Translate

ünsal çankaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ünsal çankaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİ

GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİ

1980 öncesini Ankara'da yaşayan varsa anımsayacaktır...
Her sabah bir ölüme uyanırdık biz. Sağ'dan, sol'dan.
Yanardık içimizden, ürperirdik,
Korkardık ama korkmaz gibi yaşardık.

Bir küçük, bir büyük jetonumuz olurdu.
Radyo ya da TV. haberlerinden önce yetişmeye ailemize.
Sağız biz demek için. Ölen değiliz. Öldüren değil.
Karışmıyoruz olaylara, endişe etme.
Küçük jeton komşuya acele bir merhaba ile evdeyse annemi telefona çağırın demek için...
Onun gelmesini bekleyip, aradığımız ikincide kullanırdık büyük jetonu.

1980 öncesini Ankara'da yaşayan varsa anımsayacaktır.
Her sokakta güvercin ölüleri.
Çöpçüler en çok o yıllarda toplamıştır ölü güvercinleri.
Yanardık içimizden, ürperirdik. Nasıl da nefesi kesiliyordu kuşların.
Kuşlar kadar çaresiz hissederdik çoğunluk.

Nasıl olur da aynı ülkede kardeş olmazdı insan diğer bir kentin ana kuzusu genciyle.
Keskin bakışlar verirdi yanıtı, omuz atıp geçişler.
Bir gün nefessiz kalıvereceğimizi bilirdik bu ülkede.
Kuşlar gibi özgür olmak isterken bilirdik ki avlanır kuşlar, hoyratça avlanır sapan ile, ökse ile.
Bilirdik her şeyin üzerimize geleceğini, yaşam hakkınınsa "suç işlemez" olanlara tanındığını.
"Ya sev ya terket!" lerle ötelendi yarımız, acıyan yanımız, kanayan yaramız.

Tedirginlik ardına vurulmamayı umut silahımızdı ama.
"Güvercine dokunmazlar" güveninde o silahı boş olduğunu bilerek taşımaktı.
Oysa... Vururlar güvercinleri, ürkek ürkek uçuşları bu yüzdendir.
Nefessiz kalıp ölüşleri bu yüzden.
Yüzlerindeki bu vurguna inanamayan şaşkınlık artırır acımızı.
Ankara'nın her yerinde, her semtte, her sokakta, istisnasız.

Biz Ankara'da yaşadık diye yaşadığımızı biliriz elbet.
Öldüğümüz kadar ama, sonra da duyduğumuzu, gördüğümüzü biliriz.
Zaten yurdun her yerinde göz önünde yaşandı halen içimizi yakan yüzlerce acı.
İstanbul, Çorum, Kahraman Maraş...
Vuruldu birer birer tedirgin güvercinler,
Vurulduk kanadımızdan eşliğindeysek eğer.
Sonrası… Yurdumun her evinde bir 'Karanfil Yanığı!'*

Gebze, 14.1.2013, Ünsal Çankaya

* Ekin Sanat 49. sayısı ve Kadı Burhaneddin'den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi (3.4.5.Baskı ve Afyon Denge Gazetesi (2014) içinde yayımlanan Karanfil Yanığı şiirimin başlığı.

Patika, Ekim-Kasım-Aralık 2023, Sayı:123

YAŞARKEN ÖLÜNMESİN

YAŞARKEN ÖLÜNMESİN

Bir kuru dal gibi kalakalırsın, yitenin ağacın, kökünse eğer,
Sararır, gazele döner, yanarsın, hazanda dökülen yaprak misali.

Dağını kaybetmiş kar gibisindir, çağını kaybetmiş bir ömür gibi,
Yetmez teselliye dünya dilleri, bağları bozulan güle dönersin.

Bazen yaşıyorken ölür büyükler, yiter bellekleri, görmez sevgiyi.
İncinir yüreğin, gidişine mi, seni mutsuzluğa terk edişe mi?

Acısı ölümle eşit değil ki, unutulmaz bu nedenle kederi,
Ah babam, ölmeden unutuverdi, anıları yitti, öldürdü beni!

Gebze, 19.1.2006, Ünsal Çankaya.
17.10.2023, Gerçek Edebiyat.com


HİÇ İYİDİR ASLINDA

HİÇ İYİDİR ASLINDA.

Bir hiç güncesi olur mu insanın?
Olur. Var benim. Ara ara hiç yaptım, hiç yazdım, hiçliğin de tarihi okunsun diye.
Sonra üşenmedim, bir araya getirdim hiçlerimi.
İlkini emeklilik sonrası yazmıştım, onu başa alarak başladım derlemeye.

Hiç.
'Hiç!' dedim 'Ne yapıyorsun abla?' diyen genç meslektaşıma.
'Hiç olur mu hep!' dedi, 'Artık biraz başka şeyler yap, ciddi bir iş düşün, olmazsa otur dilekçe yaz!'
'Yoksa altın günlerine mi katılmaya başladın, komşularla börek-çörek, çay, muhabbet filan?'
Yahu kardeşim, emekliyim ben, hiçten daha güzel yapılacak ne var ki?
Çalışacak olsam emekli olmazdım ki zaten...

Arada sokağa çıkıyorum; sokakta tesadüfen karşılaştığım dostlarla merhabalaşıyorum.
(Dün banka sokağında Hüseyin Alemdar ve eşi ile karşılaştım örneğin, ilk kez yüz yüze denk düştük üstelik onun deyimi ile bu 'yok şehir' de ve sanki hep aynı sokakta karşılaşıyormuş gibi ' merhaba' sonrasında 'görüşürüz' diye ayrıldık.)

Arada siparişim kitapları almaya kitapçıma gidiyorum. Genel dağıtımdaki birkaç aylık ya da iki aylık süreli dergilerimi alıyorum. Dün dört dergi aldım örneğin. Bir de benim kitaplığıma uygun düşüp, yerini bulacak diye benim için ayrılmış bir kitap aldım. Berkant Çolak' a ait MÜBADELE isimli, şiirlerle mübadil fotoğrafları alt başlıklı bu kitap ve benim bu kitapla mutlu olacağımı düşünen bir kitapçımın varlığı inanılmaz mutlu etti beni.
2005 baskı kitaptaki fotoğraflar ayrı güzel, şiirler ayrı güzel, şairler hepsi özeldi. Kimi doğrudan fotoğraf için yazılmıştı şiirlerin, kimi o fotoğrafa uygun düşen şiirlerdi. Hele bir şiirle karşılaştım ki burnumun direği sızladı, içim cız etti. Seyhan Erözçelik Bartın ağzı ile yazmıştı bir fotoğrafa şiirini. Benim iki yılımı mesleğin başında, tek başına ve çok yoğun çalışmama karşın çok da güzel dostluklar edinerek geçirdiğim, o zaman ilçe olan Bartın'ın birçok yeri kadar o doğal şivesini de özlediğimi anladım ve Bartın üzerine yıllar sonra bir kez bile sohbet edemeden Seyhan Erözçelik'i kaybetmiş olmanın üzüntüsünü duydum.

Bir öğle yemeği saati, mesailerine zarar vermeden sevdiğim meslektaşlarımla beraber oldum. (Bu da dün oldu.) İşte bunlar iyi, iyi hissediyorum bunlarla, bırak, sürsün iyilik. Hayır! Şeytan diyor ki 'başka bir iş yap deyin, mutsuz olsun sizlerle bir araya geldiği ve biraz mutlu olduğu için!' Uymasana kardeşim şu şeytana, bak ablan ' böyle iyiyim!' diyor her defasında sana. Niye iyi olmayabileceğimi düşünüp kuruyorsun kafanda?

Hayır anlayamıyorum, niye illa ki bir şey- yani bir başka ücretli iş- yapmam gerekiyor, kitap okumam, bir şeyler yazmam ve kendim için dinlenmem niye uğraş görünmüyor kimseye?
Durup durduğum yerde hiçbir şey yapmamam bile sanki göze mi görünüyor ki?
Böyle iyiyim. İyi. Bunda bir kötülük görmüyorum ben.
İyi olmanın neresi kötü olabilir ki?
Hiç işte!
Hiç.
Gebze, 3.12.2013.

HİÇ yapalı ya da hiçbir şey yapmayalı iki yılı geçti.
İyiyim böyle.
Artık huzurum da biraz daha çok.
Kendim oluyorum her geçen gün yeniden, kendime bile yenilmeden.
Çünkü hiç olmazsa hiçbir şey yapmama özgürlüğü var insanın.
Yazıyor, okuyor ve düşünüyorum. Yemek yiyor, kendim yapıyorum yine. Ev işlerini de yine ben... Canım istediğinde yine. Sağlıklı kalmaya çabalamak yoruyor sadece. Gebze, 3.12.2015

HİÇ yapmaya devam...

Üstelik artık haftada bir ya da iki tiyatro ya da konserler için gece bile çıkıyorum dışarı.
Okuduğum kitapları saymıyorum... Yazdıklarımı da. Artık yayınlananlar için bile sayım yapmayı bıraktım... Dergilerini biriktiriyorum sadece, ileride bir gün kitaba dönüşmek isterlerse...yayımlanmış halleri derli toplu olsun diye elimde...

Arada dikiş yapmaya devam...Çünkü elime iğne saplandıkça unutmuyorum ata sözünü ve umuyorum saf saf, çuvaldız da sahibine saplanmalı artık diye...
Oysa umurlarında bile değil bizi güne getirenlerin her şey...
Oy alırken de onu kullanıyorlar, sorumluluktan kurtulurken de...

