Translate

ANIMSADIKÇA

ANIMSADIKÇA.

Tarih anımsamaktır. Tarih bilmektir. Aktarılan bir anımsama bilgisidir özetle.

Ben Çavuşlu Sülalesindenim. Yusuf Beyler de deniyor sülalemize.
Bildiğim anımsadıklarım kadar. 
Peki soyumun öncesi ne? Daha öncesi? - Daha öncesi? İnsanın tarihinde tarihimiz nerede başlıyor, kimdir büyük atamız?
Bu sorular ve yanıtları bizi ırkçılığa değil, insanlığa, insan tarihimize taşır. sevgiyle anacağımız en büyük ataya. gen atamıza. insanların gurur duyacakları şey bu ataların hep iyi, hep doğru ve hep güzel işler yapmış olmalarıdır.

Hep iyi, hep güzel, hep doğru ile anımsayan, anımsatanlara selam olsun.

Tarih nedir diye sorulduğunda insanların vereceği bilimsel çok yanıt vardır. Her şeyin bir tarihi vardır. Her tarihin bir anlatanı. Anlatabilmek için anımsamak gerek o nedenle anlatılacak konu hakkındaki dönemsel bilgileri, belgeleri.

Tarih kök demektir. Bir yere bağlı olmak demektir. Kökten ve bağlı denince kökü ile toprağa bağlı olanlar gelecektir elbette ilk anda aklımıza.
Bir çiçeğin, bir bitkinin tarihi nedir ki? 
Tohumuyla ya da fidesiyle ekersiniz, sularsınız, büyür, çiçek açar, tohuma durur ve ölür. 
Peki bir çiçeğin tarihini çiçek diliyle kim bilir? Tohum. Tohumdur aktaran hep; belleğine aldığını aktarır yeşerirken, çoğalır ve öleceğini bilir sonra, yine tohum halinde saklar belleğine yeniden yeşermenin genetik bilgisini.

Ülkeler için, eşyalar için tarih başkadır, insanlar ve hayvanlar için başka.

İnsanlar için bitkilerin tarihini benzer düşündüğümüzde genlerimiz yaşam belleğini aktarır elbet, yeniden yaşama evrilmek için, yeniden ve yeniden çoğalıp, ölündüğünde doğmak için.

Eşyaların tarihini bilim belirler, sona erişini bilim açıklar.

En zorlu tarih bilgisi ülkeler ve insanlar için gerçekleşen anımsayıştır. Nesnel olabilmek ne kadar zordur öznel bakışlarda... Olayların tek yönü yoktur, insanlar tekdüze değildir, duygular işin içine girdiğinde insan yanılır.

Yanıltmayan anımsama gücüdür olaylarda. Yanıltmayan kendi duygularından da uzaktan bakabilmektir her yaşanana.

Yakın akraba, uzak akraba, ama aynı soy. Aynı kök. 
Söze konu olan bu ise; yani bir soyun tarihi ise... O tarih uzak ve yakın akrabaların sayısal bir araya gelişi, isimlerin alt alta yazılışı ve en alttan bakanın piramidin en üstünde yer alan ve ata sayılan kök ismi-isimleri bilmesi, tanıması ile yazılabilir.
Matematik güzeldir. Sayısal olarak soyumuzun kök atalardan geldiği sayıları devletin nüfus kayıtları düzenli ise bir çırpıda öğrenmek olanaklıdır. Nitekim hepimiz bir dönem merak edip, en azından kendi dedemizi bilecek kadar kapsamda bir kayıt çıkartmışızdır. Hiç değilse mal-mülk intikali için tapu ve vergi ilişikleri kesilmek gerektiğinde bir mirasçılık belgesi almak zorunludur, alınan mahkeme kaydında yakın soy ortaya çıkar.

Yaşı artık elliyi geçenler bilir ki kendi geniş aileleri birbirine yakın köylerde, evlerde ve hatta aynı evin birbirine ekli odalarında yaşıyordu. Büyük anne-büyük babalar ile yaşanılan o zamanlarda ne elektrik vardı, ne evlerde su. Herkes imece nedir biliyordu. İş ve eğlence, iyi ve kötü gün hep imece ile kotarılıyordu. 

