanepede... O bir an nefessiz kalmanın, o içten dışa oksijen isteyen ıslığını, çığlığını sadece yaşayan bilir... (Kim bilir bünye ne zaman toparlar kendini ilk zorluk atlatılınca. Bekler insan. Umutla.) Bilir de… İster ki gerçekleşsin dileği, kimse astım olmasın, tıknefesle yaşamasın kimseler! Sonra “Hiç gün yüzü gördüm mü?” diye düşünürüm krizi atlatınca. Yanıtım çocuk bilgeliğimle... “Gördüm tabi, sorunsuz aldığım her bir nefeste!

Gebze, 16.5.2020, Ünsal Çankaya.
18 Mayıs 2020, Gerçek Edebiyat. Com



https://ayisigindan.blogspot.com/p/deprem-cig-heyelan-felaketleri-icin.html

DEPREM, ÇIĞ, HEYELAN FELAKETLERİ İÇİN DİLİMDEN GELDİĞİNCE

Elazığ ve yöresinde "depremi yaşayan", Van ve çevresinde çığ felaketine maruz kalan herkese dileğim o ki can yakmadan geçmiş olsun. Can almadan...
Bu ülke deprem kuşağında.
Aynı zamanda heyelan bölgesi çoğu yer. 
Var işte tümünün ayrıntılı bilgisi iklim ve doğa ve onlardan doğacak zararlara önlem alalım diye yerleri işaretli hepsinin haritalarda.

Çığ dediğin en can alıcı kış olaylarından. Her kış olur, hayret edilecek azlıkta değil ki önlemsiz kalınsın bu olaylara. Çığ yaşanan bölgelerin çocukları bile bilir çığ zamanı-ki bahara yakın zamandır, buzların üzerine oturmayan kar kütlesi kayar iner aşağıya en ufak gürültüde.  Sessizce dolaşır o küçük adımlar kar üzerinde.

Bunu bilen ve ama asla unutmaması gerekirken 'unutan' yöneticilerin depreme dayanıksız yapılar yapılmasına izin verme, heyelan bölgesine imar açma ve çığ bölgelerinde kural dışılıklara göz yumma hakkı yoktur.
Yapanları unutma halkım...

24 Ocak Uğur Mumcu'nun katledildiği gündü, şimdi Elazığ depremi de eklendi aynı tarihe kara bir leke olarak... Acıları katlayan bir an olarak. Uyan artık. Ondan aldığım sözle haykırıyorum ben de… Uyutanları, kandıranları sakın unutma!

Peki bu ülkeyi 1999 depremi sonrasında idare eden 'basiretli yöneticiler' tüm önlemleri aldı mı? Hepimizden toplanan, yurt dışından gelen yardımlar ve zorunlu deprem kesinti ve sigorta paraları yerine harcandı mı? Almadılar. Biliyorsunuz... Alsalar geçen zaman içinde depremler sonrası enkaz altında kalmazdı canlar… Önlem almayanları sakın unutma!

Yazık oluyor ülkeme. 
Ülkemi yönetirken sistemi kendi şeriat özlemlerine taşımak için tüm kuralları hiçe sayanlarca çok ama çok yazık ediliyor ülkeme... Elazığ ve yakın çevresi etkilendi bu 6.8 büyüklükteki depremden... Daha önce de biraz azı Manisa'da oldu... Kaç aydır ege bölgemiz bilinen küçük değerli depremleriyle bölgenin kaderi olan beşiğinde küçük ve zarif salınımlar değil hoyrat bir elin sarsmasını yaşıyor...
Yazık oluyor insanımıza, yazık. Geçmiş olsun ile geçmeyen depremler ve sonrasında acılar ve onları kader sanıp yaşamaya çok çabuk alıştırıldık!

Alışmayın!
Hesap sorun insanımızın canını hiçe sayan kuralsızlıklarda hem yapandan hem denetleyecek olandan! Hem göz yumandan hem de siyaseten oyunlarla deprem gerçeğini unutup, deprem paralarını siyasal hedefleri için harcayanlardan!

Geçmiş olsun Elazığ! Geçmiş olsun Van!
Çok can kaybı yaşanmasın dileğim ne kadar karşılanır bu kar bu kışta bilmiyorum... Geçerse... Ders alınabildiyse öncekilerden... 
Can ve mal kaybı için önlemler tam, deprem sonrası herkes ne yapacağını biliyor ve onlar da saati şaşmadan yapılabildiyse... Geçmiş olsun... Can almadan... Can yakmadan bitsin artık doğadan gelen yıkım.
Öyle olduğunu düşünmek güzel. Olmadığı gerçeğiyse peş peşe gelen can ve mal kayıplarında... Bunlardan sorumlu olanları bu kez olsun unutma!

Gebze,7 Şubat 2020.

Aşağıda bu son depreme, çığa kadar yaşadığımız her büyük felaketin ardından yazdıklarım var. İnsan olduğumu unutmamak için dilim döndüğünce uyarmaya çalışıyorum insanları. Uyanın ve unutmayın diye. Okuyan olursa… Anlayan olursa… Gereğini yapan çoğalırsa bir gün diye. Tarihe kalsın hepsi bir arada. Başkaları için yazmayacak olma umudum ve içten dileğimle. 

DEPREMDE ÖLÜM KADER DEĞİL KEDERDİR AYMAZLIĞA!

İlk kez uzunca 2013 yılı on altı ağustos gecesi başladım deprem hakkında yazmaya.
Ondan öncesi de var tabi. Şiire sığmaz hiçbir acı, yaşananlara tanıklığım ve kahrım sığdığı kadar.
Depremde ölüm kader değil kederdir aymazlığa dedim ilk uzun yazının başlığına. Kader deyip geçenlere sitem dolu bir cümleydi… Anlayan olursa tabi, okuyup buralarda.

O yıl Malezya'da da peş peşe iki deprem oldu. 6.5 ve 5.6. büyüklüklerde… Mal ve can kaybı yok.
Japonya’dakileri ise ne büyüklükte olursa olsun afet saymıyorum bile!
Yirmi yıl önce uyuyan ve sabaha, saat 03.02 de, 7. 2 şiddetinde depremle uyanarak yıkılan Marmara'da, sonrasında Düzce'de, sonrasında Kütahya'da, sonrasında Van'da.
En son bu yaz Denizli’de defalarca yıkıldı insanlar ve her defasında ölçüsüz mal kaybı dışında insan ve havyan olarak binleri bile otuzlar- kırklarla ifade edilecek can kayıpları yaşandı.

O yıl sadece birkaç gün önce başka bir yerdeydim -iki gün sonra göreve çağrılmıştı tüm hakimler- döndük tatil için dağıldığımız yerlerden ve orada bile o saatte uyanıp -delice sallantıyı- hissettiğimiz depremde ölenlerin kimlik saptamalarını, maddi hasarların mahkeme eliyle saptanması işlemlerini yaptık günlerce.

Geçtiğimiz kentlerde, kasabalarda, köylerde yıkılmadık yer kalmamıştı -enkazın tozu dumanı yetmiyordu, kokmuştu enkazdan henüz çıkarılamayan cesetler de.
Hiç burnumdan gitmiyor o koku... Yanıyor genzim düşünsem bile. Bu nedenle her yıl hiç uyumadan bekliyorum sabahı. Hiçbir şey değişmedi çünkü.

Yine sahte zemin etütleri düzenleyebiliyor teknisyenler, yine günü kurtarmaya bakıyor denetmenler. Kâğıt üzerinde görüntüyse mükemmel. Yeni yönetmelikler çıktı depreme karşı. İnsanlar uysun diye değil, depremler duysun diye sanki.

Budalalık diz boyu. Doğa affetmiyor kendisine yapılanı. Doğallığından kuralsız çalınanı. Bedelini çalıp çırpanlar ödemiyor. Bizler ödüyoruz. Bizim yakından tanıdıklarımız. Günü kurtaran, sahteciliklere prim veren, nemalanan yurttaşlarla kamu çalışanları da yine bizim tanıdıklarımız. Utanmak gerek. Diğerinin yüzüne nasıl bakacağını değil; kendi çocuğunun yüzüne nasıl bakacağını düşünmek gerek.

Ama inanın utanmıyorlar bugün üç kuruş ödeyip -denetlenmiş ve düzgün iş yaptırması gerekirken yerine "beleş” aldığı ruhsata sevinen yurttaşlar. İnanın utanmıyorlar o aymaz bürokratlar, bedeli namusluca ödense bile bir saatlik emekle doğrusu düzenlenecek ruhsatı masa başında imzalarken, ödenen o bedeli cebine indirmese de. Hepten al gülüm ver gülüm sahtelikleri ise kim göre -kim duya?

Ancak bir deprem ayırıyor işte o zaman yapılan doğru işi. Ama ölenler arasında ayrım yapma gücü yok ki doğanın... DASK parasını kim bilir nereye harcadılar, toplanan deprem yardımlarını kim bilir hangi yandaşa hortumlayıp abat ettiler... Tüm ülkeyi on kez abat edebileceklerken.

Oysa ülkemde yine her yıl bu gece saat 03.02’yi bekleyen kaygılı insanlar var. Çok daha ağırlarının da yaşanacağını bilen ve hiçbir önlemin de ciddiyetle alınmadığını, takip edilmediğini bildiği için yüreğinde hep endişe olan milyonlar var.

Kimisi de uyutuluyor; "Her şey Allahtan -kaderimizde varsa olur!" safsatasıyla.
Uyanın! Tanrı size aklı başkasına teslim edin-biat edin diye vermedi. Uyanın!

Sağlam bina kurmak için insanlığını yitirmeyen sorumlular, bize bir şey olmaz demeyen ve hiçbir şeyi göstermelik yapmayan kuralına uyan yurttaşlar gerek artık. Öyle olmak da zor değil, biliyorum, inanın!

Unutmayın; fay hatları şehir imar planlarında iki metre öteye çizilince kendiliklerinden öteye gitmez orda oluşacak depremler... Konutları siyasi rant uğruna haritada kaydırsan da yerinde duran faylar üzerine diktirenler girmiyor toprak yarıldığında.
Oylarının üzerinden günü kurtaran aynı yurttaşlar seçiyor o aymazları, ama yarını kurtarmayı bilmedikleri için toprak onları yutuyor masumlarla beraber.
Uyanın! Uyanık kalın!

Deprem çantalarınız henüz gereksiz değil!
Bitmedi ki bu ülkede aymazlık, uyumayın!
Yeter artık uyanın!

Tabi ki ben söyledim, haykırdım diye çözülmedi, hemen de çözülmüyor sorunlar. Öyleyse her yıl unutmadan... Uyumadan... Uyutmadan... Usanmadan... Uyan diyeceğiz, uyan! Uyan ki depremden değil bilgisizlikten kork!

Bu gece de saat 03.02 olduğunda, yirmi yıl önce, aynı saatte dehşetle ne olduğunu anlamaya çalışanlara, hiçbir şey anlayamadan toprağa -denize gömülenlere rahmet dileyeceğiz içten.
Arkasından içi yananlara, yapayalnız kalanlara biz buradayız diyeceğiz, yalnız değilsiniz! Ama siz de artık uyanın, hepiniz, ama hepiniz!

Deprem değil ki öldüren; bilgisizlik, cahillik, önlem nedir bilmezlik, gamsızlık, açgözlülüktür. Tüm sevdiklerimizi öldüren talancılık, yalancılık, hırsızlık; arsızlık; plansızlık.
Uyanın! Geçit vermeyin artık!