Ülkede ölene kalana ağlamaktan yoruldum... Artık her işin sorumlusu olan -ben değilim sorumlu tutan- kader deyip, fıtrat deyip işin içinden sıyrılan iktidarın yetkilileri- Tanrı'ya madem ki her işi sana havale ediyorlar bari garibanlara acı diye sitemle bekliyorum.
Sonrası…
Hiç...
Ama hiç değil!
O kadar iç acıtıyor yine de... Gebze, 3.12.2016

İşte bu ilk "HİÇ" sonrası yazılan "HİÇ"  bir dergide yayımlandı... Gebze, 3.12.2017

"HİÇ!

Hiç.
Yine hiç diyorum, öyle denmeli çünkü. Hiç.

Ne düşünüyorsun diye soran bir sanal dünya; sana ne demiyorum ona.
Onca önemim var belki, belki niyeti başka ama işte düşüncemi merak ediyor ve soruyor hiç değilse, doğrudan.
Ama yanıtım yine hiç.

Bir kez daha hiç demiştim ona, yine aynısını söylüyorum, anımsamalı çünkü, biliyor anımsamayı, anımsatıyor üstelik bana, her gece, yeni güne geçişte.
E, hiç tabi, hiç, ne düşüneceğim ki hiçten başka Eylül'de?

Yakınlığım tırnak içinde artık.
Adıma yazılan mektup adresime gelmiyor.
Paranteze sığıyor tarihim sayılanlar.

Eylül'dü.
Hep birlikte yaşadık.
Bana sadece benimki kaldı.

İyi ve kötü herkesteki kadardı, ömrümden ömür çalındı, ömrüme ömür kattım.
Sonra baktım ki Eylül diye yaşananlar kalmadı.
Yaşım bile Eylül'e ait değilmiş, yaş almam da, yaşlanmam da.

Madem bunca yanılsama var, yanılmadan yaşadıklarımdan öyküler çıkarmalıyım.
Günlük tutmadım, anılar için yanılma payım var, ölçüsü elbette kendi belleğimin izni, kalbin ikrarı kadar.
Öznellik elbet olacak, kurgu gereken kadar
.
Kaç Eylül daha geçer bilmiyorum...
Çünkü artık sonbahar.
Kaç Eylül anımsarım yaşanan güzellikleri...
İçinde yargılar, sınırlar olan, olmayan öyküleri daha ne kadar yazarım hiç bilmiyorum...
Çünkü ömrün de bir sınırı var, sabrın da, sevginin, özlemin de...

Sonra unutuveriyor insan...
Her şey unutuncaya kadar var.
Oğlunu, kızını, karısını, kocasını, anasını, babasını, bacısını, kardeşini, beslediği hayvanlarını, suladığı çiçeklerini, kullandığı eşyalarını, hobilerini, fobilerini, onları sevdiğini, sevmediğini...
Neye kırılıp, neye alındığını, ne zaman sevinip, niçin gururlandığını...
Acısını, sevincini, korkularını, hastalığını, sağlığını...
Unutuveriyor bir gün.

Hepsi sadece yaşarken ve ancak anımsarken ve elbette paylaşılırken anlamlı, önemli, değerli.
Bellek varsa var paylaşılan, paylaşıldıkça can yakan, acıtan, sevindiren, ağlatan, mutlandıran...
Hepsi belleğin gücüyle oranlı, iç ve dış sansürün sınırıyla bağlı, kimi anımsansa bile yazılması, paylaşılması olanaksız yüzlerce an, insan, eşya, bitki, hayvan...

İnsan işte! Bugün var, yarın yok.
Bugünü gerçek, yarını yalan, dünü ise sadece anımsanan.
Bir nokta kadar hükmü insanın. Bir ünlem kadar.
Noktadan, ünlemden öncesidir ömür diye adlanan.

Anımsanan kadardır cümle diye kurulan, öznesi, yüklemi olan. İşi, eylemi olan, zarfı, tümleci olan.
Devrik de olabilir, düz de, dik de olabilir, eğik de, bir çığlık gibidir kimi zaman, bir ıslıktır belki şarkılanan, uyandıran, uyaran. Anımsadıkça tamamlanan.
.
Kimi kez yarım kalır cümle, kimi kez susturulur insan, susar ya da bilerek, ömürdür ıskalanan.
İnsan her halini anımsar, anımsamalıdır da; çünkü anımsanan kadardır yaşam, insan o zaman insan.
Çünkü insan anımsadığı kadar var, unuttuğu kadarı yaşama sayılmayan. Gebze, 13.9.2015 (HUKAB Dergi, Temmuz-Eylül 2015. Sayı:14.)"

Sonrası da hiç!
Bana destek için değil kendi meraklarını doyurmak için soranlar beni çoktan unuttu.
Ben kendimce hiç yapmaya devam ediyorum.
Peki onlar?
Gittikleri, yaşadıkları, çalıştıkları yerlerde hiç yapmayı öğrendiler mi?
Hayır...
Çünkü hiç yapabilmek büyük bir fedâkarlık ister dünya hırsından.
Ben olmak kolay değil, bencil olmak dururken. Gebze, 3.12.2022

Yıl 2023. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı. Eylül bile bitmek üzere. 
Bir kışa daha gireceğiz.
Azıcık güneş aldım tarlalardan elimle domates biber toplarken.
Yıkayıp, doğrayıp kaynatırken düşündüm.
Ne yapıyorum ben? 
Hiç! 
Kavanozlar dolusu hiç!
Bu kış da bahara dek dayanmak için. Doyunmak için.

Turşu yapmayı zaten biliyordum, konserve yapmayı da öğrendim yani, birkaç yıldır artıyor çeşitleri.
Kavanozlar bu sonbahar da doldu soslar ve turşularla, bölüşülecek oğulla, kardeşle.
Boş kavanozlar gelecek onlardan, birikecek evimde... 
Bu döngü kısır belki ama sürecek, biliyorum.
Ömür oldukça!
Ya... Artık yaş kemale erdi. Yaşıtım kuzenlerden ölenler de var, okul arkadaşlarımdan da.
Artık sadece sağlık olsun diyorum... Gidince bir tek o gelmiyor geri. Sonrası... Hiç!

Gebze, 26.9.2023, Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat com, 27.9.2023

OY MADIMAK

OY MADIMAK OY!

0-
Zamanın durduğu yer oy!
Ölümün vurduğu yer oy!
Cehennemdi bu,
Bu dünyadaydı oy!
Oy Madımak oy!

Sözümüzü ağlattın oy!
Gözümüzü ağlattın,
Kalbimizi kanattın oy!
Oy Madımak oy!

Unutulmazsın!

1- 
Bir Sivas şiiri daha yazarız
O yangını söndüren iklim olursa 
O ellerde çalınırken saz
Söz ağlatmayan. 
2- 
Kapsama alanımdasın diyor devlet
Kapsasın elbet, yurttaşıyım ben,
İsteğim adalet. 
3-
Bir sürgünün tam ortasındayız
Yeşerecek dalımız olsa
Yaprağımız yok. 
4-
Öznesi olduğumuz ol düşmanlığı
İştahla duyanların yüreklerinden
Silmeli tanrı. 
5-
İlk göçün yarasını sarmadan daha
Düzülmez yola kervan
Köy göçürmeden. 
6-
Zamanımı kaybettim, hükümsüzdür
Eskiler bu ilânı kimlik için verirdi.
Kimliğimiz kaldı mı?

Doğduğum yer uzakta, doyduğumsa unuttu.
Kaydım Sivas’a gitti, sevdiklerim yanımda.
Birlikte üşüyoruz, temmuzla, Madımak’ ta.

Gebze, 26.4.2013, 2023, Ünsal Çankaya

Üvercinka Temmuz- Agustos -2023, Sayı:105-106 


BAHAR DALI

BAHAR DALI

Ah şu deli gönül yine üşüyor,
Ay ışığı, gece, yorgunluk diyor.
Güneyin bademi çıtırdamışken,
Kuzeye çiçeği yeni düşüyor.

Nağmelerden sese, sesten nefese,
Beklediği değse altın kafese,
Değil kapanmayı ölmeyi bile,
İsteyince bülbül, gülü açıyor.

Değmiyorsa kar yağıyor ömrüne,
Vurgun yemiş bahar dalı oluyor.
Gülü dökülüyor, dalı kuruyor,
Dikeni batmadan candan geçiyor.

Toprağın bağrına yağmur inince,
Doğa uyanıyor, yeşilleniyor.
Aykız'ım ömrünü güle sayarken,
Gülün dikenleri törpüleşiyor.

Kimi gül seviyor kimi de bülbül.
Gülde diken huydur, üzülme diyor.
Çünkü gül olmazsa bülbül ötmüyor.
Gül ki incinme Aykız'ım!
Gül ki üzülme!

Gebze, 02.04.2013, Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat com,  8.9.2023

UNUTTUM MU?

UNUTTUM MU?

Unutmak yalnızca sana mı özgü,
Önce belleğindi giden, sonra sen gittin,
Bir hoşça kal kızım bile demeden!

Ne çok şey unutuyorum bilsen ne çok şey,
Sözcükler çıkmıyor koyduğum yerden,
Belki de aklımdır peşinden yiten.

Baba sana hoşça kal demiş miydim ben?

Ağıt mı? Bir kez yaptım, üstelik yoktun evde,
Sensizlik gecesinde uykusuzluk yapışıp kaldıydı gözlerime.
Çok ağladım sonra çok, ağıtsız ve sessizce!

Biliyor musun unutuyorum bu aralar, günleri bile.
Daha dündü diyorum, eminim, babamla görüştüydük,
Anılar boyu dolaşıp, avuçlar dolusu güldüydük kendimize.