O zamanları bilenler kitapların da az olduğunu, okur yazarın da az olduğunu , radyonun dahi sayılı evde olduğunu ve ama yine de insanların anlatı geleneği ile tarihlerini kendinden sonrakilere öykülerle, ağıtlarla aktardığını biliyordu. 

Ben kişisel olarak ve gelenek olduğundan annem ve babam şehirde çalışma zorunluğundan köyden gidince dedem ve ebeme bırakılan ve yalnızlıklarında can yoldaşı olan ikinci çocuktum. Ablam Tülay dokuz yaşına kadar kalmıştı, ben altı.

O zamanlar kulağımda kalan meselleri büyüdükçe tekrar tekrar anlattırdım. Kurtuluş Savaşında ebem ve benzeri yaştaki genç kızların yere kazılan buğday silolarında saklandıklarını, akrabamız Abdil Ağa'nın şişman olup, süngü yarası aldığını ve yığılı arpa sapları üzerinde çöküp, oturduğu yerde izi kaldığını defalarca anlattırmıştım. Çünkü düşman oraya kadar gelmiş, aile büyükleri kadınlarını korumak için çareler bulmuş , ailemizden savaşa katılanlar olmuş, ölmeden sağ kurtulmuşlardı. Bunlar gururla anacağım anılardı, anlatılması heyecan veriyordu, yaşamış ve o savaşı kazanmış kadar heyecan...
Sonra kim kimin, nereden akrabası kısmını defalarca sordum. Evimize gelen her akraba benim küçüklüğümü, o kıvırcık örgülü saçlarımı ve bildik halimi anımsar elbet belki küçümen ellerimle yaptığım kahvenin hatırına, benim de her birini sevgiyle anımsadığım gibi... Yaylaya çıkarken geçtiğimiz köylerde akrabalar, annemin köyünde akrabalar... Tuhaftı bu kadar çok yerde ve farklı yapılarda akrabalar olması... Kavim-hısım-akraba sözcüklerini de böyle öğrendim...
En çok benim çocuk inadım tuttuğunda o inadı kıramadığı için şaşkın ebemin bana biraz kızgın ama biraz da keyifle söylediği 'atçeken inadı' sözü tuhafıma giderdi... Anlamını bilmiyordum ama adımın konulduğu kişinin inatçı olduğunu tahmin ediyordum. Hani dedemin askerdeki yüzbaşısının adı Ünal imiş, onun adını koymaya gitmiş, ama yine akrabamız olan Nüfusçu Derviş olarak anılan büyüğümüz o çok erkek adı, bari Ünsal olsun, ün alacağına ün salsın demiş ya... Hep o yüzbaşı inatçıydı sanırdım...

Çağ gelişmiş, yüz yüze görmeden de telefon yoluyla akrabalarla iletişim kurulmuştu uzaklara -gurbete-gidene mektupla ulaşma yolundan sonra... Mektuplarda yollanan aile fotoğrafları ile surete bürünüyordu akrabalık.
İnternet bunun son aşaması-zirvesi oldu, hani deyim yerindeyse 'elin gavuru yaptı mı yapıyordu'. İnternet denen iletişim ağı -bir sanal dünyada, insanları birer bilgisayar başında ve hele ki kamerası da var ise arada yollar, ülkeler yokmuş gibi bir araya getirdi uzay çağında...

İşte bu son iletişim dünyası hem sanal hem de gerçekti.

Hepimiz önce soy adlarımızla aradık eşi-dostu. Buldukça bir sevindik, bir sevindik ki, böyle de sevinç mi olur, demeyin gitsin... Sonra paylaştıkları fotoğraflar ile gördük nerede, hangi akraba nasıl da büyümüş, yaşlanmış, ölmüş de yakınları anmak için fotoğrafını koymuş diye... Başarılarını okuduk, güzelliklerini gördük, hem mutlu olduk, hem gurur duyduk. Acıları paylaştılar, anında içimiz buruldu, sevinçleri paylaştılar içimiz sular kadar aydınlığa duruldu...