Yine uyumadan hazırlanıyorum gecenin karanlığını yırtacak ışıkları beklemeye. Acılarını hiç unutmayanlara bir gönül desteğine... Yine!
Çünkü değişen bir şey yok... 

Kentsel dönüşüm furyasında rant kazanımları yaşayan ve yaşatan siyasilerle yürüyor işler. Biliyoruz ki aynı siyasiler aynı kazanım için de geçmişte imarı -yapılaşmak gereken şehir alanını- faydan uzağa açmak yerine fayın yerini harita üzerinde kaydırmak için görevini kötüye kullanmıştı çünkü yerel bir meclis kararı ile. Hukuk ülkesi olsak istifa yetmez, ceza ve tazmin sorumlulukları olurdu ve hemen yakalarına yapışılırdı ya... Değişen bir şey yok işte...

Çünkü o yerdeki o büyük yıkımda sorumluların bu görevi kötüye kullanımı yüzünden göçen binalar, o göçüklerde ölenlerin can ve mallarının bir nebze bile hesabı sorulmadı geçmişte.
Hep kurtulacaklarını bilen bu hukuk tanımazlara kendi canını oy ile emanet eden aymazlara da diyeceğim yok artık, çünkü şair söylemişti onu da yıllar önce...
"Kabahatin çoğu sende! Uyan artık! Bir gün uyuma ve düşün bu kez. Seni dinini, milli hislerini sömürerek uyutan ve hep kandıranları tanı ve kanma bir kere.

Bu aralar ülkenin her gününde boğazımızda yumru.
Dün hukuk katledilirken de önceki gün ülke kan gölüyken de bugün yine ve aniden kan göllenmeye devam ederken de... Ülkenin dört bir yanında ormanlar kasten yakılırken de… Dere yataklarına imar izni verilip, sellerde canlar yiterken de…Timsahlar gibi gözyaşı döken birileri var, insanımızın kanı üzerinden, kazanımları ile geviş getirirken.

Onları görüp, bu kez yakalamak gerek, hiç olmazsa bir kez kazanmak gerek. Çünkü kana ve cana doymuyor o soysuz yarasalar. Bizimse boğazımızda hep yumru! Tıkanıp kalıyoruz. Öyle. O kadar öyle ki... Öyle işte!

Sel, yangın niçin aynı yerde değil, yoksa sel söndürürdü yangını diye tuhaf düşünceler geçiyor içimden. Oysa bunlar göz göre göre gelen felaketler. Önlemsiz yaşamayı kader sayan zihniyetlerin idaresinde... Deprem de öyle... Her yerde... 
Hangi çağdayız ki halen kerpiç evlerde yaşıyor bu insanlar? Yazdım şiirini, yayınlanmıştı, bu yaz, o şiirden bile kaç yıl sonra yıkılan her yapı kerpiçti Denizli Çardak ilçesinde. Önlem niyetine bir teki dahi yıkılmamıştı deprem öncesinde. 

Ama kader değil ölüm! Neden olanları bilimi, eğitimi çok gören eller. Yine onlar hükmediyor kader denen illete! Depremlerin her zaman en kuralsız toplumlarda zararı mal ve can açısından yıkımdır. Kuralları esnetmeyen, yok saymayan, bir kez olsun delmeyi düşünmeyen ve hep daha güvenlikli olacak şekilde güncelleyen ülkelerde ise depremlerle -doğa ile- uyumlu yaşayabilir insanlar...

Ne zaman öyle olacağız biz? Uyanın! Kederimiz silinip gitsin diye!

Eskişehir, 16.8.2019, Ünsal Çankaya.

DAYANIKLI
Uyumam on yedisinde
Bir kez uyumuştum
Ağustos kırılmıştı gizlice!

Üstü başı yırtılmıştı
Gözleri dolmuştu tozumdan
Ağlamıştı durmadan
Sessiz çığlıklara durmuştu
Kulaklar kesilip
Evler baş başa verip yıkılmıştı.

Yine yıkılır gökyüzü
Yıldızlar kayar çatılardan
Bulutlar saklar ayı

Ah ne olsa değişmez artık
Gerildikçe gerildi deniz
Asıldıkça asıldık karadan
Ha koptu ha kopacak yine!

Kızılca değil sessizce değil
Beklendiğince gelecek
Göz göre göre kopacak
Kırılacak fay bana
Ah kopacak bana kıyamet!

Siz uyur musunuz yoksa
Bin dokuz yüz doksan dokuzda
Uyuduğunuz gibi sakince
Uyuyabilir misiniz yine
Bin dokuz yüz doksan dokuzda
Uyuduğunuz gibi güvenle

Gebze, 16.8.2009

AH

Kerpiçten evler
Depremi beklemiyor
Öze dönerken

Karlar altına
Saklanacak ölümler
Mevsim biterken

Veren ve alan
Tanrı diyecek yine
Oyda seçerken

Ah benim halkım
Bilim nedir bilmeden
Ömrü geçerken


Gebze, 28.10.2011

Ekin Sanat, Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi, Şubat 2020, Sayı:153



https://ayisigindan.blogspot.com/p/merhaba-dostlar.html

Merhaba dostlar...

Ölümler giriyor araya... İnsanın canı yanıyor...

Mehmet Yazırlı ağabeyi ben henüz Ankara'da öğrenciyken tanımıştım...
Hem parti binasında görürdüm, hem aynı mahallede oturduğumuz için mahalle gençleri olarak toplandığımızda...
2013 yılında sevgili kardeşim Cengiz Kaplan bizleri "demokratik merkeziyetçiler" gecesi adı altında bir yemekte topladı... Ankara Sümer Sokak tam otuz yıl sonra bir kez daha gördü beni küçük adımlarımla... O geceki yemekte bir kez daha gördüm Mehmet yazırlı ağabeyi...
Biz bile yaşlanmıştık, o yaşlanmasın mıydı? Yaşlanmış ama hiç de değişmemişti...

Kuşlama başlıklı şiirim tam da onu tanıdığım yılların bir gençlik eylem türünü ironik olarak işliyor, bu yüzden başlık ve içeriği ile onu anmak için paylaştım...
14 Ekim 2018 günü kaybettiğimiz Mehmet Yazırlı ağabey anısına dergiye girsin isterim...

Diğer şiir sınıf arkadaşlarımız gitmeye başladığında yazıldı...
Liseden 1976 mezunuyum ben... Daha şimdiden dört beş kayıp verdik kırk kişilik sınıftan...

İki şiir de ilk basılacak sayıda yer alabilir kanımca...
Çünkü düzenli çıkamıyor son zamanlarda ve belki ürün beklemek yerine var olanlarla çıkar da düzene girebilir yeni yıl öncesinde...

Sağlık diliyorum tüm dostlara...
Bizde en fazla azalan o...
Yeni yılda sağlıklı olursak üretmeyi sürdürebiliriz... Kim bilir belki kazanmayı da başarabiliriz böyle hep yenilip durmak yerine...

İçten sağlık ve iyilik dileklerim hepimize.

Gebze, 28.11.2018, Ünsal Çankaya.
Ekin Sanat, Haziran 2019, Sayı:155

( Bu sayıda Kuşlama şiiri yerine açıklama iletim yer aldı diğer şiirle birlikte.)


https://ayisigindan.blogspot.com/p/okumak-gibisi-var-mi.html

OKUMAK GİBİSİ VAR MI?

Kutsal Kitap’lar bile ‘OKU’ diye başlıyorsa var bir nedeni.
Oku ve anla diyor insana, okumadan, anlamadan ezbere yaşa, söylenene, emirlere ezbere inan değil.
"Okumak değiştirir!" diyor haftanın kamu spotu.
Gerçekten değiştirir insanı.
Okuduğunu anlayanı.
Anlayıp da sora sorgulaya yaşayanı.

Çünkü okunması gerekeni okumadan öğrenmek, öğrenmeden bilmek, bilmeden düşünmek ve
düşünmeden anlamak, anlamadan bir yargı oluşturmak olanaksızdır.
Ötesi ön yargı olur. Ötesi peşin hüküm. Ötesi bile isteye cehalet.

Kimseyi küçümsemem okumayı, yazmayı, anlamayı, bilmeyi ve öğrenebilmeyi bilmiyor diye ve bunları kendi kusurundan kaynaklanmadan başaramadıysa o ayıpta payımız var mı diye düşünürüz birlikte...
Kendi kusuru ise nedeni, bağışlanmaz, hoş görülmez o kusur, ayıplanır en azından toplumda.

Kütüphane Haftası başladı.
Okumayı, değerini bilenlere kutlu olsun.

Dünyayı kasıp kavuran bir virüs yüzünden evlerimizde kalmamız gereken şu günlerde okumak gibisi
var mı?
İnsana evinden çıkmadan başka dünyalar da var dedirten ne çok ve türde kitap var.
Evimizdeki kitaplıkta okunma sırası bekleyen yüzlerce kitap…
Ama hiç kitabı olmayan da okumadan kalmaz kanımca, çünkü artık neredeyse her evde bir sanal
dünya ve o sanal dünyada sanal kitaplar var ücretle ya da ücretsiz sunulan…
Okumak isteyene okumak azmi olana sınır mı koyabilir duvarlar?

İlkokulda ilk yıldan itibaren kolumdaki bant kitaplık kolu bandı idi.
Severim okumayı. Kitapları.
Onlarla çıktığım yolculuklarla gezdim bütün dünyayı ve uzayı.
Onlarla öğrendim kendimizinkinden binlerce kez büyük olan dünyayı.
Çünkü yaşadığımız her şey olmasa da çoğunu anlamamı, öğrenmemi, bilmemi sağladı tüm kitaplar.

Uzun yazarım, okumadan geçen geçsin okumak, anlamak, yorulmak istemiyorsa.
Ama okuyan anlasın isterim neden o konu hakkında düşündüğümü ve yazdığımı.
Uzun uzun yazmamın nedeni nedenleri açıklamak, onun nedeni de nedenleri açıklamanın çıkarılacak
sonuçları anlamayı kolaylaştıracağı hakkındaki mesleki deneyimdir.

Gülten Akın'dan İlk Yaz şiirini okumalı yine...
Çünkü incelik zarar vermez kimseye. Sermayesi zarafetle davranış, art niyetsiz, içten ve güzel söz,
güzel bakıştır sadece.
Parasız pulsuz kazanılan ve hep incelik kazandırmasa da yapana iyi hissetmeyi sağlayan bir niteliktir
incelik incelikli insanın yüreğinde.

Ama...
"Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya!"

Olsun!
Kitaplar, yazanlar ve yazılanları okuyanlar var olsun.
Kim bilir, belki okuyanlar arttıkça düzelir dünya.

Gebze, 30 Mart 2020, Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat com, 30.3.2020



https://ayisigindan.blogspot.com/p/avuclarimda-kina.html

AVUÇLARIMDA KINA

Avuçlarımda Kına başlıklı bir şiirim var. Köydeki çocukluk arkadaşım Nurten'in gencecik yaşında trafiğe kurban giden oğlu Yıldırım için duyduğum acıyla çıkan bir şiir.
Aynı adla bir şiir dosyasını ise o çocuğun ölümünden on yıl önce düşünmüştüm. 
Ne o dosya tamamlanabildi ne de başka dosyalarım kitaplaştı. Biraz ihmalim var biraz acemiliğim. En çok biraz ise kitap piyasasındaki enflasyonun durumu.