Ağlamak gelip giderken kalbimize, ağrıdı karnımız gülmekten, yeter,
Yeter kandırdığımız kendimizi, bak, çürüdü dizlerimiz dövünmekten,
Kırıldı düşlerimiz, sensiz kaldıklarını öğrenemeden.

Baba sana hoşça kal demiş miydim ben ?

Gebze, 1.9.2007, 2023, Ünsal Çankaya
23.8.2023, Gerçek Edebiyat com.


KAYBOLAN SULAR MI TANRILARI MI?

KAYBOLAN SULAR MI TANRILARI MI?

Dünya büyük bir kuraklık çağına doğru gidiyor. Bakmayın haziranda yurdun her yanında sellerin coştuğuna, ölümlere, yıkımlara yol açtığına. Buzul çağında nasıl yok olduysa dinozorlar… Şimdi kuzeydeki büyük buzullar erimeye başladı kuraklaşan ve ısısı her geçen yılda artan dünyada. Dün ‘Dünya Çevre Günü’ kutlandı ülkemizde ve çevremizi çok umursuyormuş gibi atılan nutuklarla. Korumak yerine yok ediyoruz aslında. Yeraltı suları kayboldukça obrukları arttı Konya’nın, çoraklaştı onca baraja rağmen ülke, ormanlar yok edildikçe seller, heyelanlar arttı yaz aylarında.

Yağmur yağıyor ama toprak ememiyor onu eskisi gibi, betonlaştı şehirler, yeraltında yaşamaya mecbur edilenlerin evine taşıyor atık sular, dereler ‘Islah edildi!’ dese de yetkililer, o ıslahın iyileştirme değil ranta yol açtığını görüyor gözlerimiz. Sular yaşam veriyor ama yıkıyor da. Bunu bugün görelim ve önlem alalım isterim. Nasıl alınacaksa.

Bir yolu şiirimizde yaşatmaktır özleri ve adlarıyla. Romanda, öyküde. Bilimsel kitaplarda. Masallarda. Benim birçok şiirim var örneğin, sulara seslenen, sularla söyleşen, dertlenen ve dinlenen ve özü denize, göle ulaşan doğduğu pınarlardan, aktığı derelerle, söz ve sesle çağlayan.

‘Sana Doğru’ şiirimi ilk yazdığımda birbirini tamamlayan üç bölümü vardı… Adı ‘Suları Unutma’ idi her bölümün, yanında numaraları… Sonra yinelenmiş çok dize olduğunu görüp kırpa kırpa tek şiire dönüştürdüm onu yıllar içinde. Sonra da bir daha oynamayayım diye başlığını da ‘Sana Doğru’ yaparak yayım için yolladım Akatalpa Dergiye. On beş yılı geçmiş yazışım, yayımı 2011 Ağustos, 140. sayıda.

Dağlar, yaylalar, pınarlar, göller ve dereler ve denizler çoğumuzda olduğu gibi bende de ayrı ve özel yerler tutarlar. Dağlar, yaylalar, pınarlar ve dereler - ki kurumuş dereler bile- çocukluğuma taşır beni anılarımla. Denizlerin yaşamıma girişi ilk gençlik yıllarımda başlar ve hem ürkütür uçsuz bucaksızlığıyla hem yine aynı nedenle bir sonsuzluk duygusu yaşattığı için huzur da eklenir bu duygunun yanına.

Deniz, göl, pınar bu yüzden girdi sanıyordum şiirlerime, yazılarıma, düşlerime ve günlük yaşamın her anına… Tarihten bir el alıyormuşum meğer, insan ömrü ile sınırlı olmayan çağlardan beri sulara yüklenen anlamlar yüklüymüş meğer dağarcığımda. Bu bilinçli bir yükleme miydi dersem, yanıtım hayır tabi... Ama anladım ki her insan genleri ile alıp aktarıyor bu bilinç dışı akışı atadan ardılına.

‘Tanrı Yaratan Toprak, Anadolu’ kitabını okuyorum İsmet Zeki Eyüboğlu’nun. Eylül 2007 baskı bu kitap Derin Yayınlarının 99. Yayınıymış. Bunca geç kalmış olduğuma üzüldüm okudukça.Her bölüm başlığı tarihe, Anadolu eski uygarlıklarına bir bağ kuruyor kanıtlarıyla. İnsanların tanrıları nasıl ve neden yarattıkları ve verdikleri adlar, anlamlarıyla anlatılıyor, nasıl yayıldıkları sonra tüm dünyaya.

Arada halk şiirinden, başka şairlerden örnekler de veriyor yazar anlatımını daha da güzel kılmak için, bu arada kendi şiirlerini ise sanki kendisi yazmamış da kendiliğinden üzerine yazdığı konudaki nesne yazmış gibi bir alçakgönüllülükle eklemiş yazı aralarına. ‘Canlı Sular’ başlıklı bölümü okurken eklediği şiir bir örnek bu anlattığıma:

“Bir suyum ben
Alır başımı dökülürüm yollara,
Bulut olur ağarım,
Yağmur kesilir yağarım

Bir suyum ben
Mavi kokarım denizlere vardığımda
Yeşil açar, mor saçılır, al al gülerim,

Ağarırım ışık gibi,
Karda geçerim sütten ileri,
Aklığımdır gülüşüm
Buzlara dönüşürüm uyuduğumda.

Bir suyum ben
Şimşek çakar
Yıldırım salar özüm
Yalım yalım tüterim gökyüzünde,
Dolaşırım damarlarını aldan,
Sıcak bir yaşmak gibi dolanırım boylu boyunca
Gözde yaş olurum damarda kan
Buram buram tüterim insan yüreğinde can.”

Diyor ve “İşte böyle bitirmiş türküsünü Anadolu dağlarında, yaylalarında bağımsızlığının ışıyan, pırıl pırıl akışı içinde su.” diye tamamlıyor bölümü. Anadolu ve suları tarihine övgüsü de ardında: “Böyle döküldü göklerden yerlere, böyle ağdı yerden göğe, canlı canlı girdi özüne bitkilerin, çiçeklerin. Arıda bal oldu, sevgide yalım, sıcak mı sıcak bir söyleyişle sindi yüreğine bilinmeyen çağlardan bu yana aka aka insanoğlunun Anadolu... “

Akatalpa dergi dışında hukukçu şairlerin şiirlerini derleyen Veysel Gültaş ağabeyin beş kez basılan Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi başlıklı kitabının son üç baskısında da yer alan şiirime dönüp bakma gereksinimi yarattı okuduğum bu kitap. On beş yıl önceden benim suya yüklediğim anlam meğer tüm dünyada, ama özellikle Anadolu’yu Anadolu yapan binlerce çağ önceden bu yana yaşamış ve geçmiş halkların sulara yüklediği anlamla neredeyse eş, belki de özdeş. Ayrıca insan bedeninin yüzde altmışının su olduğu bilim gerçeğiyle de yan yana. Bilimi tarihle harmanlamak gibi bilinçli bir eylem değildi şiiri su akışına eş yazışım, bilinçaltıymış ama.

Önce şiiri mi koyayım ve su tanrısı bizi bağışlasın diye sulara doğru tarihsel bir geziye mi çıkalım, yoksa önce geziyi yapıp şiiri mi okurun insafına bırakayım bilemedim. Sonra yazıyı bir daha okudum… Önce yazıda gezinmenin daha anlamlı olacağını anladım, bütünleyecekti şiirim sona kalınca.

Öyleyse kısacık alıntılarla sular niye canlıymış, niye sevmeli, niye korkmalıyız diye bir bakalım da sevgimiz kazansın diyelim en sonunda. Sevgiliye doğru akmanın yardımcısı duyguları besleyen de onlar diye suları unutmayalım ve sularla bir olup şiire akalım her dizede, taştan taşa sekerek.

“En eski çağlarda bile kutsaldı sular. Evrenin bütün varlıklarına dirilik verdiklerinden dolayı. Van'dan Edirne'ye, Sinop'tan Antalya burnuna değin kutsal sularla dolup taşar Anadolu. Sakarya, Kızılırmak, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Yeşilırmak, Dicle, Fırat gibi büyük sulardan tutun da göllere, çaylara, pınarlara, küçük su akıntılarına değin sayısız sularla doludur Anadolu.” diyor en başta.

Niye kutsal, hangi dilde, hangi dinde kutsal sorularına da “Her dilde, dinde!” diyor, ama ‘Ayazma’ sözcüğü, ‘Manastır yakını’ gibi tanımlarından biliyoruz ki bu tanımların çoğu Anadolu kaynaklı.

Sularda kutsal güçlerin bulunduğu inancıyla ibadet ve adak yerleri yapılmış yakınlarına, bu inanç çok eski dinlerden, suların birer tanrı, tanrıça olarak nitelendiği çağlardan kalmış insanımıza.

İnsanlar bu ayazmalarda suyla konuşur, sular da canlı gibi akışlarıyla, onlara yanıt, gönlüne ferahlık verirdi her yudumunda. Suya bu nedenle saygı duyuyordu eski çağ insanı, günümüzde de aynı saygı yayla şenlikleri adı altında yurdun her yerinde süregitmektedir eski anlamlarıyla.

Suya insanı yaşatma gücü nedeniyle yüklenen en eski anlamları mitler de yaşatmaktadır çağımızda.

İskender’in arayıp bulamadığı Bengisu (ab-ı hayat da denilen) da, Sümerler ve Babillilerden kalma Gılgamış Destanındaki ölmezlik suyu da onları koruyan Kaf Dağı ardındadır, başlarında koruyan canavarlar, periler, tanrılar vardır ve insanoğlu suya kavuşmak için yener o canavarları, kandırır perileri, ikna eder tanrıları her masalda. Yine de insan bu çağda bile büyük suların yıkıcı gücünden korkmakta ve sevgi ile korku karışımı bir saygı duymayı sürdürmektedir.