Bir gün her şey gibi iletişim de ilerledi, darmadağın olan, dünya yüzünde neredeyse her ülkede yerleşen akrabaları bir arada, bir kitapta buluşturacağım diyen bir aile büyüğümüz oldu... Nasıl heyecanlandım... Çünkü çocukluğumdan kendisini de anımsıyordum ama anımsadığım herkesi bir kitapta bulacaktım. Benim anımsadıklarımı tek oğlum Alican Onur'a fotoğraflarıyla anlatacaktım. Benim bu heyecanımı duyan herkes sevinçle paylaştı, aynı heyecanı bizden sonrakilerin yaşaması olanağı ise o kitapta bizlerin öncüllerinin kimler olduğunu ve nereden geldiğini bilmeleri etkili olabilirdi...

Bu kitap bunu başaracaktı.

Değerli büyüğüm Şükrü Türkmen ağabeyim bu kitabın hazırlık aşamalarında paylaştığı bir kısım bilgilerle benim ilk merakımı giderdi...' At çeken inadı' meğer bir deyim imiş... Baba soyum ÇAVUŞLU Suvermez Köyü ve yakınlarına iskan edilirken, anne soyum AT ÇEKEN de baba soyum ile aynı kökten gelip Hamzahacılı Köyü'ne yerleşmiş meğer. Fatma ebem bana hem kızıp, hem inadımdan keyif alırken kendi emmisi Fakı Hoca kızı olan Melek ebemin köyüne, kocasına, o soya olan kinayesini aktarıyormuş bana. Yani bir tarafın Çavuşlu derken inat tarafın da 'at çeken' soyu diyormuş anladığımca. Bunu anneme söylediğimde 'bak şimdi, olacak iş mi?' derdi, babama söylediğimde kahkahası yüzünden eksilmezdi.

Bu iletişim çağında akraba akrabayı buldu, akraba yapılacak işin değerini bildi. 
Eski soy geleneğimiz imece devreye girdi ve küçüğünden büyüğüne elinde anısı olan, belgesi olan katkı vermeye soyundu. O kadar dağılmıştık ki dünya yüzüne, birbirini uzaktan bilen değil yakınını bile yüz yüze hiç görmeden yaşıyordu akrabalar her yanda.
Bu nedenle toplanan fotoğraflar, küçük anılar, eskiler ve yeniler aynı kitapta buluşmanın heyecanını yaşatacaktı, bu nedenle hepimiz bu gönüllü kitap için elimizden geleni paylaştık başlangıcından sona...
Çavuşlu Sülalesi, Yusuf Beyler sülalesi bir araya gelebilmenin mutluluğunu, anımsama tarihini bir kitapla somutlaştırmanın sevinci ve gururunu duydu.
Bu gurur çocuklarımıza belgesi bir kitap dolusu fotoğraf ile yansıyacak. Bizim çocuklarımız bilginin hızla çoğalıp-bilgi kirliliğinin peşinden koşturduğu dünyada ellerinde gerçek bir soy bilgisi ile genetik aktarılan kodlarını sosyolojik olarak tamamlayacaklar bu kitapla. her bir fotoğrafta yaşamın insanların yüzüne yansıttığı ışığı, ayrılıkların, acıların, kahırların kazdığı çizgileri görecekler...

İnsanların anımsama tarihi böylece bakma ve görme ile pekişecek yüreğimizde.

Her akrabam kitap içinde her bir fotoğrafa bir öykü yazabilirler kendi anılarından. Ben babam Ata Türkmen için de, annem Faden Türkmen ( Bulut)için de, Fatma ebem ve halam Ayşe Dudu Bulut için de hem ağıt hem şiir yazdım. 
Asıl işim anne ve babamın dişten tırnaktan artırıp okuttuğu Hukuk Fakültesi sonrası beş yıl Cumhuriyet savcılığı ve her akrabamın duyduğunda gurur duyduğu yirmi beş yıl da hakimlik iken , o süreci emeklilikle ve anılarımı şiirle tamamladım.
Şiirle, öyküyle işimin vicdani yükünü hafiflettim ve bir yandan ağıt geleneğinden geldiğimi annemin ölümüyle anlayıp ilk ağıdımı yaptım. Türkü yakma geleneğimiz dürtükleyince Aykız mahlası ile hece şiirler yazıp ozanlığa özendim ve içimden geldiğince dizeleyip dergilere yolladığım serbest türde şiirlerle şair sayılıp Kadı Burhaneddin'den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi üçüncü baskısı içinde dokuz şiirimle yer alıp, şairden sayıldım.