Kimse kimseyi okumuyor, herkes kitap çıkarıyor. Ben bunlar nasıl cüret ettiler şunları kitap diye çıkartmaya diye söylene söylene okuduğum için çoğunu, kendime de acımasız oluyor, her defasında dosyalarımı eksik buluyor, birer kez daha elden geçiriyorum. Gerçi yayımlananlara artık dokunmuyorum ve yayınlanmışların ortalama sayfa sayıları gözetildiğinde beş kitaplık şiir, üç kitaplık anlatım var. Ayrıca o kalabalıkta arada kaynamasını istemiyorum yazdıklarımın. Görülüp görmezden gelinmesini de istemiyorum tabi. Böylece yazdıklarım henüz kitaplaşmadı diye avunmayı sürdürebilirim. Neyse!

Avuçlarımda kına yok. Saçımın kınası geçmeye başladı. Öyle ki saç diplerimden açıkça belli bu.
Dipteki beyazların gözle görülür, elle tutulur, ölçülür uzunluğu diyor ki kına zamanın geldi.
Buna üşeniyorum. Kendime bakmayı ihmal ettiğim bir dönemdeyiz.
Çünkü salgın yüzünden hep evdeyim, pijamaları çıkartıp da doğru dürüst giyindiğim sayısı (ki o günler mutlaka banka ya da hastane filan gibi işler var) bir yıldır toplam yirmi gün bile olmadı. Onun da çoğu banka ile aynı güne denk düşürdüğüm sağ üste implant yapımı, alt katta tamir işini tamamlamak içindi. Gerçi her ay gitmiyorum bankaya, ilaçlarımın yazılması da üç aydan üç aya…
Tahlil ve benzeri kontroller için en son geçen mart başında, ağabeyim henüz sağken çıkıp gitmiştim.
O zaman da ağabeyimin ameliyat ve ilerleyen kanseri yüzünden kendi sağlığımı ihmal ettiğimden enfeksiyonlu dişlerim filan artmıştı ve muayene sonrası ürkütmüştü doktor “Hematoloji bölümüne bir gidin, üst üste üç yıldır yüksek çıkması normal değil!” diye…
Normal değil dediği enfeksiyon yüzünden kanda bir değerin yüksekliği. “Yüksekliğinde değil düşük olması halinde şüphelenilmesi doğrudur!” dedi Muzaffer. Eh, bende diş sorunu yüzünden hep yüksekti onlar. Ama dahiliyeci diş doktoru değildi ki kan sonucumda çıkanı ona bağlasın.
Gitmedim zaten bir üniversite hastanesine, çünkü hepsi Kovit 19 salgını yüzünden virüs bulaş riskinin arttığı yerler… Onca özenirken salgından korunmaya durduk yere iş almadım başıma. "Ne olan olsun!" dedim yani. Bu arada o hastanenin başhekimi (ki her gidişimde hep yardımcı olurdu yıllardır) kovitten ölüp gitti salgının ortasında. Üzüntümüzü artıran bir başka ölüm de bu oldu ağabeyimi 20 Mart günü kansere kaptırmamız sonrasında. “İşte ölüm var!” dedim hep, “Ne önemi var kendine bakmanın, güzel giyimin filan!” İlaçlarla kendime gelişim de aylar sürdü elbette.

Okuyorum şimdilerde... Odaklanabildiğim sürece iyi de kitap okuyorum. Ama her zaman odaklanmak kolay değil. İyice yalnızlaşmış hissediyorum kendimi böyle soyutlayınca herkes ve her şeyden, sebepsiz ve hedefsiz öylece dalıp kalıyorum. Yazıyorum. Eskiden yazdıklarımı gözden geçirirken ne zaman yazmışım bunu diye bu kez de eskilere dalıp kalıyorum.

Üç dört ayrı kitabı aynı anda, birinde dağıldıysa zihnim ötekinde toparlansın diye okur oldum. Kimisi elle tutulur kitap ama kimi pdf dosya, bilgisayar başına mıhlanmam gerek okurken.
Birkaç gündür elimde dolaştırabildiğim Leyla Erbil kitaplarına eşlik olsun diye Vergilius'un Ölümü kitabını pdf dosyadan ve böylece bir sandalye üzerine tünemiş, gözlerim ekrana çakılı, sayfaları ilerleten elim mausta, kıpırdamadan, dayanabildiğim kadar anlayarak okuyorum.
Kitap H. Broch'un, çevirmeni Ahmet Cemal. “Ömrümü verdim!” diyor çevirmen, “Böyle çevirebilmek için ömrümün kırk yılını verdim!”, severek ve anlayarak okuyor ve emeğine değmiş deyip hak veriyorum ona. Bir neyse daha!

Gelelim bu yazıya niye böyle bir başlık seçtiğime…
Kitabın bir yerinde ölen karısını özlerken yaptığı betimlemelerin bir yerinde "kına ağacının beyazlığı" tanımı geçince birden irkildim. Onca yıldır saçlarıma bakım için kına yakarım, bir gün bile merak etmemişim nereden elde ediliyor o toz diye. Kına kına ağacı diye bir şeyden söz edildiğini duydum tabi de her nedense onun adının ateş düşürücü bitkisel ürünler arasında geçişi yüzünden onunla başıma yaktığım arasında bağ kurmamıştım.

Zaman zaman çocukluğumun en güzel zamanları olarak Emirdağ üzerindeki yayla zamanlarımı anımsarım. Kimi taşların üzerini kadifemsi bir örtü gibi kaplardı yosunlar ve arkadaşlarımla onlardan ezip elimize kına yapardık küçükken... Kına taşı diye de bir şey var aktarlarda, bir ondan bir de yayla anılarımdan el alıp kınanın taşla bağı var sanım o zamandan kalma olmalı... 
Ellerime, ayaklarıma ve çok küçük yaşta güneşten korusun diye sapsarı kaş ve kirpiklerime yakıldığı oldu kınanın. Ben hep taştan, topraktan elde edilen bir şey sanmaya devam edip durdum...

Ağacı varmış yahu! O ağacın yaprakları kurutulup, öğütülüp o toza dönüşüyormuş.
Sonra internetten daha fazlasını da araştırdım, kimi aktarda biraz koyu renk kiminde daha açık yeşil olmasının sebebi açık olanlara başka ot karıştırılmasıymış.
Hakiki ve bünyenin birçok yerine yarayışlı kına hafif kahveye dönük koyu yeşil olanmış...
Bundan sonra hiçbir aktar kandıramayacak artık, akıp gitmeyecek boya karıştırılan kınamın rengi.

Okuduğum kitap şiir üzerine düşündürecek çok şey söylüyor diye olabildiğince dikkatle okumaya ve kimi yerleri de kopyalayıp bir yere not olarak eklemeye başlamıştım. Ola ki üzerine bir yazı çıkarsa o notlar yeterli olacaktı yazıyı tamamlamaya...
Oysa kına ağacı kadar ağacın beyazlığı tamlaması da çarptı ve işte durduk yere kına hakkında bu yazıyı yazıyorken buldum kendimi. 

Hem aslı beyaz kabuklu bir ağacın yeşil yaprağı, pembe çiçeği ve sonra hepsinin birden kuru halinin saçta, başta, elde, ayakta kırmızı, yer yer siyaha yakın kırmızı renk veriyor olması da şiir olmalı. Dünyanın birçok yerinde kullanılan kına tozunun ağacının yetiştiği yerler dünyada ekvator çizgisine yakın sıcak ülkelerle sınırlıymış. Hac mevsiminin çoğu kez ibadet ediliyor işte bilgisi yerine hacdan dönenlerin getirdiği kına ile zihnimde kalışı da böylece sebebini keşfetti. 

Çok yaşa sen Vergilius!
Öldün ama üzerine hâlâ yazılar, kitaplar yazılıyor asırlardır ve ben de tuttum karının yüzündeki aklığı, saydamlığı betimlerken kullandığın kına ağacı beyazıyla seni bir kez daha ölümsüz kıldım işte.

Ya... Evet!  Ben yaptım onu!
Çünkü senin de bildiğin gibi aynı zamanda insanın, eşyanın, doğanın ve tümüyle yaşamın şiirini yaratarak yakalamasına izin verilen sanatçıdır insan. Yalnızlık kadar yazmaya hükümlü olduğu da hiçbir zaman tartışılmayacak artık. Çünkü içindeki şarkıyı duyduğu kadar duyuyor ve söyleyebiliyor insan başkalarınca söylenen şarkıları. Artık içimdeki şarkıyı mırıldanmaya devam edebilmeyi de diliyorum hep, başkalarının şarkılarını duyabilmek, yazabilmek ve yaşatabilmek için.

Gebze, 2.3.2021, Ünsal Çankaya.
Patika Dergi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2021, Sayı:114



https://ayisigindan.blogspot.com/p/gecip-giden-2012-yazi-icin-notlar.html




2012, yaz bir türlü gelmedi derken aniden gelip-geçip gitti bile.
Gidip te dönmemek var diye korkarım her gidişten...

Bu kez sessiz sedasız gidip döndüm...
Dinlendim.
Sevgili dayıcığım da bir yıl daha yaşlanmıştı .
Enerjimiz azalıyor git gide...

Onu şekeri kırk üçe düşmüş ve sözcükleri anlaşılamaz halde bulduğumuzda aklım çıkacaktı .
Ambulans... hastane... serumlar... sonra rahat bir nefes... sekelsiz atlattık bu arbedeyi...

Şimdi yatağının başucuna bir kutu çikolata koyup geldim o şeker hastasının... yükseği bir dert... ama düşmesi daha büyük....

Tatil mi... yaptım... Onun yanındaki huzurum var ya... Beş yıldızlı hiç bir yerde bulamadığım tek şey... Onun bana bakışı annemin bana bakışı gibi... Konuşmadan anlaşıvermek her işte...

Gencecik üç meslektaşımla tanıştım. Selin, Özgür, Özge. Ve sonra Selin'in kuzeni Merkez bankacı Esin ile... Her zaman olduğu gibi dayımın deyimiyle bizim kız Hanife ve Aydın'la birkaç kez araya geldik ve çok güzel geçti zaman birbirimize takılarak öylece.

Dayımın kızı Z Deniz ve kocası Deniz'le beraberlik ise çok hoştu.
Hepimiz... yani Aydın ve Hanife, Özge-Selin ve Özgür ve Z Deniz, Deniz ile bendeniz bir araya geldiğimiz için çok mutlu olduk...

Mehmet Özkan ağabeyle yeniden görüşürken kızı Burcu Zeynep'le ve yeğeni şair kardeşim Bilge Ay ve onun da güzel oğlu Deniz ile sanaldan gerçeğe dönüştü kavuşmamız ve yüz yüze tanıştım...

Tam 36 yıl sonra lisedeki felsefe öğretmenimle( Fevzi Sandal) buluştuk aynı anda, çünkü Mehmet Özkan ağabey de onunla aynı yerlerde öğretmen olarak çalıştığından ilk sorduğumda tanıyorum demiş ve selamlarımı iletmişti zaten...

Dönüşte öyle pek sağa sola uğramayı sevmeyen eşim Muzaffer'i bir de kırk yıllık arkadaşlarımın evine uğramaya ikna ettim ki... Ayşe ve Abdil, kızları-damatları ile karşıladılar bizi ve bu kısacık buluşmayla sevinç yumağıyla örülmüş oldu dönüş yolumuz...