Türk soyunun kaynağı da yine şöyle yer almış bu kitapta: “Eskiden beri halk büyük sulara karşı korkuyla karışık bir saygı duyar. Bu korkulu saygı suyun öldürücü, diriltici gücünden gelir. Denizlerin birer tanrı, tanrıça olmalarının gerçek nedeni de bu yaşatıcı, boğucu nitelikleri yüzündendir. Türklerin ortaya çıkışını, yaratılışını anlatan güzelim halk masalının özünde de bu eski inanç vardır. Gökten bir ışık iner suyun başına, bir buğulu örtüden sıyrılır, çırılçıplak güzel bir kız kesilir koyunları sulayan çobanın önünde. Tutamaz kendini çoban, gönülden vurulur ona. Geçer kendinden, sevişirler doğanın kucağında. Çocukları olur, çoğalırlar. İşte bu subaşındaki sevişmeden doğar, türer bütün Türk ulusu. Yayılır sonra doğudan batıya doğru. Büyük ordular kurar, ülkeler, alır. Türk soyunu ölümsüzlüğe kavuşturur.”
İşte bu meselden de görüldüğü gibi su hayat verendir bize ve tüm insanlığa. Canlıdır ve can katar karıştığına. Canlıdır sular eski Anadolu inançlarına göre, Sümerlere, Akadlara göre de canlıdır sular. Belli tanrıları, tanrıçaları vardır suların.
Yine kitap diyor ki, felsefede can için temel alınmaz mı bunca değerli nesne? Öyleyse gelin öğrenelim ilk kim verdi ‘yaşam özü’ anlamını sulara:

“Bilge Thales'in düşüncesinde su bütün varlıkların özüdür. Ondan doğmuş, gene ona döner ne varsa. Bu inancın özünde eskiçağ geleneklerinin derinlemesine etkisi vardır besbelli. Yoksa birdenbire nereden düşünürdü Thales suyun canlı olduğunu. Bir düşünce birikiminin sonucudur bu. Thales, felsefe alanında yer verdi bu eski dincil görüşe, onu belli bir düzene göre biçimlendirdi, bir felsefe niteliği kazandırdı ona. Biliyordu evreni kuşatan suların sağladığı bolluğu, yaşam olanaklarını.

Onun yaşadığı çağda, Anadolu'nun bütün su kaynaklarını birer peri beklerdi. Daha doğrusu bir kişilik taşıyordu bütün sular. Bu bilgece görüş, daha sonraki çağlarda yeni yeni yorumlara uğradı. Suyun yanında başka yaratıcı güçler (toprak, ateş, hava) yer aldı. Gene de korudu tanrısal gücünü su, felsefenin sıkı düzeni içinde bağımsızlığını yitirmedi.”

Şimdi… İlkçağların, suların tanrılarını bırakalım yerlerinde, edindikleri yeni adlarıyla.
Gidelim şiirime. Birlikte akmaya, birlikte okumaya:

“SANA DOĞRU

Uğuldayarak akan bir suyum;
Davet gibi sevgim suların uğultusunda
Damlalarımdan taşarken aşkla
Sular durulmaz, bu uğultu durmaz
Ulaştığım koyaklarında

Mihenge vuracak taşım kalmadı,
Anla, tüm ömrümü getirdim sana,
Al, şarkılarla yaşanan zamanlar sonrasına
Sular unutmaz, sular unutmaz
Biliyorsun, suları unutma!

Dağıldı sesim, dağıldım
Sen toplarsın biliyorum, topla akışlarımda
Alacağın olsun,
Bölüşecek neyim var sevgiden başka?

Islık ıslık şiir doğuyor damarlarımdan,
Yumuk yumuk ellerine uzanıyorum
Bölünüyor uykularım ardından
Acı çöreklenip kalıyor avuçlarıma.

Sen de sulardan doğdun, umutların da,
Acıyla doğanlar acıyı unutmazlar asla
Yağmur özlediğinde yağ, karış kanıma,
Bulut özlediğinde yüksel, sarıl umutlarıma.
Tüm şiirlerim sana, sana yazıldı aşkla

Sularla doğdum, akıyorum, dura, durula,
Bitmeyen bir düşün yarışındayım, sevdayla
Volkanın içinde uyandığında, al payını, al,
Sular unutmaz biliyorsun, suları unutma!

Bir ben öğrenemedim ıslık çalmayı
Suların akışı gibi kolayca, ama
Sulardan doğurdum özlemlerimi,
Aç avuçlarını,
Dudakların uzansın,
Suya uzanırcasına uzansın bana,
Al yüreğimden akanları, sakla!

Bebekler gibi şaşıyor adımları dizelerimin,
Akıp gidiyor uzaklara, sakarlığımda
Sen dur de, sıraya girsinler;
Boy sırası, düş sırası, doğum sonrası...
Ellerinde şiir olacağım, unutma,
Yeşerteceğini söyle bir gün, mutlaka.

Sular unutmaz,
Biliyorsun, sular unutmaz, suları unutma!”

Geç de olsa bu değerli kitabı bulmanın mutluluğuyla mola verdim okumaya, başladım bu yazıya.
Kitabı bulmak tanımını boşuna yazmadım. Hem “kitap satılmıyor!” diyen bir mit, hem “kitap pahalı” diyen mit var ortada ama yine de her yıl binlerce kitap basılıyor ve erişim tesadüflere kalıyor böyle değerli olanıyla. Şiirimin henüz neden bir kitapta diğer şiirlerimle buluşmadığını merak etmezsiniz ya suların canlılığı konusunda olmasa bile Anadolu nasıl bir toprak ki bunca tanrı yaratmış ve yayılmış o tanrılar dünyamıza diye bir ilgi doğurursa yazım, mutlu olur, yol alırım kaybolan sularımı bulmaya.