Bu kitap için kendi babamın babası köyümüzde Nüfusçu Derviş'ten ayırmak için belki 'Kör Derviş' lakabıyla anılan dedem Derviş için yazdığım Anımsadıkça şiiri anımsama belleğimiz için bir şiir örneği sayılsın. Bir ağıt da insanın tarihini anlatır, özlemini anlatır ağıt yakan için ama aynı zamanda ölümü de anımsatır insana, oysa ben iyi şeyler anımsayalım isterim hep, bu şiirin bu nedenle özel bir değeri var benim için. Sevdiklerimizi hep böyle güzel anımsayalım.

ANIMSADIKÇA

Bir romanda. bir şiirde, bir öyküde,
Bir derviş dönmesin hırkasıyla ortada,
Bir lokmayı bölüşmesin insanlar sevdalarında,
Görmeyegöreyim uzun boyunlu atların sağrılarında,
O romanda yaşarım artık, benim olur o şiir.
Yazdığım öyküler olurum okuduğumla,
Dedem Derviş olur o kahraman,
Elimden sımsıkı tutan,
Çocukluğumla.

Ah dedem, güzel at binen bey dedem,
Katar katar develerle çıkılan yaylalardan,
Sürülerden koyun, kuzu seçerken sevdim seni.
O kış gecelerinde helva çekerken,
İpek ipek dökülen.
Çerçilerden önce gelen şekerimdin sen,
Zeytinin en irisi gözlerimle büyüyen.

Ne güzel bir adamdın sen öfkende, güneşinde,
Kıstığın gözlerine kör diye lâkap düşen.
Soy denir, sop denir gelmiş ile geçmişe,
Atamızdın, soyumuzdun geleceği getiren,
Ata dedin oğluna, Yılmaz, Yıldırım'larla
Varlığını büyüten.

Şimdi düşünüyorum o güzel günler için.
Ağlasam ayıp olur, anmasam büyük kayıp.
İçim yanıyor işte, kar yağıyor üstüne,
Bir Emirdağ türküsü dolanıyor dilime;
Göç üstüne göçüveren köyümden,
"Emirdağlarına kara gidelim, ayvadan usandık nara gidelim".

Gidilecek yer mi kaldı ay dedem;
Söyle bize nerelere gidelim?

8.3.2012. GEBZE. ÜNSAL ÇANKAYA.

Altı yüz elli civarında akraba ölmüşümüz, yaşayanımızla bir araya gelebilmenin de gururunu yaşıyorum bu kitap boyutunda.

Tüm akrabalarımıza, bizi bizden sonra anlayacak- anımsayacak, aktaracak çocuklarımıza, ellerine bir yazılı-anılı-fotoğrafla belgeli olarak bırakacağımız değerli bir miras olacak bu kitabı hazırlayanlara bin selam olsun.
Son söz olarak bu nedenle hepimiz adına içten teşekkürlerimi sunuyorum proje sahibi Şükrü Türkmen ağabeyime, kardeşi Özcan Türkmen ağabeyime, yardım eden, lojistik destek veren eşleri ve evlatlarına.
Bu mirasın değerini bilecek, sahiplenip, sonraki yıllarda da soy geliştikçe yenisini ekleyip aktaracak her bir akrabaya da şimdiden selam olsun. Gebze, 18.4.2014

Emekli Hakim Ünsal Çankaya.( Türkmen)

EMİRDAĞ VAKFI DERGİSİ
MART 2015. Yıl 17. sayı:29.