Bursa'da oğlunu kaybeden Cumhuriyet savcısı arkadaşımıza uğramak niyetimizse yarım kaldı-onlar da yenice ailesi ile bayramlaşmaya İnegöl'e geçmişlerdi. Adalet Org Bursa buluşmasına bıraktık görüşmeyi. Kalan tek oğul Batuhan tam burslu Bilgi Üniversitesinde iç mimarlık kazanmıştı ki... bu tüm yaşananlar arkasından ortalama bir teselli ikramiyesi gibi... Kutladım... İçlerindeki sızıya bir ilaç olur belki...

Çok kitap aldım ve çok okudum çok...
Hele bir kitap var ki... sahilde... tek başımayken... adımı gördüm içinde... Kardeş Günlükler 167.sayfa. Yazarı Gültekin Emre.

Bu müthiş güzel bir duygu... İnsan beklemediği bir anda adıyla karşılaşıyor kitapta... İşte o an ve sonrası ise insana çok güzel hisler yaşatıyor... Savaşa karşı kadın şairler seçkisinde (86 kadın şairden 137 şiir içeren "Güneşi Öpmek İçin" adlı bu kitabı Arzu K. Ayçiçek ve Zübeyde Seven Turan-EKYAZ( Egeli Kadın Yazarlar) adına çıkartmışlardı.) niçin adımın yer almadığını anlayamadığını soruyordu yazarı Kardeş Günlükler adlı denemeler kitabında... Gülseli İnal, Nilgün Marmara ve Pelin Özer' de alınmamıştı üstelik kitaba.(Bunun nedeni Ünsal olan adımın hep bir erkeğe ait sanılmasıdır belki de, ama bunu nereden bilsin edebiyatçı-şair Gültekin Emre ağabeyim...)

Sevgili Cengiz dayım; ilkokula başlamadan onun her gün eve getirdiği Cumhuriyet ile okumaya başladım. Yüzlerce kitabını, dergisini okudum bizde kaldığı günlerde ve sonra ayrı bir eve taşındığında bile... Onunla ve evinde zaman geçirmek kırk yılı aşan bir alışkanlığım... Gurur duydu adımı görünce... Şiirlerimi okuyup-beğenisini paylaştığındaki sevinci yaşadım yine... O çok sağlam bir Türkçe-edebiyat öğretmeniydi emekli olmadan önce... Emeğiyle ilk öğretmenim benim.

Bayramın ilk gününü onunla geçirdiğimiz için de çok mutlu oldu... Hele ayrılmadan Aydın, Hanife ve yeğenleri Efe de gelince, ev çoluk çocukla şenlenmişti keyifle... Arkamızda hüzünle bırakıyoruz her yaz... Dileğimiz yeni senelerde de böyle görüşmek üzerine... Hep inşallah diyoruz ikimiz de... İnşallah.... Ömrümüz izin verdiği sürece...

İşte... Tatil bitti ve yeniden evdeyim... Alerjilerim ve ben... Değişen bir şey yok.

Ülkemizde değişen bir şey olmadığı gibi kötüye giden şeyler can sıkıyor...
Kan...Terör kan içmeye devam ediyor... Yönetenler ise emperyalistlerin oyunları ile kendi çıkarları için buluştukları o kara noktada üretilen safsatalarla yarattıkları yeni düzen dünyasında iyi insanları-üreten insanları-emek ve değeri bilen insanları... yani aydınları biçmeye!

Gebze, 21.8.2012, Ünsal Çankaya

DİP NOT; Bu notları yayınladığımda sağ olan Asuman Üçöz ağabey bir dahaki yıl "Bursa'yı da atlama!" demişti, Mehmet Özkan ağabey ise son paragrafı okuyup, "Sözümüz kalmadı yine!"...
Facebuk notlar alanında herkese açık yayınlanmayanları artık göstermiyor bana bile, sadece bana yayınladıklarımı ise düzenleyemiyorum herkesçe görünsün diye.
Bu yüzden oradan alıp, bloğumda bir sayfaya koyayım bari dedim... Unutulmasın hem, hem de hisse alan olur belki okuduğunda, tarihe düştüğümüz minik notlardan.
İşte bu dip notu 2021 Ağustos 21 dediğinde eklerken o ikisi de çoktan çekip gitti dünyadan. Okuyup beğeni koyan ağabeyim ve Turabi dahil başka yakın ya da sayfa arkadaşlarım da...
Terör dünyada hız kesmedi, bizim yöneticilerse şimdilerde Irak ve Suriye batağından sonra Afganistan ve Taliban batağına kol kanat germek niyetinde...
Aklımız almıyor olanları,,. Kalbimiz anlamıyor bunca aymazlıkları.


https://ayisigindan.blogspot.com/p/omru-sadelestirmek-uzerine-1-2-3.html


ÖMRÜ SADELEŞTİRMEK ÜZERİNE


-1-

Saklamak ve-biriktirmekle geçti ömrümüz. 
Bunu bizden sonra kim ne yapar diye düşünüp, sadeleştirmeye başlamalıyız ömrü.
Yalın olalım zenginliğimizde bile.

Bunu çoktandır düşünüyorum...
Hani gençliğimden tanıdığım ilk arkadaş ölümleri ile düştüyse de yüreğime...
Ölüm ve sonrasını düşündüğümdense de... Yapılmalı... Bunu yapmalı deyip durdum yıllarca...

Nihayet bir zorunlulukla -emeklilik kararı vermekle- başladım işe; öncelikle iş yerindeki arşivimi en işe yarayacak olanlarından başlayarak son dönemde en başarılı olan ve insancıllığı ile bilgisini harmanlayıp hukukta insana dair üretimlerde bulunacak -ileride hakimlik sınavını da kazanırsa çok kaliteli bir yargılama yapacağına inandığım avukat adayına devrettim. (Kazandı, şimdi hâkim, umarım öngördüğümce yararı oluyordur adalet arayan ve eşit adalete inanan insanlara.)
İmhası gerekenleri kendim imha ettim.
Her şeye karşın bu şimdilik dursun dediğim birkaç kutu kitap, karar ve çalışma notu evde şimdi...
Ne işe yarayacağı meçhul. (Yeğenimin kız olanı bitirdiğinde ona vereyim onları da karşılaştırmalı bakması gereken sorular için yararı olur belki.)
Çünkü ben yeniden hukuk üzerine çalışmayacağım, oğul robot mühendisi olacak-ve koca da doktor, tamamen insanın içi değil dışındaki yaralarla uğraşmakta...

Giysiler her gün işe giden için yetmezken evde oturan için-kimine de artık sığmaz olmuşsa hele-tam bir dağ, gereksiz bir yığınak... Ayıklanmalı onlar. Çünkü sonra kimse neyi muhafaza gerekir bilemeyecek-bunalacak... Eza olmasın kimseye...
Ben el emeğimle sadece bende olan ve üretenin bile düşünemeyeceği ayrıntı ile kişiselleştirdiğim birkaç kıyafeti muhafaza edeceğim-ilerde gelinim-torunum olur da işine yarar diye... Diğerlerinden kısmen el emekli olanları yeğenlerime devrettim. Onlar bilir değerini, severek giyer, saklarlar hem.
Böylece sadeleştiriyorum dolapları...
Bundan sonraki yaşamın ilgi alanlarına yer açılabilsin diye…

Kap-kacak,-bardak -çanak ya da televizyon, sehpa örtüleri gibi şeylere yer olmadı otuz yıllık taşınma ve yaşam alanı dizaynımda... Bundan sonra da gerekmez kanımca...Temiz ve kullanışlı-yaşamı kolaylaştırıcı -insanı ve evi daraltmayan şeyler olmalı zaten-ona ulaşana dek sadeleştirmeye devam gerek inandığımca.

Fotoğraf albümlerini dijitale aktardım, bilgisayarda izlenir halde saklamak için-asılları da var ama. İzleyene kim kimdir anlasın diye birer not eklemek için zaman kollayacağım o dijital albüm için... Henüz herhangi bir not ekleyemedim. Ama yapılmalı ve niye bende kalmış bunlar dediğim kareler de silinmeli. Not yazmak kişileri, belki yerleri, zamanları isimlendirmek zorunlu ve doğru işlem arşivlemede. O fotoğraflara bakanın tanıdığı kişilerse elbette. Hiç tanımamış, tanışmamış ve tanışamayacaksa ve tarihi değeri de yoksa içindeki kişilerin kalana ne yararı ne anlamı olur o karelerin.
Bir gün izleyip-geçmişte kim kimdi diye anımsamak isteyeceğim günler için anlamı sadece bana. Hiç kimseyi anımsayamaz hale gelmemek için de yararı olduğu yazılıyor unutmak üzerine yazılı makalelerde. Tabi dileğim o ki unuttuğumu fark etmeyecek kadar yitmesin belleğim de…

Tek dokunmayacağım şey her gün üst üste yığılı raflarıyla her odadaki artan kitapları, dergileriyle kitaplıklar...
Şiirlerimin, yazılarımın çıktığı basılı dergilerden ikişer nüsha.
Bir gün ona bakar ve arasında okumadığı bir kitap bulursa mutlu olsun diye oğul.
Okurken benden bir nota da rastlar belki sunum sayfalarında...
O kitaba ilişkin neler duyumsamışım daha ilk aldığımda...
Ve bir duruş bırakmış olacağım yazılarımla, bir duygu, şiirlerimle.
Severek okumasını umacağım oğulun, eşi ve çocuklarının.

Çünkü eşyayı azaltsak da ömürde insanı çoğaltmalı.
Aile de bu demek zaten…
Özlenecek büyükler, sevilecek küçükler..

Gebze, 2.11. 2013.

-2-


Bir zamanlar...
Bir zamanlar ömürlerimiz ne kadar da sadeydi.
O zamanlar evlerin arka bahçeleri vardı, siyasetlerin değil!


Sadeydi her şey. Dostluklar, arkadaşlıklar, sevgiler...
Yalın ve temiz.
Böyle karamsarlık yoktu: iyi ve güzel günlere inanırdı insanlar.


Ne kadar yorucu oldu bu çağ, ne kadar hızlı.
Yetişemiyoruz.
Yetişmek için neleri göz ardı ediyoruz!


Çöp evlerimiz oluyor gerçek anlamda.
Yığın yığın kıyafetler, eşyalar, anısı var diye saklanan objeler, abartı mobilyalar!
Biriktiriyoruz, bir gün sığamayacağımızı düşünmeden biriktiriyoruz yaşadığımız evlere...
Biriktiriyoruz ıvır-zıvırları kendimize ayak bağı olacağını göre göre...


Kaç kez düşündüm ömrü sadeleştirmeyi...
Kaç kez düşündüm bu sadeleşme sürecini yazıya düşürmeyi...
O kadar biriktirmişim ki ne başlayabiliyorum yazmaya ne enerjim kalmış ayıklamaya...


Dünyada ve ülkemizde 1960’lı yıllar üzerine bir çalışma yapılmış. Buna ilişkin bir mini belgesel izledim.
Her karede içim giderek, burnumun direği sızlayarak izledim çalışmayı.
O yılları merak edenler araştırıp, izlesin.
Birebir yaşayanlar daha bir nostaljik bulacak, gözleri nemli, ucundan yetişen benim gibiler ise özleyecek yazlık, çiçekli basmadan dikili o japone kol ve tvist etek elbisesini...