Gebze, 6.6.2023, Ünsal Çankaya.
Dil Nehri E- Dergi, Temmuz -Ağustos 2023, Sayı:3

https://www.dilnehri.com/_files/ugd/ea563a_4802736a3e53434c8c8cc21111b19741.pdf


BUĞDAY KONUŞMANIN ZAMANI ŞİMDİ

 BUĞDAY KONUŞMANIN ZAMANI ŞİMDİ

Önce bir şiir okuyalım. Sanal dünyadan kopyaladım. Yazım hatası yoktur diye biliyorum anımsadığımca.
Sonrasında niye okuduğumuzu ve niye hep okunması gerektiğini anlayacağız.
Hani ülkemiz bir tarım ülkesi diye biliyorduk ya biz… İşte bu şiirler o bilginin fotoğrafı.
Doğruydu bilgisi ülkemiz için.
Ne zaman ki bu bilgi artık ülkemizi tanımlamaz oldu ve buğday ithal eder hale düştüysek işte bizi o hale düşürenler de Ahmed Arif şiirinde belgeli…
Şiir tarih yazanların korktuğunu-yazamadığını- da yazar derlerdi. İşte kanıtları.
Bir Attilâ İlhan şiiri.
İlk kez Ben Sana Mecburum' da ve Memleket Havası başlığı altında yayımlanmıştır:
“MUSTAFA KEMAL'İN SOFRASI
yarın akşam gelin dedim ya
yırtık pırtık gelin zarar yok
üç işimin biri barış
biri dünya
biri de sizsiniz dedim ya
yarın akşam gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız
siz yukarı çiğli'den misiniz
o nasıl şey
demek gözleriniz ışık tutmuyor
ellerinizi bir sattınız bulamıyorsunuz
bu evleri böyle tutan siz misiniz
o nasıl şey
insan gözlerine inanamıyor
sofraya buyurun sofraya
belli yorgunsunuz
peynir kestim sucuk doğradım
günbalı erittim bakın ya
içinizi ısıtırsınız
su içersiniz
sofraya buyurun sofraya
buğday konuşacağız
benim sizi bir görmüşlüğüm var
dur dur nereden bileceğim
ayvansaray'da dokumacı osman mı
hani geceleyin şarabını içtiğimiz
osman değil mi yanlışım mı var
öyleyse dur sebat matbaasından ibrahim
gözü daima tok karnı daima aç
gördün mü nasıl bildim
ibrahim gel ellerini silmeden gel
bu cıgara senin bu minder senin
ibrahim gel buyur sofraya
gel dedim ya
buğday konuşacağız
ragıp saatin kaç saatin
unutma dokuzda ajans dinleyeceğiz
demek yine kitapların ellerinden tutuyorsun
şiir deyip daldığın oluyor roman deyip daldığın
yine çocuk bahçesinde mor salkımlar uyanıyor
üniversite kitaplığında büyük kitapların
bu sabah haydi hegel'i okuyorsun
st-simon'u yarın
ragıp saatin kaç saatin
beyazıt meydanı'nda fıskıyeler davrandı mı
haydi gel sahaflar çarşısı'na uğra da gel
unutma bir tutam ışık getir sofraya
bir avuç fikret getir bir yürek dolusu mustafa kemal
kalpakları tozlu paşaların çığlıklı gözlerinden
bir tutam kuva-yı milliye mavisi
bir avuç umut getir dedim ya
en iyisi
sofraya buyur sofraya
buğday konuşacağız
akşama yarın akşama gelin
işte gelin hepinizi bekliyorum
siz de gelin pamuk halkı tütün milleti
hemen öylece gelin yabancı mıyız
ağrı çobanları sizi de beklerim
raman sen de gel çocuklarını da getir
soframda şenlik olsun içim açılsın
siz olmadınız mı yalnızım yadsıyım yabancıyım
siz yok musunuz varlığım ne kelime
yarın akşama gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız"
Yine sanal dünyada bu şiir üzerine bir yazıdan alıntılar yapayım da anlayalım niye önemli bu şiir.
“ Kaptan'ın Erzincan'daki askerliğinde yazdığı şiirlerdendir bu şiir. Bakın kendisi ne diyor şiir hakkında:
"Memleket havası şiirlerinin bileşimi, belki de Mustafa Kemal'in Sofrası şiirinde verilmek istenmiştir. Dikkatli bir göz, hemen görür ki, ozan, köylüleri, işçileri, aydınları, 'Mustafa Kemal'in Sofrası'na, yani yeni bir 'Kuva-yı Milliye'ye çağırmaktadır."
Hiç şüphesiz, Kaptan'ın köylüleri, işçileri ve aydınları "Mustafa Kemal'in Sofrası"na "buğday" konuşmaya çağırması boşuna değil; zira, o biliyor ki, Türkiye'deki yapıcı güç, soyut olarak değil, somut olarak bu halktır, Kuva-yı Milliye işte bu halkı harekete geçirmiştir; onu harekete geçirebilmekse, ancak "üretimde ve kültürde" onunla bir ve beraber olmakla mümkündür...
"yarın akşama gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız" diyor alıntı, şiirdeki en önemli vurguyu sona koyup, tekrar okuyun da aklınızda kalsın diyor ısrarla.
Doğduğum şehirde, 1976 yılında, lise sondayım. Halk Eğitim Merkezi tiyatro salonundayız. Tüm sınıflar orada. Jüri diğer liselerin Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinden oluşuyordu galiba.
Okulumuzun 'Şiir Okuma Yarışması' var. Bu şiiri okuyor ve birinci oluyorum. Kürsüye bir kez daha çıkıyorum okumaya. Ayni alkışlar hâlâ kulaklarımda.
1960 yılında ilk basımı yapılan kitabın bende kaçıncı baskısı vardı bilmiyorum, ancak kapak Dost kitabevinin o mavi desen çizili kapağı değildi, eminim.
Bu şiiri kendim seçtim. Aslında daha başka bir şiir okuyacaktım ama öğretmenim "bu denetimden geçmez" dediydi. Demek ki düşüncelerimiz için 'tek yön' seçici kurul o zaman da özgürlüğe karşıymış... (O şiiri şimdi anımsamıyorum, Nazım'dandı, ama hangisiydi?)
Neyse... Okuduğum şiirin teması o kadar güzeldi ki onu seçtiğim için de hiç pişman olmadım.
Şimdi de tam zamanı değil mi buğday konuşmanın...
Kıtlık dünyayı tehdit ederken, savaş halindeki bir ülkedeki buğday uluslararası uzlaşma ile ihtiyaç olan yerlere ulaşabilsin diye bir gemi ile yola çıktı ve bugün İstanbul'da demirleyecek gemide denetlenecek o buğday...
Sonra... Açlık belki ötelenecek... Ancak insanların yaşama hakkı için sağlıklı ve ucuz beslenme dışında barınma ve ısınma ihtiyacı var... Onlar için de sıkıntılı dünya, özelinde ülkemiz...
"Fırsatçıya, fesatçıya, hayına" meydan vermemek için de Ahmed Arif şiirlemiş zaten olanı, olması gerekeni;
Anadolu
Beşikler vermişim Nuha
Salıncaklar hamaklar
Havva anan dünkü çocuk sayılır
Anadoluyum ben
Tanıyor musun
Utanırım
Utanırım fıkaralıktan
Ele güne karşı çıplak
Üşür fidelerim
Harmanım kesat
Kardeşliğin çalışmanın
Beraberliğin
Atom güllerinin katmer açtığı
Şairlerin bilginlerin dünyalarında
Kalmışım bir başıma
Bir başıma ve uzak
Biliyor musun
Binlerce yıl sağılmışım
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı seher sabah uykularımı
Hükümdarlar saldırganlar haydutlar
Haraç salmışlar üstüme
Ne İskender takmışım
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler gölgesiz
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım
Görüyor musun
Nasıl severim bir bilsen
Köroğlunu
Karayılanı
Meçhul Askeri
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini
Sonra kalem yazmaz
Bir nice sevda
Bir bilsen
Onlar beni nasıl severdi
Bir bilsen Urfa da kurşun atanı
Minareden barikattan
Selvi dalından
Ölüme nasıl gülerdi
Bilmeni mutlak isterim
Duyuyor musun
Öyle yıkma kendini
Öyle mahzun öyle garip
Nerede olursan ol
İçerde dışarda derste sırada
Yürü üstüne üstüne
Tükür yüzüne celladın
Fırsatçının fesatçının hayının
Dayan kitap ile
Dayan iş ile
Tırnak ile diş ile
Umut ile sevda ile düş ile
Dayan rüsva etme beni
Gör nasıl yeniden yaratılırım
Namuslu genç ellerinle
Kızlarım
Oğullarım var gelecekte
Her biri vazgeçilmez cihan parçası
Kaç bin yıllık hasretimin koncası
Gözlerinden
Gözlerinden öperim
Bir umudum sende
Anlıyor musun"
İşte bu dünyadan göçüp giden ustalardan el aldıysak günde, üretmenin, bölüşmenin şimdi yine zamanı.
Buğday konuşmanın da tam zamanı.
Aç kalmamak, yurtsuz yuvasız kalmamak, güvenli, barış içinde, adalet içinde, eşitlik içinde üşümeden yaşamayı başarmak için...
Harman zamanı.
Hasatı ambara eksiksiz almak, geleceğe borçlu kalmamak için...
Bu ülke bizim dediğimiz günlerle avunmak değil, bu ülke hep bizim demek, ekonomik, sosyal, kültürel baskılar, dönüşümler, demografik sorunlar yaşamadan...
Yaşamak için!
Gebze, 2.8.2022, Ünsal Çankaya. Geçek Edebiyat com, 2.8.2023

GÖZ İZİ

GÖZ İZİ 

Şarkıya dönen bir türkü. Karacaoğlan’dan. Muhlis Sabahattin Ezgi bestelemiş.
Curcuna usulü ile kürdili hicazkâr makamından.

"Ey benim bahtı yârim, gönlümün tahtı yârim
Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim
Kalbinde aşk izi var, seni kim yaktı yârim
Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim" der...

Yüzümde Nâzım İzi adlı kitaba başladığımda birden fark ettim ki kitap Nâzım hakkında değil, Nâzım'ın gözlerinin değdiği yüzler hakkında. Onlarda yaşayan Nâzım hakkında. Onlardan bize kalan Nâzım ise bambaşka... Ama şiiri kadar bizden bir parça, yanımızda, yakınımızda ve onların baktığı yere biz de bakıyoruz, işte bu nedenle Nâzım bizim de karşımızda. Güney Özkılınç yazmış kitabı. Evrensel Basım Yayın’dan. 2012 basımı. Anı ve fotoğraflarla katkı verenler saymakla bitmiyor. Yazarın teşekkür ettiği insanlara biz de okurken teşekkür borçlanıyoruz galiba ve bu yüzden hemen teşekkür edenler arasına ilk sıraya yazıyorum adımı. 

Nâzım Bursa'da. "Yatar Bursa Kalesinde" diyordu ya başka bir kitap. Hapistedir Nâzım, hem de iki ayrı kez, toplam 11 yıl yatar Bursa mahpushanesinde. “Memleketimden İnsan Manzaraları, Piraye İçin Yazılmış: Saat 21- 22 Şiirleri başta olmak üzere en beğenilen eserlerini Uludağ’ın yanı başındaki bu kentte kaleme almıştır. Bursa’da yüzlerce mekânda yüzlerce tanıkla görüşülerek yapılan bu çalışmada görüldü ki Nâzım Hikmet, İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, ülkemizde tek parti yönetiminin iktidar olduğu dönemde, cezaevine değişik nedenlerden girmiş insanların düşünce dünyasını değiştirmiştir. O, Bursa Cezaevini bir enstitüye çevirmiş, insanlara yaşama bir başka pencereden bakmayı öğretmiştir. Bursa’nın kaplıcalarında, hanlarında, sokaklarında, evlerinde, Nâzım Hikmet’in ve onu ziyarete gelenlerin ayak izlerini görmeniz mümkündür. Bursa’da daha kaç evde Nâzım’ın izleri var bilinmez ama onun izlerini koruma ve kayıp eserlerini, dünyamıza kazandırmada yetkililere büyük görev düşmektedir...” diyor yazarı.

Ziyaretçilere izin çıkar, kolaylık sağlayan dostları olur çoğu zaman. Onu ziyarete gidenler ise bütçelerine göre bir yerlerde kalır. Peride Celal, Ayşe Mocan ve birçok Nâzım dostunun Bursa’ya geldiklerinde Çelik Palas Otelinde kaldığı yazısı öncesindeki sayfada fotoğrafını gördüm otelin.
O yıllardaki Çekirge semti ne kadar tenha... Ama bina aynı, hemen tanıdım onu, ilk baktığımda. 

2013 yılında biz hâkim ve Cumhuriyet Savcıları ve avukatlar, ‘adalet org’ dostları olarak aynı tarihi binasında buluştuk otelin. O yıl sadece o oteldeki amcamın düğününü anımsamıştım, onun üzerinden bile kırk yılı aşkın zaman geçti şimdi. O yıl da sadece düğün için gittiğimiz o birkaç günde amcamın Fomora Caddesi üzerindeki evinde kalıp, düğün saatinde yürüyerek gittiğimiz otelden düğünden sonra ayrıldığımızda yapılışı, kalan ünlüler ve benzeri bilgiler içeren tarihini öğrenmek gelmemişti aklıma.

Oysa yapılış kararı bile tarih imiş otelin...  "Çelik Palas Bursa’nın ilk termal otelidir. Mustafa Kemal’in isteği üzerine onun gösterdiği yere 1935 yılında inşa edilmiştir. Çelik Palas Otelinin projesini, Beyoğlu’ndaki St. Antuan Kilisesi’nin ve Karaköy’deki Yapı Kredi Bankası’nın da mimarı olan İtalyan asıllı Giulip Mongeri ile yardımcısı Hüsnü Tümer çizmiştir. Otel, 26 Temmuz 1935’te işletmeye açılmıştır." diyor kitap. O oteldeki kaldığım oda kartımı ise anı olarak saklıyorum hâlâ. 
Ve "Piraye'ye Mektuplar-2-" kitabında gördüğümüz gibi Nâzım Piraye'den gönderdiği paraları alınca Bursa'ya gelmesini ve orada kalmasını ister, "Başka yerlerde kalıp sefalet çekme!" diye. 

Cezaevi ranzaları da, duvarları da… Haftada bir gitmesine izin verilen kaplıca hamamlar da ip ve başka malzemeler aldığı sokaklar da anımsar mı Nâzım'ı bilinmez, ama cezaevinden sorumlu Cumhuriyet Savcısı, müdürü, doktoru, gardiyanı ve değişen koğuş arkadaşları, onların eşleri, çocukları da görmüştür Nâzım'ı ve her biri o yılların fotoğrafları ile "İşte, Nâzım bizi bu halimizle, yaşımızla, yüzümüzle, işte tam şurada gördü" derler ve pekiştirirler anılarındaki Nazım'ı anlatışlarıyla.

O yüzlerde bir kez daha yaşar Nâzım ve yıllar sonra, o fotoğraflardan, onların gözünden bakar bize bir anlamda...  Buna bir ad verilmiş kitapta zaten, Yüzümde Nâzım İzi Var diyor kitap ama, biz o kitabı okur, o fotoğraflara bakarken bizim tanımlamamız gerektiğinde yaşadığımız şeyi şöyle bir şey geliyor aklıma ve hâlimizi anlatır kanımca, "Biz de şimdi göz gözeyiz Nâzım'la."
 
Madem ki Nazım'ın gözü var o fotoğraftaki insanlarda, biz bakarken o oradan bize bakmıyor mu diyeceğiz, aksine biz de "Yıllar sonra Nâzım'la göz göze geldik!" diyebiliriz yaşadığımız ana. 

Sonrası... Şiir olur. O yazar biz okuruz. O okurken dalarız mavi gözlerinde şavkıyan aya. 

Gebze, 8.4.2023, Ünsal Çankaya
Patika Dergi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2023, Sayı:122


BİR KENTİ ÖZLEMEK

BİR KENTİ ÖZLEMEK

Durup dururken değil. Birden, bir türkü dinlediğinde.
Bir kent düşer aklına insanın. Gençliğimdi diyerek.

Aşı boyalı evler. Komşu eve ara kapı açılı evler.
Her pişenden bir tabak diğer komşuya o kapılardan geçer.
Parke taşı döşeli dar sokaklar. Kediler, köpekler ve çocuklar.
O sokaklarda hepsi kaygısız yaşar, sevgiyle taşar.
O sokakta duyulur eve dönen babanın ayak sesleri.
O sokakta unutulur annenin eve çağıran sesi.

Sokakları insan kokan, yaşamak kokan, sokağında anılarım yoğrulan kent.
Öyle bir kent ki; insanca yaşanır, insanca ölünür faytonların şıkırtısında.
İlle de kalesi... İlle de...
Kalesinde insana dilek tut diye çağıran kulesi, kulede hıdrellezi.
Kalenin eteğinde çiçeğe duran ağaçları.
Ağaçların Mayıs'a zor yetişen çağla bademi...

Özlenmez mi?
Özlüyorum kentimi, gençliğimi, sevdiklerimi.
Kentimin ezgilerini, çocuk sesimizdeki sevinci, türkülerini.

‘Karahisar kalesi yıkılır gelir’  der demez ilkinin ilk dizesi...
‘Ver elini karlı dağlar aşalım, bayramlaşalım!’ derken nakaratı,
(Anlamlıydı eskiden, bayramlaşmaya değecek insanlarım hep sağdı)
Yüreğimde ılgıt ılgıt dağ seli...
Sonra girerim evlere bir başka türkü ile, efelerim hüzünlerle çakılır!
'Hezin hezin gir kapıdan!' der demez söyleyeni,
Efelenen yüreğimle ırgalanır, dalgalanır, davranıp duruşları.
‘Emirdağı birbirine ulalı’ dediğinde çağıldayan son türkü…
Yaylalara çıkan çocukluğum şaşar kalır ezgiyle.
Tanırdı türkü yakanı, gardiyan Kâmil'di adı ve babamın dayısıydı.

Ah çocukluğum ah şaşma!
Dönülmüyor gerçeğine sen anılarından kaçma!

Dönülebilseydi bir kez, buluşsaydım o yaşımla,
Avunur muydu gönlüm atalarım  yok olsa da...

Olmaz mı? Olurdu belki, bak türküye, nakarata...
Çağırıyor sevdalıyı, umutsuzluk yasak diye.
'Yayladan gel mühür gözlüm, yayladan' der demez,
Kesme diyor umudunu, kesme sakın sevdadan,
Kavuşturur elbet bir gün,
'Kesme umudunu kadir mevlâdan!'.

Gebze, 2.1.2014, Ünsal Çankaya.
18.7.2023, Gerçek Edebiyat com.







İNCİR ÇEKİRDEĞİ İSTEYİNCE DOLUYOR

İNCİR ÇEKİRDEĞİ İSTEYİNCE DOLUYOR

İncir konusunda yazılmayan ne kalmış olabilir? Her şey yazılmış diyorum aklıma takılan bir cümle ve onun da çağrıştırdığı Ahmet Erhan'a ait bir dize yüzünden. Sanal ağda yaptığım gezi sonrasında, aklımda kalan cümlenin yanlış, şiir dizesinin ise doğru olduğu ortaya çıkana kadar da üzerine yazmayı düşünmediydim. "Kurumuş kuyunun suyu, incirin sütü çoktan çekilmiş” diyor dize ve “Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi/ Ayrık otları, dikenler bürümüş" diye tamamlanıyor o bölümü şiirin.

İncir sütü, olgunlaşmamış incirlerin dalından koparıldığında uç kısmından akan beyaz sıvı. Bu sıvının çeşitli yerlerde kullanımı var ama dikkatle olunmalı. Dudaklara ve ağız içine geldiğinde yanma hissi oluşturabilir. Deneyimleyen bilir... Eller yapış yapış olur ve soğuk suyla yıkayınca geçmez... İncir lekesinin incir yaprağı ile ovuşturularak çıkacağını okumuştum bir yerde diye düşünmüştüm. İşte aklımda yanlış kalan bilgi de buydu.

“İncirin sütü çoktan çekilmiş.” Sütlü bir meyve değil tabi ki incir, o akışkan sıvı zaten sadece taze halindeyken akıyor, incirin kanı gibi. Kenger dikenindeki, çiriş otundaki gibi… "incirin kanı" diye tanımladığımda "Tüm kanım çekildi" diyen deyimimize de bir selâm yollamış oluyorum böylece. 

Bu yıl mayıs ayı ortasında “sistem devam etsin mi etmesin mi” diyen ittifaklar arasında, zamanından erkene alınmış bir seçim etkinliğimiz vardı. Oy gününden bir gün önce gelen oğulla semt pazarımızda yukarıdan aşağıya yürüdük öylece ve birkaç tezgâhtan meyve, bir tezgâhtan her yıl olduğu gibi ona koymaya keçi peyniri aldım. O sırada da tesadüfen yan tezgâhtaki köylü kadının toplamak üzere olduğu boş sepetlerin birinde gördüm taze, yemyeşil ve iri incirleri. Sabah çıkabilsem daha miniklerini seçerdim ama o da reçelini yaparken fazla yorardı beni. İncirin o hali yenmez, ağzınıza değdiğinde duyulan acılık hissini gidermeye birkaç gün yetmez… Ama işte o acı halinden reçel yapılır tam bu mevsimde. Reçel yapma bir sanat, bir emekli iş ve sonucuyla mutlu eden beceri. Benim için hem eğlence gibi hem de emekli işi. Emekli sözcüğü birkaç anlamda okunabiliyor, vardı bunun söz sanatlarında bir karşılığı ve onu da siz bulun diyorum okuyana, işte bu da daha yazarken gülümsetti beni. Okuru işe ortak etmenin çoğu yazarda var zaten örneği. Ben de denemiş oldum, bunda ne var ki! Başka meyvelerde epey iyidir reçelde ustalığım, incir reçelini de ikinci kez yapmış oldum, güzeldi. Azımsayamam becerimi, ilkinde bile “Derece almak ne, kesin ilk üçe girer!” tanımında başardım işi.

Aslında onların incir çiçeği olduğunu da alırken değil, tarttırırken değil, hepsini - ki bir kilo bile gelmedi hepsi- terazinin kefesine koyarken bir incirden elime sızan beyaz sütün eve geldiğimde hafif kararmış ve yapışkan bir şeye dönüştüğünü görünce ve buz gibi akan suda o yapışkanlıkta hiçbir çözülme görmeyince suyu biraz ılıtıp, sabunladım ve hazır aklıma takılmışken sütü  henüz çekilmemiş incirlerin yaptığı bulaşıklık ya da giysilerdeki lekesi nasıl çıkar diye sanal ağdan incir ve sütü konusunu derin derin araştırırken öğrendim... Başka öneriler benzin ile, makinede deterjanla, sıcak su, sabun vb...
 