Bir zamanlar böyleydi...
Herkesin evinde dikiş makinesi... Anneler dikerdi kıyafetleri... Ya da komşu anneler.
Yazlık-kışlık gündelik birkaç parça ve gezmeye bir takım...
Bayramlık o nedenle sevindirirdi... Gezmek için olan gündeliğe o zaman inebilirdi.
Çünkü bayramlar bayram gibi gelirdi ve bayram insanı gerçekten mutlu ederdi.


Gebze, 10.4.2014,

-3-

Tam altı yıl geçmiş ikinci yazımın üzerimden.
Ömrü sadeleştirmek üzerine bir daha yazamadım.
Ama o son yazımdan bu yana evde tek başına kalmış bir karınca gibi didinip durdum.

Birden çok karıncanın nasıl bir iş bölümü ile çalışıp, iş bitirdiğini biliyorsanız tek başına kalan karıncanın ne anlama geldiğini anlarsınız mutlaka.
Başladığım hiçbir iş istediğim sürede bitmiyor çünkü. İstediğim de üfür süpür değil tabi. Eskiden beri ne yaparsam en iyisini yapmaya çalışıyorum.

Astımım ilerliyor. Enerjimi çoğu kez düzgün nefes alabilmeye harcıyorum. Günün yemeği varsa üzerine bir fazla iş yapabilmekle mutlu oluyorum. Değilse yemek yapmakla yetiniyorum. İşten gelecek eşe bir tabak yemek çıkarmak değil amaç, yapamazsam o ikimize de yapıyor zaten, tamamen bu dünyadan kopmayayım diye güne tutunma çabası…

Emeklilik öyle barbunyanın beneklisini ayıklamakla alışılacak şey değil, o ilk emeklilik şiirimden sonra çok daha iyi anladım. Okuyorum bolca. Yazıyorum sile boza. Ama en kolay alıştığım evde pijama keyfi. Bunu fazlasıyla kanıksamış olarak en yakındaki markete eşofmanla gitmek de olağan hale geldi. Böylece evden dışarı çıkarken bir moda sayfasına konuk olacak gibi çıkmamayı hiç ama hiç umursamıyorum artık.

Şapkalarımı dağıttım. O küçük numara ayakkabılarım çok az kişiye uyuyor, topuklu olanların neredeyse hepsini dağıttım. Henüz kimselere vermediğim kıyafetlerden çantalar diktim, battaniyeler ve yepyeni pantolonlar, elbiseler… Hepsini de elimle, iğne ile kuyu kazar gibi…
Annemden kalan dikiş makinam var ama üzerinde kolilerle kitaplar yığılı. Zaten o makinede sadece düz dikişi öğrenmiştim küçükken, anımsar mıyım çalıştırmayı, ya bozulduysa…

Son on beş yılda yazdığım yazı, şiir, şiirimsileri ara ara gözden geçiriyor, dosyalar yapmaya çalışıyorum. Ne afili isimler buldum dosyalarıma… İçini neyle doldurmaya kalksam o öteki dosyada daha iyi duracak diye gelen his yüzünden bitmiyor o dosyalar.
Bir hâkim kardeşim on beş yıl önce düzenle ve kitap yap, adın “dergi şairi” olmasın demişti.
Oysa ben dergilerde basılmasını önemsiyorum yalnızca. Dosyalar bitse bile haydi gidin, kitap olun demek zor gelecek bana… Çünkü hep bir tamam değil duygum ağır basıyor daha…

Ömrü eşyalardan sadeleştirirken yazdıklarım, yayınlananlar artıyor.
Bir tek onların artması dokunmuyor, okumak için alıp durduğum kitapların yanında.

Anlamını yitiren ne çok şey oldu şu son beş altı yılda.
Ömrü sadeleştirirken insanı çoğaltmalı diye yazmıştım oysa…
İki teyze, bir dayı, bir hala ve bir kuzeni ölüme kaptırmak yetmemiş gibi ağabeyim de gitti bu yıl alelacele. Çöreklendi kaldı acılar yüreğime. Tutamadım, tutamadık hiçbirini burada.
Ölüm girdi yaşadıklarımızın arasına, sözcük olmaktan öteye geçti, kavurdu acısıyla…

Ömrü sadeleştirmek daha da gerekli hale geldi bu yüzden.
Üste bedel ödeyip kurtulmaktan söz eden bir şiirim vardı acılar ve ölüm hakkında.
Ölmeden yapılacaklar arasına kimse yazmaz genelde, benim listemde ilk sıralardaydı, ‘Atalardan miras kalan neyin varsa temizle, çocuğuna akrabalarınla sorun bırakma’ ilkemi yaşama geçirdim.
Üzerime yük tüm miras paylarımdan, tapu masraflarını da ödeyip kurtuldum.

Şimdi…
İşte böyle, pek sadeleşmiş hissediyorum artık şu ömrü. Kuş kadar hafiflememiş olsam da.
Çünkü yapılacak daha pek çok iş var şu yalnız karınca için. Çalışacağım.
Kışa onlarca kavanoz turşu kurdum bu yıl. Önce sağlık diyorum.
Sonra… Belki daha da sadeleşir ömrümüz.
Yalınlıkta doruğu yakalamış oluruz.
 
Ama insan çoğaltma arzum sürüyor hâlâ, belki oğul evlenir, gelin ve torun severim birkaç yıl.
Hazırım dersem yalan, hazır değilim henüz toprak olmaya.

Gebze, 4.10.2020, Ünsal Çankaya.
Üvercinka, Eylül 2021, Sayı:83

(Temmuz-Ağustos 2021, Sayı:81-82 içinde başlığı verildi-içerik başkasının-)



https://ayisigindan.blogspot.com/p/bir-dizenin-pesinde.html
https://tunadergi.com/bir-dizenin-pesinde-ani-yasamak-bellekte-saklamak-gunde-yasatmak/

BİR DİZENİN PEŞİNDE


Yıllardır aklımda olan bir şiirin peşine düşüp, söz yazarı olarak “Artık yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da!” diyen o sevilen şarkıya eriştim önce, sonra şairin adına.
Sonra bugün Türkan Ateş'e ait iki kitaba kavuştum nihayet. 1965 ve 1968 baskı iki incecik kitap.
İlki ‘Tedirgin Gerçek’ (Ki “Artık yeşerecek bir dalım yok” şiiri bu ilk kitapta) ve ikincisi ‘Bütün Yenilgilere Alkış Tutulsun!’

Sahaflar dışında birkaç şehir kitaplığında yer aldığı bilgisi veriyor internet arama motoru Google.
Kültür Bakanlığı arşiv kaydı hakkındaki bilgiler aranınca bulunuyor Google üzerinde... Deneyen bilir.
Edirne şehir kütüphanesinde kaydı var madem… Önce orayı yoklattım... Devlet kaydı ve sanal dünya öyle biliyor ama kitap fiili olarak o devlet kütüphanesinde yok. 

Diğer kütüphaneler için yazışmaya uğraşamadım ve üstelik üşenmeden, hatırım için oralarda gidip bakacak, içinde aklımdaki dizesi olan şiirin fotokopisini ya da fotoğrafını çekip bana yollayacak meslektaş da tanımıyorum. Bu yüzden kitapçıma gidip, sahaflardan getirtmesi için sipariş verdim.

Sonra siparişimi yapan kitapçımdan öğrendim ki... Böyle az bulunur her türden eski kitaplar yürüyormuş kütüphanelerden... Tabi kendi kendine değil, okuyup, beğenen birilerinin çantasında ya da ceplerinde. Resmi kütüphane kaşesi, okur bilgisi filan hep belli... Ama kitap artık yanında götürenin elinde de durmuyor sanıyorum, sahaflara satılıyor uygun buldukları bedeller ile… İşte ondan sonrasında zaten az sayıda baskısı olan kitapların ederi alıcısı, meraklısı çıktığında bir küçük servet değerinde...

Bu kütüphanelerden yürüyüşlerin çözümünü devlet sahaflardan ederini ceza olarak tahsil etse, azalır diye düşündüm kendimce... Hani yürütüldüğünü hemen fark eden ya da kütüphanelerden kayıtlı alıcılar için düzenlenen fişlerde iade zamanı olur ya iade günlerini tam zamanında kontrole emek veren çalışanlar olursa… Gerçi iade edilmeyen kitaplar için öngörülen yasal ceza o kadar az ki… Tahsil için resmi yazı yazmaya bile değmez, posta gideri onun çok üzerinde. Hem niyeti sahiplenmek ya da pahalıya satmak olan kişi cezayı severek öder kurtulur ve kitap da ona kalır dedim araştırınca…

Neyse... Ben niye aradım bu kitapları asıl onu anlatacağım. Bir şiir yüzünden aramaya çıktım bu kitabı. Çünkü bir nedenle lise yıllarındaki şiir okuma yarışımıza gittiydi aklım. Benim okuduğumu bulmak kolay, ben okudum, içinde yer aldığı kitap da halen bende, üçüncü olanı hiç aklımda tutmamıştım ama okunmasıyla ikinci olan şiir bir dizesiyle hep belleğimin bir yerindeydi nedense… İşte onu da anımsadım aklım yarışmaya gidince. Ama o dizeyle bir kitaba ulaşmayı onca yıl başarmak mümkün değildi… Aramayı da arada aklıma takıldığı halde başaramadım. Ama birçok şiir kitabını okurken o dizeye rastlamayı umdum ve elbette iğneyle kuyu kazmak bile kolay ondan, okuduklarımın hiçbirinde rastlayamadım.

Bulunca gördüm ki aslında aklımda aramama neden olan o dize de alıntı galiba… Çünkü şiirin tümüne baktım, birkaç yerde tam yazdığım şekliyle geçiyor ve “Üst Üste Vurulmuşlar Meyhanesi” hep tırnak içinde. Demek ki dedim o şiir ya da dize aslında başkasının... Ama o şiiri aramayacağım. Çünkü aslında aradığım şiir o dizenin içinde yer aldığıydı, buldum. Yeni bir takıntı ise fazla olacak, farkındayım.
Belki o yıllarda kütüphanelere girmeyen bir şiirin alıntı dizeleri onlar, belki gazetelerin şiir köşelerinde yayınlanmıştır sadece. Şairi ve şiiri sadece Türkan Ateş’e malum, bize ise meçhul bırakılan bir dize… Madem ben asıl aradığımı buldum, yetinmeli artık onunla.

Arkadaşım şiiri kısmen erkek okuyuşuna değiştirip; örneğin şiirdeki ‘şehzadem' seslenişlerini kadınım, sevdiğim filan yaparak okumuştu sanırım... Okulumuz şiir okuma yarışında ikinci olan arkadaşımı sanal dünyada arayıp bulunca bir baktım ki o artık hayalini gerçek eden bir tiyatrocu olmuş. Televizyon dizilerinde de epeyce yer almış, ben hiç denk düşmemişim ya da isimlere dikkat kesilmemişim demek.

Aslında on yıl önce sanal dünyada buluşulunca ona sorduydum ilk olarak, okuduğun o şiir kimindi anımsıyor musun diye… Anımsamıyordu, kendi eklediği dizeler olduğu dışında tabi… Yine neyse diyelim de geçelim sonrasına. İşte benim aklıma takılan bir şey için ne kadar uğraştığımı o da anladı bu yazışma sırasında… Hem de üzerinden geçen zaman az değil, çeyrek asrı geçeli epey yıl oldu ve o da kaç yıldır aradığımı biliyordu, bulduğumu bilse şaşardı, duysa sevinirdi eminim dedim. Bulduğumun haberini, yazarın adını, kitabın ve şiirin adını ona da yazdım, onun için önemli değildi haber. “A… İyi!” dedi sadece.