“İncir ağacı çiçek açmıyor muymuş?” dediğinizi duyuyorum sanki... Açmıyormuş. Kesin bilgi.
"İçine baktığınızda minik spermleri andıran incir, aslında içeri doğru açan bir çiçek türü." diyor bilim.  Diğer meyve ağaçları gibi çiçek açarak büyümeseler de içeride polenleşmeye ihtiyaç duyarlar. Çiçekleri armut şekilli bir kozanın içinde açar ve sonra olgunlaşıp yediğimiz meyvelere dönüşür. 
Peki ama kapalı büyüyen incir nasıl kendi kendine polenlenebilir ki? İşte yanıtı; incirler, genetik malzemesini yayacak incir arısını da kendi içlerinde yaşatır. İncir arısı olmadan incirler türlerini devam ettiremez. İncir arısı da incir olmadan yaşayamaz çünkü larvalarını incirin içine bırakır. Bu ilişkiye mutualizm adı verilir. Peki o ne demek? Haydi bir yeni bilgi daha öğrenelim bu yeni sözcükle: "Mutualizm, farklı türlerden iki canlının karşılıklı yardımlaşarak her iki tarafa da yarar sağlamasına dayalı olan bir ortak yaşam biçimi. Kendi başlarına da hayatlarını devam ettirme becerisine sahip olan iki canlının bir araya gelerek daha kolay besin bulmasına dayanan bir simbiyotik yaşam biçimidir." diyor sanal ağ. Simbiyotik nedir geçelim, onu merak eden araştırsın. Mutualizm incirde nasıl tamamlanıyor şimdi onu görelim:
“Ekonomik açıdan değerli Sarılop ve Bursa Siyahı incir çeşitleri, meyve vermeleri için mutlaka döllenme işlemine gerek duyarlar. Bu amaçla dişi incirlerin en önemli meyve ürünü olan yaz ürünleri (iyilopları) döllenme amacıyla iyiloplarla aynı zamanda olgunlaşan erkek incirlerin ilek meyvelerinin içlerindeki arıları ile birlikte dişi ağaçları üzerine bırakılması işlemine ilekleme, bu amaçla kullanılan erkek incir meyvelerine ilek denir. Burada önemli olan ilek arıcığının yeteri miktarda ve hastalıksız poleni dişi incir meyvesindeki dişi incir çiçeklerine ulaştırmasıdır. Yeni bir sözcük daha öğrendik işte. İlekleme.  İlekleme sonrasında ne oluyor peki? Dişi incir arısı, yumurtalarını bırakmak için erkek incire girer. Erkek incir, arının yumurtalarını yerleştireceği bir şekle sahiptir. Dişi arının kanatları ve anteni, incirin küçük aralığından içeri girerken kopar, bu yüzden arı içeri girince dışarı çıkamaz. Bundan sonra yaşam döngüsünü sürdürme görevi yavru arılardadır. Erkek yavru arılar kanatsız doğarlar, çünkü yegâne görevleri dişilerle, yani teknik olarak kız kardeşleriyle çiftleşmek ve onlar için incirin dışına doğru bir tünel kazmaktır. Dişi yavru bu tünelden dışarı çıkarak poleni de beraberinde götürür. Eğer incir arısı yanlışlıkla erkek incir yerine, yediğimiz dişi incirlerin içine girerse, içeride üremesi için gerekli koşullar bulunmaz. Ve geri de çıkamaz çünkü kanatları ve anteni kopmuştur. Bu yüzden arı ne yazık ki içeride ölür, ama bu gereklidir çünkü çok sevdiğimiz bu meyvenin polenleri bu şekilde dağıtılır.”

Ülkemiz kurutmalık incir çeşitleri ve ekolojisi açısından dünyanın en kaliteli incirlerine sahiptir. Ege bölgesinin Sarılop ve Sarı Zeybek çeşidi, Gaziantep’in Halebi çeşitleri kurutmalık çeşitlere örnektir. Sarılop en iyi Büyük ve Küçük Menderes havzasında yetişen, birinci sınıf standart çeşidimiz olarak bütün dünyaca bilinir ve hiçbir incir çeşidinin kurusu bununla boy ölçüşemez.
Kurutmalık çeşitlerde aranılan özellikler meyvenin ince kabuklu, kalın etli, kuru madde ve şekerce zengin olması, düzgün ve homojen kuruması, kuruma süresinin kısa olması, kuruduğu zaman kabuğu kararmayıp aksine açık renk alması, kabuk inceliğini muhafaza etmesi, meyvenin iri, yumuşak, ballı olması ve çekirdek miktarının az olmasıdır.
Taze olarak tüketilen incirlerde aranan başlıca özellikler ise meyvelerin düzgün şekilli olması, olgunlar toplanırken sapın dalda kalmaması, kabuğun kolay soyulması ve ağız tarafında yapışarak yırtılmaması, etinin güzel, sarı veya pembe-kırmızı olması, ne yakıcı tatlı ne de yavan denilecek şekilde az tatlı olmaması, raf ömrünün uzun olması, buruk olmaması ve çekirdeğinin az bulunmasıdır. Taze incirlere örnek olarak Bursa Siyahı, İzmir Bardacık, Göklop, Bardakçı, Sultan Selim, Morgüz, Yeşilgüz, Kavak, Horasan, Siyah Orak, Beyaz Orak verilebilir.

Kurutuldu, satın aldık… Yerken çıtırdıyor ya incirin çekirdeği... Acaba sadece çekirdek mi nedeni?
Bakın bu konudaki magazin haberi şöyle: "Yediğiniz her incirde en az bir ölü arı saklı desek inanır mıydınız? İncir arıları, hem de canı pahasına, incir yiyebilmemizi sağlayan canlılardır. Teknik olarak inciri ısırdığınızda aslında incir arılarını veya diğer bir deyişle zamanında incir arısı olan bir şeyi de yiyorsunuz."  Haydi haydi, ürkmeyelim hemen bir canlı yiyoruz diye de çekinmeyelim, doğası böyle olduğu için incir çekirdeği ve arısı yan yanadır kabuğunun içinde, o nedenle inciri taze ya da kuru olarak yemekten vazgeçmeyelim. Çünkü abartılsa bile çoğu gerçek olduğundan yararlı bir meyvedir.
Yararlar ise şöyle: Antioksidanmış önce... Sonra herhangi bir nedenle süt tüketemeyenler üzülmesin, kuru incir sütün yerine geçiyormuş. İncirin içerisinde yer alan kalsiyum ve fosforla kemik ve dişlerin oluşumu ile sağlıkları garantilenirmiş, bu yüzden günde üç adet kuru incir yenmeliymiş. Göğsü yumuşattığı için bronşit ve öksürük sorunlarında balgam söktürerek rahatlatırmış. 
Ve incirin sütü ve yaprağı bile işe yarıyor diyor bulduğum alternatif tıbbi öneriler; "İncir sütü siğillere karşı kullanılabilir. Yaprağından çıkan süt ise siğillere, basura ve vücuttaki yaralara sürülebilir. Ayrıca incir sütünün hazımsızlığı giderici etkisi bulunur. Nezle, grip ve sıtma rahatsızlıkları için de kullanılabilir. İncir yaprağı suyu veya çayı bağırsakları çalıştırıp, sindirim sistemini iyileştirir. Kalp hastalıkları riskini azaltır. Antibiyotik etkisi vardır. Kan şekerini düzenler. Kolesterolü kontrol altında tutmaya yardımcıdır. Egzama, sedef ve vitiligo gibi cilt hastalıklarına iyi gelir. İncir sütü bal ile karıştırılıp bu karışım maske olarak uygulandığında yine bezelerin oluşumunu engellediği gibi cildin diri olmasını, dinlenmesini sağlamaktadır. Özellikle incir sütü kremleri, cilt lekelerini gidermede oldukça etkilidir. İncir sütü de diş eti yaralarına sürülebilmektedir. Gene incir ve incir sütü, böbreklerde taş oluşumundan önce meydana gelen kum oluşumunu büyük oranda engellemektedir ve kumun düşmesini de sağlamaktadır."

Derman olmadığı dert yok gibi görünüyor değil mi?
Ben yine de alerjik bünyeli biri olarak kendi kendinize denemeyin derim. Doktorunuz önersin ya da zaten onun verdiği ilaçlar yan etkileri giderilmiş incir sütüdür belki, anlamak için ilacın içerik bilgisi ve kullanım reçetesi olan o minik yazılarla dolu uygulama, yan etkiler ve acil doktora git diyen öneriler kâğıdını iyice okuyun derim. Ama işte tam şuraya da rahmetli Barış Manço'dan bir şarkı sözünü de ekleyelim ve derde deva halini ezgisiyle birlikte söyleyelim:
" Zehirin şifası süt ile incir ellerim kelepçe yüreğim zincir/ Sende biraz naz ediyorsun ama yine bana gönlün var gibi gibi/ Yüzüme karşı git diyorsun ama sanki gözlerin kal der gibi gibi..."

Peki "İncirin sütü çekilmiş" dizesi ile aklıma gelen incir sütü ne zaman kesilmiş oluyor acaba? Ne zamana kadar akıyor ve toplanabilir? İlk soruya doğrudan bir yanıt bulamadım ama herkes bilir ki zaten kuru incirlerde süt yok. Yaz ortasında almaya başladığımız taze incirlerde ise yenilebilir hale dönüştüklerinden süt kalmamıştır ve manavlardan alırken beyaz süt akmadığı için ya hasattan hemen önce ya da dalından koparılırken toplanıyor olmalı ilaç olsunlar diye.