Kırk beş yıl önceydi işte o yarışma… O yaşlarımızla… Afyonkarahisar Halk Eğitim Merkezindeyiz yine.
Tüm öğrenciler, aileler ve yakın sokaklarda oturup, oradaki etkinlikleri takipte gedikli mahalleliler.

Şiiri, okumayı seviyordum. Yazma denemelerine de zaten o yıllarda ve belki daha da öncesinde başladım da onlar o eski okul defterleri ile yitip gitti kira evlerinden taşındıkça… O yıl ‘Mustafa Kemal'in Sofrası ‘başlıklı Attila İlhan şiiri ile ben birinci olmuştum... Hem o şiiri çok güzel ve severek okumuştum... Çünkü ilkokul yıllarında, yaz tatillerinde dedeme gazete okuyarak başlamıştım yüksek sesle ve anlaşılır ve yaşar gibi okumaya. Hem de okumayı öğrendiğimden beri okullarda şiir okumalarında seçilmem olağandı sanki.
Özel günler anma ve kutlamalarında sahne almak dışında orta okulda koro çalışmasına, lisede ise o yıl tiyatro koluna katılmış; ses kontrolü, sözlerin anlaşılırlığı için çok küçük yaşlardan beri epeyi alıştırma olanağı bulmuştum… Ama asıl beğendiğim şiir onca yarışma şiiri arasında onun okuduğu olmalı ki aklımda takıntı kalan da yine ondan bir dize olmuştu. İşte tam kırk beş yıl sonra ben o şiiri buldum. Adı ‘TEDİRGİN ŞARKI’ imiş o şiirin. Benim çabam ve sonucu önemli haberdi benim için.

Haberi duyurmalı dostlara ama nasıl, bilemedim. Kimsenin uzun yazılar okumaya vakti yok artık, ama şarkıyla beraber bir bilgi paylaşımı iyi olur dedim, Facebook sayfama şarkıyı ekledim, altına kısa bir not, o notta çoktandır aradığım eski bir şiiri fazlasıyla bulduğumu yazdım...

Çünkü asıl kitabı ve ikinci bir kitabı bile buldum aynı şairden. Bir kadın şaire ulaşmak da kaymağı oldu bu tatlı uğraşın. Sonra oturdum bir an, bir anı nasıl yaşanır, yaşatılır diye sordum kendime. Yaz dedi içim. Yaz ki belgesi de kalsın sonraya, çünkü insan aklı nisyan ile maluldür. Yazdım işte. Olmuş değil mi? Kırk beş yıl öncesine gideceğiz çünkü birlikte... 

Biz kırk beş yıl önceye gidince şimdiki yaşlarımıza yakın iki kitap ve güzel birçok şiirle de buluşmuş olacağız böylece… Gitmişken ilk gençlik anılarımızda gezinir, dinlenir, düşler kurarız belki şimdiki güne. Hemen okudum kitapları, tüm şiirleri bir solukta hem de yarışmada okur gibi yaşayan ve yaşatan jestlerim, mimiklerimle.
Gördüm ki yazdığı yıllarda gencecik bir kadın olduğu anlaşılan şairin her şiiri hüzün, ki ne çok hüzün!
Sanki o yıllarda daha naifmiş sevdalar, sevdalılar ve sevdasını yazan güzel kadınlar.

Bu sav için kanıt mı istersiniz? Neden olmasın! Ben daha okurken inandım, yazarken sağlamasını yaptım savın. Muhayyer Kürdi bir şarkı olup ölümsüz kılınan şiirin şarkı olan sözlerini paylaşayım kanıt olarak. Ölümsüz bestesini yapan o çakır gözlü besteci Necdet Tokatlıoğlu’nu da anmış olalım.

“Artık yeşerecek bir dalım yok. /Yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da
Üç günlük ömrümü bir günde yitirdim. /Yarınlar gelse de hoş gelmese de
Paydos mutluluğa paydos artık. /Kaderim gülse de hoş gülmese de
Üç günlük ömrümü bir günde yitirdim. /Yarınlar gelse de hoş gelmese de.”

Gebze, 3.2.2021, Ünsal Çankaya

NOT: 

Tesadüfler ile yürüyor bilgi ve gerçek kendine mutlaka yol buluyor. 
"O yıllarda bir de Türkan Ateş vardı, Rauf Mutluay'ın zar artıklarından. "Bütün Yenilgilere Alkış Tutulsun" kitabıyla epeyce dalgalandırmıştı. Sonra bıraktı şiiri, radyo eğitim programları yazdı Türkan Demirkan olarak. Türkan Ateş adı, "Artık tutunacak bir dalım yok" şarkısının güfte yazarı olarak hemen her gün geçer radyoda. Anayım dedim." diye söz etti Sivas yangınından kurtulan yazar Lütfiye Aydın. Yeni soyadı ile arayınca Facebook üzerinde Ankara Bahçelievler Orta Okulu Grubunda öğrencileriyle bir fotoğrafına eriştim, “Bu kişi mi söz ettiğimiz Türkan?” diye sordum ve Lütfiye Hanım "Evet" dedi, "O yanındaki gülümseyen formalı kız da canım kızım Ceren Can Aydın. Bulursanız selam söyleyin!"

Sanal dünyada adı, soyadı ve iki kitap görseli dışında hiçbir bilgi yoktu şair için, Taşra Kızının Deliceleri kitabıyla bildiğim şair Türkan İldeniz’ in çıkacak son kitabıyla ilgili bir paylaşımda, öğretmen ve radyo programcısı olduğuna, evlilik soyadına ve şiiri bıraktığı yolundaki bilgilere ulaştım. 

Tam da onun kitaplarından birinin adı şu son durum. Var olmaya çalışanlar yanında tedirginlikle izini gizlemek için kitaplarına kısacık bir biyografi koymayanlar gerçeği de var... 27.8.2021.


Tuna Dergi, Ekim, Kasım, Aralık 2021, Sayı:12
Tuna Dergi com, Ekim 2021, sayı 12, Sayfa 54. 
Dergi sitesine 9 Ekim 2021 tarihinde eklenen yorumum da yayım sonrası gelişme notu olsun:

"Dergi haberini paylaştığımda değerli Lütfiye Aydın dışında Film Radyo Televizyonla Eğitim Merkezinde birlikte çalıştığı Vedat Yazıcı beye ve onun eşi Nazan Yazıcı hanıma da ulaştı onu arayışım.
Sağ olduğunu, İstanbul’da yaşadığını ve görme sorunları yaşadığı için sosyal medya kullanmadığını ve onun kızının adının da Ceren olduğunu öğrendim.
İletişim kurup yazım hakkında bilgi ulaştıracaklar…

Bana kalan unutulmayan bir dizenin beni çıkarttığı bu yolculukta üç edebiyat dostu daha edinmek ve şiiri güzel, şair olacak, çok tanınacak, bilinecek ve kalıcı olacak diye daha eski ve ünlü isimlerin ‘zar attığı’ diye tanımlanan ( bu yazıda adı geçen Türkan Hanım için örneğin Rauf Mutluay böyle bir öngörüde bulunmuş ve ama yanılmış, tümüyle şiiri bırakacağı öngörülmemiş) şiirlerinin yer aldığı görseldeki iki nadir bulunur kitaba erişmek ve unutulan şairler arasında sadece adıyla yer alan Türkan Ateş Demirkan için devlet kurumlarında araştırma ile ulaşılacak iki mihenk taşının yerini gösteren bir çığra açmış olmak….
Açılan çığradan yürününce yol daha kolay bulunur çünkü…
Yaşayan bir emekli öğretmen için SGK kurumu da bilgi kaynağıdır elbette…"



https://ayisigindan.blogspot.com/p/bir-unlu-maya-yuzunden-animsananlar.html

BİR UNLU MAYA YÜZÜNDEN ANIMSANANLAR

"Emirdağlarının karı erimez..." der türkü...
Fotoğrafında da var o karlar, çıplak gözle baksan da.
"Şu yüce dağların karı erimez…" der başka bir türkü.
Yüce ise başı dumanlı, dumanlıysa kar saklar tepesine.

Kışın deli gibi yağar zirvelere o karlar, Yağar birikir öncekinin üstüne.
Baharda birazı erir, iner aşağı. Taşar derelerden neşesi, gamı.

Tam tarla sulama zamanlarına denk düşer akış. Sel olur.
Sel olur ya hep yıkım değildir sel, umut olur, selin önünü çeviren tarlasını, bağını, bostanını sular.
Sel yıkım yapmasın, sular çok aksın diyedir hayır dualar.
Sular o yüzden tam mevsiminde gelir ve hasadın verimi artsın diye akar da akar.

Ama kalan karlar erimez. O dağın başına beyaz şapkadır.
Onlar var diye zaten Emirdağı sıra sıra dizilmiştir birbirine ulanıp.
Onlar var diye en tepe Emir Baba otağı, obasıdır.

Öyledir... Türküler doğru söylüyor. Erimiyor o karlar.
O yüzden kar yatağı denen yeri var zirvesinde.
O yüzden buz satanlar olurdu yaz günlerinde.

Çocuktum, kör duman içinde kuzu aradım. Yağmuruna yaşına yakalandım. Ebem kuşağını hep benim sandım. Yağmur sonrasına mantar topladım, közledim de ateşinde tuzumla, artanla da bulgur pilavı kaşıkladım. Çocuktum. Mutluydum. Hep öyle yaşanıp gidecek sandım. Yayla verimdir çünkü, yaşamdır, sonraya da hep umut.

Dağa, yaylaya bahar biterken tüm yaz için çıkılır o yüzden... Hayvanlar daha çok ot bulabilsin, daha çok beslensin insanlar diye. Baba köyümde topraklar kıraç.
Kervanlar ile çıkılırdı çok eskilerde. Yüklü develerin kervanı ile.
Göç gider ve kalınırdı üç beş ay, o ıssız gökyüzünün altında, dağın taşın üstünde ve özgürlük içimizde.
Kervanın başında en güzel kızlar, maya olan ise satılıp bitmeden en süslü devenin yükü üstünde. Daha sonraları at. Şimdilerde arazi araçları ile gezmeye çıkıyor gençler, köydeki yaşlılar nostalji diye.

Benim annem bir mayaydı. Hem bembeyaz teni ile çok güzel hem üretken hem doğurgan.
Bir kervanın başını en kademli, en uğurlu, en kıdemli aile çeker derler. Yaz bereketli olsun, sürüleri kurt kapmasın, yağmur yaş ve sel olmasın diye.
Her iki köyünde asildi annem. Her iki köyünde aslı bilinen.
Türkmen güzellerin güzellerinden.

Kendi köyünde yakılmış bir türküde şöyle geçiyor onun o Maya’lığı.

"Yeğin olur bizim köyün ovası
Kötü Hamit derler, köyün ağası
Sallana sallana suya gidiyor
Şu Kara Meleğin unlu mayası."

Hamit annemin öz amcası, uzun yıllar köy muhtarı.
Melek ise annemin yanındayken bile özlediği annesi, benim ebem.
Türküdeki üç kişi de gitti erkenden. Anne köyümün ovası hâlâ yeğin… Verimli yani.

Anneciğime on dört on beş yaşlarında sevdalanıp, dilden dile gelen bu türküyü yaktıran da gitmiş, çoktan toprağına karışmış, Sosyal medyada hısım akraba bulduk ya birbirimizi, onun oğlu paylaştı bu dörtlüğü. Unutulmasın dedi.

Bizim çocuklar da yaşar mı onlar ve bizler kadar umutlu ve güzel günler bilmiyorum.
Annem çok erken gitti… Erken biçilen ekine yandı özümüz.
“Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor” der başka bir yörede türkü…
Çok yaşasak bile çağ değişti işte, ne öyle yangın sevdalar ne ağıt ne türkü yakma kaldı.
Belki de kimse bizim döktüğümüz kadar bile dökmez arkamızdan yaşları.

Şimdi el aldığım o türkülerden
Aksa da dilime benzer heceler
O büyükler gitti, biz garip kaldık
Sözümüze türkü olmaz heceler.

Mayamız yatıyor köy toprağında,
Kervana devemiz kalmadı bizim.
Düzen kurulsa da göçün yoluna
Yükü indirmeye dermansız dizim.

Ah ederken sızı olmuş, olanlar
Yanıyor yakarken yüreğimizi
Bir yayla sefası özlerim şimdi
Bir gönül şenliği, tüm ailemle.

Ah o dağlar...
Buz gibi pınarlarından sular içtim de üstünde kurduğum düşlerin binde birini yaşadım ancak.
Ölüm olmasa. Ölüm olmasa artık. Ayrılığa dayanıyor yüreğim.

Gebze, 21.2.2020, Ünsal Çankaya.
Patika, Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi, Ekim, Kasım, Aralık 2020,  Sayı:111


https://ayisigindan.blogspot.com/p/kederliyim-atam.html

KEDERLİYİM ATAM!

Senin hiç rahat uyumadığını biliyorum. Üstelik; “Bu ülkeyi böyle mi bıraktım, bilimden niye saptınız siz?” dediğini de duyar gibiyken hepimize… Kederli olmak yetmez aslında, bilimden hiç ayrılmayanlar arasında olduğum halde.


KEDERLİYİM ATAM!

Kederliyim. Çünkü…

Ülkenin gündemi yokluktan, yoksulluktan değil borç batağındaki insanların ölüm haberleriyle dolu…
Önceki gün Fatih ilçesinde dört yaşlı insan… Bugün Antalya. Dört ölüm daha.
Haber veriş tarzı tuhaf medyanın… “Bir ailenin toplu intiharı!” diyorlar olaya.

Oysa hiç ama hiç böyle denemez bu son olaya.
Çünkü bu sonuncuda, bilinçle, ölüm nedir bilip, isteyecek yaşta değil çocuklar.
Öyleyse olay ‘Çocuklarını öldüren baba ve annenin intiharı… ‘ ya da ‘Karısı ve çocuklarını zehirleyen birinin intiharı.’ diye verilmeli.

Diğer olayın da (İstanbul- Fatih ilçesindeki) büyük olasılıkla ‘Toplu intihar!’ dense de yine böyle (Bir tarafı cinayet-sonrası intihar) olduğunu sanıyorum. Belki ben sadece her iki olayın hukuksal yönüne değinmeden edemiyorum. Çünkü onlar büyük olasılıkla yazdığım gibi olmuştur. Başka türlüsü, hele de çocuklar söz konusu olunca, olanaksız.
(Gerçi çizgi oyunlardaki zihinsel saldırılardan kaçamayan çocukların da ölüme atladığı oluyor ya, orada da çocuk bilinçle istemiyor ölümü. İsteyemez de.) Hukukta bilme, anlama, isteme iradesi tam ise… vb. diyen kavramlarla yol alırız borçlanma ya da cezai ehliyet kurumlarına. Reşit olma hali de işte tam o nedenle on sekiz yaşa sabitlenmiştir yasalarımızda.

Haberin verilişindeki bu yanlışlık çok şeyi de yanlış yayacak topluma… Burada sorunlu değil sorumlu medya olunmalı. Ölümlerin nedenleri konusu sonuçla doğrudan bağlı değilse eğer, hepsine “toplu intihar!” vurgusu yapılması zor durumda. Bu yanlış vurgu sonrasında; borçlu, bunalmış, çok insana çıkar yol gibi görünecektir ‘intihar öncesi yakınlarını da öldürme’ ya da ‘birlikte onları da ölüme götürme’, olaydaki ölümler ve sonuçlar hakkında gerçek vurgulanmıyorsa…

Bu insanların borç batağında oldukları tartışmasız…
İcralar, ihtarnameler hepsi ile bir muhasebe kitabı dolar, bunu kimse yalanlayamaz yönetenler katında…

Ama niye borç batağında bu insanlar? Ülkede her şey güllük gülistanlık da bunlar kazanmayı bilmiyor ya da çok mu müsrifler acaba? Hayır… Ona da “İşte tam da bu yüzden!” diyemez hiçbir yöneten.
Öyleyse… Çıkıp halka gerçeği söylemeliler; “Ekonomimiz rayından çıktı, sorumlu biziz, yönetemedik, ama düzelteceğiz, filan gerçekçi programla, sıkın dişinizi…!” Demiyorlar…



Aksine dalga geçer gibi pazardaki enflasyonu değil hızardakini açıklıyorlar halka… Nasıl da kuşa dönmüş kesile, biçile o rakam… İnsan inanamıyor aslında…

Ama susuyor yönetenler…
Aymazlıklar ise diz boyu… İdare yerlerinde olanlar istatistiklerle oynayıp, kandıracağını sansa da insanlar mutfaktan biliyor, yangın büyüdü. Yalanla sönmez.

Yandaş medya, haciz üstüne haciz yemiş maaşın yüksek sayılacağından bahsediyor utanmadan…
“Müsrif bunlar!” demeye getiriyor… “Ekonomi tıkırında!” diyor her gün, her an… Yüzleri kızarmadan…

Bu insanlara, borç batağında, çok yakını insanlara karşı cinayeti ve sonrasında intiharı göze aldıranlar sustukça ve cinayetlere de değil sadece intihar sözüne, ‘toplu’ eklenerek vurgu yapıldıkça asıl sorun görülmeyecek, öldürümler, ölümlere neden olan asıl batak, ekonomik vurgun, bu vurgunda ihmalleri, basiretsizlikleri ile sorumlu olanların eylemi, eylemsizliği hafifletilmiş olacak.

Oysa birini öldürmek hafifletilemez. (Hafifsetilemez!)
İntihar da özenilecek, özendirilecek bir ölüm şekli olamaz.

(Özendirmek suçtur ayrıca, yeltenip, sonuçsuz kalana da ceza mı düşünmeli yasalar bilmiyorum…Çünkü çare gibi görünmemeli hiçbir insana.)

Bu ‘toplumsal cinnet hali’ yaygınlaşmadan, sosyal medya dahil her kanalda insanlara gerçeği, doğru tanımlarla veren, “Yapmayın, durun!” diyen, “Ekonomiyi düzelteceğiz, han, hamam yapmayacağız, bütçeyi harmanda savurmayacağız!” diyen yöneticiler çıkmalı ve sorumlu yayınlar yapılmalı.

Atam! Hâl bugün böyle!
İki gün önce de uzun bir yazı yazdım bu ölümler hakkında.
Dün başlamıştım bu yazıya… Bugün, gün aydınlanmadan tamamladım. Gün sensiz nasıl aydın olacaksa!

Kalbimdeki keder arttıkça artıyor.
Ülkemdeki bu ve benzeri ya da hiç benzemez ölüm haberlerinin artışının yarattığı keder koyulaştı.
Her on kasımda artıyor yokluğunun verdiği keder ile…
Hiç rahat uyuyamadığının bilinciyle…

Saygı ile… Özlem ile… Sevgi ile… Gebze, 10.11.2019

Kederliyim Atam!
İki yıl önce yazdığım yazı halen de güncel çünkü!
Üstelik epeyce de güncel kalacak gibi görünüyor her gününe daha da fakir uyandığımız ülkemizde…
Seni özlemek ise çok gerçek ve yakıyor yokluğun ülkemin her gününde!

Gebze, 10.11.2021, Ünsal Çankaya
Afyon Kültür Sanat com, 10.11.2021


................................


ÇOCUK HAKLARI SÖZDE KALACAKSA ÖRT Kİ ÖLEM!


Ört ki ölem!
Nasıl da bir umutsuzluk içeriyor olandan, olacaklardan yana.
Oysa biz gülümseme koymalıyız her çocuğun yüzüne… El ele.


Çünkü altına imza koyduğumuz bir uluslararası sözleşme var.
Çünkü 23 Nisan 1920 tarihinde açılan meclisimizin sözün millete geçmiş olmasının değerini bir bayram haline getirip çocuklarımıza armağan eden bir Atatürk’ümüz var.


Dünya Çocuk Hakları Günü, 1989 yılından bu yana, Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmesinin ardından 20 Kasım tarihinde farkındalık yaratmak için kutlanmaktadır. 193 ülke tarafından onaylanan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, kanunen çocukların sahip olduğu eğitim, sağlık, barınma gibi hakların tanımlanmasına olanak sağlamaktadır.


Çocuk hakları sözde kalacak haklar değildir…
Bugün sözde bıraktığınız hakların verdiği acılarla pişecek onlar.
Yarını güzel ve güvenli bir ülke olmak istiyorsak sözde değil özde olmalı verilen her sözün hayata işlenmesi.


Çocuklar için iyi bir şey yapan herkesin emeğine sağlık.
İmza kampanyaları var ‘çocuk işçiler’ için…
Hukuksal çabalar var ‘Suçlu’ ya da ‘Mağdur’ çocuklar için.
Ne tuhaf; Çocuk ve İşçi.
Ne tuhaf; Çocuk ve Suçlu.
Daha tuhafı: ÇOCUK ve MAĞDUR.
Yan yana gelmemesi gereken sözcük grupları bunlar.
O kadar çok yan yana geliyorlar ki inanamıyor yüreği kavrulanlar.


Çocukların hakları var.
Yaşamaktan başlayıp, barınma, beslenme, okuma, öğrenme ve oynamaya olmak üzere hep olumluluk içeren ve değişen.
Oysa bir başka yüzü var çocuk kuşağın; suça sürükleniyor suçun öznesi ve nesnesi olarak büyüklerce.


Çocuklar mala karşı, cana karşı suçlarda fail oluyor, cinsel suçlarda mağdur.
Çocukları mağdur eden bir dünyaya çevriliyoruz gittikçe.
İstismar ve sömürünün boyutu dünya ölçeğinden, kocaman.
Çocuklardan suçlu yaratan bir dünyaya çevrilmesi ne kötü dünyamızın.


Ama madem ki artık varlar, çözüm böyle olmalı, böyle yararlı olabiliriz diyen insanlar var.
Elimizden gelen katkıyı hak ediyor bu çabalar, bu insanlar…
Ben de diyorum ki diğer çocuklara…
İçindeki çocuğu kaybetmeyenlere…
Bu dünyada sizinle oynamak, paylaşmak ve büyümeye çalışmak isteyen milyonlarca çocuk var.
Sarı, kara, beyaz, her ırktan, her milletten, her ülkeden.


Bencilliğin lüzumu yok.
Yiyecek ve oyuncak paylaşacağınız şey, kitap ve giysi.
Birikince giyilmiyor bir daha.
Birikince yenilmiyor bozuluyor fazlası.
Okunan bir kez daha okunabilir başkalarınca.
Oyuncak arkadaş arar her oyunda yanına oynamaya.


Dünya çocuklara bir yıl veriyor
Sen küçücük bir paylaşım yapmıyorsan kendinden, dünyalı olduğuna inanmıyor çocuklar.
Çünkü çocuk hakları sözde kalacak haklar değildir…
Bugün sözde bıraktığınız hakların verdiği acılarla pişecek onlar.


Yarını güzel ve güvenli bir ülke olmak istiyorsak sözde değil özde olmalı verilen her sözün hayata işlenmesi.
Çocukların yüzünde gülümsemeye dönüşmesi…


Sevgiyle kardeşler, sevgiyle büyüyenler, sevgiyi büyütenler.
Sevgisiz bir dünya dardır çocuklar için…
Dar değil, var edelim onlara.


Gebze, 20. 11. 2018, Ünsal Çankaya.
Afyon Kültür Sanat com, 20.11.2021


https://ayisigindan.blogspot.com/p/hic-iyidir-aslinda.html

HİÇ İYİDİR ASLINDA.

Hiç.
“Hiç!” dedim “Ne yapıyorsun abla?” diyen genç meslektaşıma.
“Hiç olur mu hep!” dedi, “Artık biraz başka şeyler yap, ciddi bir iş düşün, olmazsa otur dilekçe yaz!”
“Yoksa altın günlerine mi katılmaya başladın, komşularla börek-çörek, çay, muhabbet filan?”


Yahu kardeşim, emekliyim ben, hiçten daha güzel yapılacak ne var ki? Çalışacak olsam emekli olmazdım ki zaten….
Arada sokağa çıkıyorum; sokakta tesadüfen karşılaştığım dostlarla merhabalaşıyorum.
(Dün banka sokağında şair Hüseyin Alemdar ve eşi ile karşılaştım örneğin, ilk kez yüz yüze denk düştük üstelik onun deyimi ile bu ‘yok şehir’ de ve sanki hep aynı sokakta karşılaşıyormuş gibi görünce “merhaba” dedik ve sonrasında “görüşürüz” diye ayrıldık.)

Arada siparişim kitapları almaya kitapçıma gidiyorum. Genel dağıtımdaki bir kaç aylık ya da iki aylık süreli dergilerimi alıyorum.
Dün dört dergi aldım örneğin. Bir de benim kitaplığıma uygun düşüp, yerini bulacak diye benim için ayrılmış bir kitap aldım.
Berkant Çolak’ a ait MÜBADELE isimli, şiirlerle mübadil fotoğrafları alt başlıklı bu kitap ve benim bu kitapla mutlu olacağımı düşünen kitapçının varlığı inanılmaz mutlu etti beni. 2005 baskı kitaptaki fotoğraflar ayrı güzel, şiirler ayrı güzel, şairlerin hepsi özeldi. Kimi doğrudan fotoğraf için yazılmıştı şiirlerin, kimi o fotoğrafa uygun düşen şiirlerdi.
Hele bir şiirle karşılaştım ki burnumun direği sızladı, içim cız etti. Seyhan Erözçelik Bartın ağzı ile yazmıştı bir fotoğrafa şiirini.
Benim iki yılımı mesleğin başında, tek başına ve çok yoğun çalışmama karşın çok da güzel dostluklar edinerek geçirdiğim, o zaman ilçe olan Bartın’ın bir çok yeri kadar o doğal şivesini de özlediğimi anladım ve Bartın üzerine yıllar sonra bir kez bile sohbet edemeden Seyhan Erözçelik’i 21.8.2011 tarihinde kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yeniden duydum.
O şiiri şuraya ekleyeyim ben… O kitaptaki hali de yazı görseli olsun ve kalsın tarihe.

BARTINLI BİR RUM SORUYOR

Oturuvaryoduk, gonuşuvaryoduk
Irmag’gıysından haç atıvaryoduk
Ney oluvadı ki?
Bize gidiy dedileğ.
Ağlaya ağlaya gidivedük.
Mezarlarımızı daşıyamadılağ.
Oraya Gâvur Daşı deyelağ.
Anamuy, babamuy, dedemiy kemikleri o’llada hâlâ duruya.
Duruya mı, duruvarya mı?
Gavşak suyu yok mu anam-

(Gâvur daşı; Bartın’daki Rum mezarlığı.
Gavşak Suyu: Bartın’ın en lezzetli suyu. Gavşak Suyu içen, bir daha Bartın’dan ayrılamazmış.)

Seyhan Erözçelik. (MÜBADELE- sayfa 42)

Bir öğle yemeği saati, mesailerine zarar vermeden sevdiğim meslektaşlarımla beraber oldum. (Bu da dün oldu.)
İşte bunlar iyi, iyi hissediyorum bunlarla, bırak, sürsün iyilik. Hayır! Şeytan diyor ki “başka bir iş yap!” deyin, “mutsuz olsun sizlerle bir araya geldiği ve biraz mutlu olduğu için!”
Uymasana kardeşim şu şeytana, bak ablan ” böyle iyiyim!” diyor her defasında sana.
Niye iyi olmayabileceğimi düşünüp – kuruyorsun kafanda?
Hayır anlayamıyorum, niye illa ki bir şey – yani bir başka ücretli iş- yapmam gerekiyor, kitap okumam, bir şeyler yazmam ve kendim için dinlenmem niye uğraş görünmüyor kimseye?

Anımsamışken, Facebuk üzerinde yıllar sonra sayfa arkadaşı olduğumuzda Ben onu Mustafa adı ile anımsamıştım, o beni anımsamadı elbette, çünkü tanıştığımızda adımı değil “Savcı Hanım” kimliğimi öğrenmesi yetmişti galiba. Bir gece bir grupta Labelladonna adı geçti şiirli bir tartışma sırasında, Unutma Beni çiçeği niye Unut Beni iken Unutma Beni olarak tercüme edilmiştir acaba konusu ardında.

İki yıl önce bugünlerde Moctaba Nahani tarafından Farsça çevirisi yapılıp, İran-Tebriz kentinde Ekonomi ve Sanat adlı dergide de yayımlanan Ayışığım Unutmasın başlıklı şiirimi paylaşmıştım ve Cem Uzungüneş “şiirin çok dokunaklı” demiş, Seyhan “şiir güzel.” diye beğenisini yazmıştı sonrasında.

Şubat ayıydı ve hepimiz ölüm bizden uzak sanıyorduk galiba… O yıl ağustos ortasını geçmişken henüz kırk dokuz yaşında olan Seyhan’ın ölüm haberini aldık ve ben bir yakınımı kaybetmiş gibi üzüldüm onun ardına. Gültekin Emre ağabeyle bir yazışmada o ve ben karşılıklı üzüntümüzü paylaşmıştık ve ben benzeri ölümler üzerine yazdığım şiirleri Ağıtsamalar başlığında bir dosyada toplamaktan söz etmiştim ilk defa…

O şiiri de getireceğim bu yazıyı yeniden bulmuşken sanal dünyada… Yazının tarihi bir önceki yıl, şiir sonraki yıldan.
Bartın’dan -1985-1988-yılları arasında Cumhuriyet Savcısı olarak gelip-geçen diye tanımlamıştım kendimi ve bir Bartın şairi ardına yazdığım şiiri adına açılan grupta paylaşırken.

YILDÖNÜMÜNDE

Unutmadık ki
Aramızda yaşıyor
Bartın’lı şair

Yorgunyokuşa
Şiir Atı yapardı
Dergicilikte

Mustafa Seyhan
Bartın Çayı akışlı
Şiirler yazdı

Gül ve Telve’yi
Türkçe’mizle bezedi
Dünyalı kıldı

“Unutmabeni
Çiçekleri mavisi
Pek içli ” dedim

“Unutmabeni
Çiçeğin mavisini
Olurum “dedim

Okudu bir gün;
“Labelladonna” dedi
“Çokça zehirli,

Uzak durmalı
Pıtrakları yüzünden;
Şiirse güzel!”

Bartın Ağzı’mız
Kavuşamadı güne
Gün yetim kaldı

Erözçelik’e
Nereye diyemeden
Ağustos aldı

Unutmadık hiç
Yarışır şiiriyle
Şiir atları.

Gebze, 21-08.2014

Durup durduğum yerde hiç bir şey yapmamam bile sanki göze mi görünüyor ki?
Böyle iyiyim. İyi. Bunda bir kötülük görmüyorum ben.
İyi olmanın neresi kötü olabilir ki?
Hiç işte! Hiç!’ 3.12.2013

HİÇ İYİDİR yazımı yazalı, hiç yapalı ya da hiçbir şey yapmayalı iki yılı geçti.
İyiyim böyle. Artık huzurum da biraz daha çok. Kendim oluyorum her geçen gün yeniden, kendime bile yenilmeden.
Çünkü hiç olmadıkça hiçbir şey yapmama özgürlüğü var insanın. Yazıyor, okuyor ve düşünüyorum.
Yemek yiyor, kendim yapıyorum yine. Ev işlerini de yine ben… Canım istediğinde yine.
Sağlıklı kalmaya çabalamak yoruyor sadece. 3 Aralık 2015

HİÇ İYİDİR yazalı üç yıl geçti. Hiç dediğim güzel şeyler yapmaya devam…
Üstelik artık haftada bir ya da iki tiyatro ya da konserler için gece bile çıkıyorum dışarı.
Okuduğum kitapları saymıyorum… Yazdıklarımı da. Artık yayınlananlar için bile sayım yapmayı bıraktım…
Dergilerini biriktiriyorum sadece, ileride bir gün kitaba dönüşmek isterlerse yayımlanmış halleri derli toplu olsun diye elimde…
Arada dikiş yapmaya devam…
Çünkü elime iğne saplandıkça unutmuyorum ata sözünü ve umuyorum saf saf, çuvaldız da sahibine saplanmalı artık diye… Oysa umurlarında bile değil bizi güne getirenlerin her şey… Oy alırken de onu kullanıyorlar, sorumluluktan kurtulurken de….
Ülkede ölene kalana ağlamaktan yoruldum…
Artık her işin sorumlusu olan (ben değilim sorumlu tutan- kader deyip, fıtrat deyip işin içinden sıyrılan iktidarın yetkilileri) Tanrı’ya madem ki her işi sana havale ediyorlar bari garibanlara acı diye sitemleniyorum… Hiç duymuyor! Hiç! Ama bu defa hiç çok iç acıtıyor! 2 Aralık 2016

İşte böyle… Bu da sonu olsun hiç yazılarının.
Yaşadıkça yaşamımın bir yerinde yüz yüze ya da yazdıklarıyla ömrüme dokunmuş insanlar için yazmaya devam edeceğim.
Yazınca da niye yazıyorsun diye sorulmasını, sorgulanmasını filan da asla umuruma almayacağım.
Çünkü başka hiçbir yazara niye yazdın, niye yazıyorsun diye soramayanların sorgulama hakkını kabul etmeyeceğim ve beğenip beğenmeme haklarını kabul ve saygı duyma dışında yargılamalarını dikkate almayacağım.

Hiçbir şey yazmasam bile okuyup, gelişip ve insan kalmaya devam edeceğim.

Gebze, 3.12.2021, Ünsal Çankaya