Yaşasaydı Ahmet Erhan'a (Erhan Bozkurt'a) sorabilirdik o dizeyi kaç deneyim sonrası koyduğunu şiire. Uzunca yaşadığı Mersin'de ya da büyük annesinin Ayvalık'taki bahçesinde bin kez denediğinden neredeyse eminim ve nereden mi biliyorum büyükannesi Ayvalık'tan diye… Yeri gelmişken onun Zeki Ökten'in ölüm haberini paylaştığı 20 aralık 2009 gecesi paylaşımı altına yazdığım bir kısacık taziye dileğim üzerine yazdığını aynen koyayım buraya ki verdiğim bilgilerin gerçekliği bilinsin: "Çok Değerli Ünsal Çankaya, öncelikle günaydın… Dün geceden beri, beni uyutmayan bir sözünüz var: "Işığı kararında olsun." Benim ninem Ayvalıklı bir Rum'du ve bu sözü söylerdi, yıllar sonra siz hatırlattınız. Yalnızca ölümle ilgili değil, bütün hayatı kapsayan olağanüstü bir söz…
Ben size çok teşekkür ediyorum, esenlik dileklerimle... " 

Neyse... Biraz uzaklaştık ama biz asıl konumuzdan fazla uzağa gitmeyelim. Bugüne dek herkes bir incir ağacı görmüştür, o geniş parçalı yaprakları ve arasında dalından sarkan, sarkarken balın ağırlığından tombullaşan tarafı çatlayan, balı sızan ve o bala arılar üşüşen incirleri. Hiç olmazsa fotoğrafına denk düşmüştür. Ya da pazarda, manavda incir kasalarındaki özenli dizilişte bile akıveren balını, o balın altındaki serili yaprağını görmüş, almışsa unutamamıştır tadını. Ayrıca yine herkes bilir ki incir ağacının yaprağı tüm dünyada Adem ve Havva, Adam ve Eva ikona, figür ya da resim ve karikatürlerinde çıplaklığı vurgulayan ya da çıplaklığı saklamak için kullanılan örtüdür.

Neyse, “Leke nasıl çıkar?” sorusu için en kısacık çözüm yanıtı “Ilık su ve beyaz sabun!” diyordu.  Deneyip kendim bulduydum hani ve incir sütünün lekesi kendi yaprağıyla çıkar diyen bir cümle çağrışmıştı ya elim yapış yapış olduğunda, elimi yıkayıp dizenin tümünü aradığımda, işte o cümlemin ana fikrinin yazdığım gibi değil yanlış olduğunu da bulduydum ya sonunda...
Meyve lekesini elden ya da giysiden kendi yaprağı giderir ana fikirli bu cümlem anladığınız gibi en azından incir için yanlış kalmış aklımda, hangisiymiş onu açıklamayı da sona saklayayım değil mi?

Ama bu arada incir konusunda dikiminden budamaya, kurutmaya nice bilgiler edindim. Sorsanız usta bir incir yetiştiricisi, hasatçısı, satıcısı, alıcısı, değiştirip dönüştürücüsü ve nihayet uyutucusu olacak kadar bilgiliyim şimdi. İncir uyutur mu? Uyutulur mu? Her iki soruya yanıt evet olacak sınavda. Biri ilaç biri tatlı hali ki onlar konumuz dışı kalsın tarifleriyle.

Evet, incirin o yeşil yumru -koza- hali aslında incir ağacının çiçeği ve tomurcuğu sayılıyor vallahi. Tarım Bakanlığının sitesinden okudum bilgilerin bilimselini. Bilimsel olmayanları ise sanal sitelerin çoğunda var olan magazin sayfaları yazmış, sürüyle bilgi var, sebil gibi. Hayrat yani… Herkese açık alandan ve gerçekten de doğru mu yoksa yanlış mı konusuna fazlaca takılmadan aldım özlerini. Örneğin yetiştirme sırasında, hasat sonrasında ve ülkemizdeki toplam verimin dünyadaki yeri konusunda hap bilgi denecek doğru bilgiler derledim.

İncir ağaçları tozlaşma ile meyve verir duruma geçtiğinden daha fidan alımı sırasında bir dişi bir erkek incir fidanı seçilmeli. Dikim için en uygun dönem ilkbahar. Çünkü kış aylarında incir ağaçları yaprak vermez. Büyük ağaçlar var olan yapraklarını döker. Fidanınsa hayata tutunması için bol su yanında yapraklanabilmesi de gerekli. İçme suyunda istemeyiz ama incir kireçli toprak seviyormuş. Ülkemiz incir yetiştirme ve ihracında ilk sıradaymış. Bu birinciliği kaptırmamak için özenilmeli.

Nem oranı ve sıcaklığı uygun toprak arayan incir ağacının endemik özelliği var. Dünyanın her yerinde değil Akdeniz ve Batı Asya ülkelerinde yetişebilen, yerleşik bir meyvedir. Bu meyvenin ağacı, yetiştiği ülkelerde kutsal ve bereketli kabul edilir. Dünya genelinde incir tarımına değinilirse bu tarımın en çok Türkiye’de gerçekleştiği söylenebilir. Türkiye kadar çok yoğun olmasa da Mısır, Fas ve Cezayir de incir üretiminde söz sahibidir. Aslında incir yurdumuzun her yerinde yetişse de Ege ve Akdeniz’de olduğu gibi sanayi meyvesi olarak değil üretimi, oralarda varlığı meyve severlerin kendi aileleri için yemeye yetecek ağaç dikmiş olmasıyla sınırlı.

Yaz meyvesi incirin yazın ilk haftalarında erkencileri olgunlaşır. Haziranın ilk haftasında ilk hasat yapılır. Ağustosun ilk haftasında ballı kıvama gelen incir türleri toplanır. Çeşitlerine göre olgunlaşma süresi de değişmektedir. Örneğin Sarılop türü incir ancak sonbaharın ilk ayı Eylülde hasat edilirken, Bursa Siyahı, Morgüz ve Sultan Selim türleri için Ağustos tam hasat zamanıdır. Temmuz sonuna doğru yediveren incirleri hasat edilmek için dallarda bekler. Hemen bütün incir türleri yaz mevsiminde olgunlaşır, sonbaharın ilk haftalarına kadar dallarında canlı kalabilir. İnciri tam kıvamında yemek isteyenler erkenciler yerine yazın son aylarını beklemeli.

Hasat öncesinde eksi 5-8 ila artı 40 dereceye kadar yaşayan ve sonrasında verimi düşen incir ağacı ve meyvesinin hasat sonrası kurutulmaya çalıştığı gölgelikte nem oranı yüzde elliyi aştığında çürüyormuş, kurusunu alırken buna da çok dikkat kesilmelisin diyor bir diğer bilgi. Olgunlaşma döneminde yeşil ve sert dokulu olan incir; hasat zamanı geldiğinde mor ya da kırmızı renkli kabuklarıyla ilgileri üzerine toplar. İncir ağacının yakınından geçildiğinde duyulan tatlı ve aromatik koku incir yemeye çağrıdır.

İncir sadece dikildiğinde değil her zaman bol su istediği için yeryüzündeki kapladığı alandan daha fazla yeraltında yer kaplıyor kökleri. Suya erişebilmek için önüne çıkan her engeli delip geçtiği için evlerin yakınına dikilmiyor üstelik, betonu da delip geçebiliyor ve temellerdeki verdiği hasarla yıkımda etkili oluyormuş eylemi. Anlaşılacağı üzere "Ocağına incir ağacı dikmek" deyimi de boşuna deyim olmamış, bu inadı, gücü ve yıkıcılığını atalarımız çoktan deneyimlemiş, belli. E, efsanelerini de yazmadan mı geçelim bu deyimin? İlki şöyle: Cinlerin inciri çok sevdikleri, geceleri incir ağaçlarında yaşadıkları ve hatta cinlerin incir ağaçlarında düğünler kurdukları söylenir. İncir ağacının kökleri yerin dibine doğru indiğinden, cinlerin evlerine uzanıp yaşam yerlerine zarar verdiği ve o köklere tutunarak yer yüzüne çıktıkları, hele geceleri incir ağacı dibine idrarını yapana da musallat oldukları söylenir.  Yine aynı nedenle incir ağacından düşenin de -cinlerin huzurunu kaçırdığı için- mutlaka bir yeri kırılırmış. 
Sonrası bir halk hikâyesinden; Zalim bir bey sarayının bahçesini temizletirken emrindekilere bahçesindeki incir ağaçlarını da söktürüyormuş. Oradan geçen bir derviş o zalime seslenmiş: "Söktürme o ağaçları, birinin ocağına dikmek, hayatını söndürmek istersen lazım olur sana!"
Bilinir ki; incir ağacı viraneleri, harabeleri, terk edilmiş evleri, kuytuları pek sever ve oralarda boy sürer. Fukaranın malına göz diken, zalim bir adama incir ağacıyla zulmünün hatırlatılması bundandır.

Gelelim en son yanlış olduğunu anladığım bilginin doğrusunu yazmaya...
O da tarihi bir efsaneden el alıyor ve şöyle: Tispe ve Premus arasında ailelerinin onaylamadığı bir aşk var. Aşıklar gizli gizli buluşuyor kırlarda. Son gece altında buluşmaya karar verdikleri ağaca Tispe, Piremus’dan önce vardığında, avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşılaşınca korkuyla yakındaki mağaraya koşarken boynundaki eşarbını düşürmüş. Piremus geldiğinde Tispe’nin eşarbını aslanın kanlı ağzında görünce aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe’yi öldürerek yediği olmuş. Tispe’siz yaşayamayacağı için hançerini çıkarıp göğsüne saplamış ve cansız bedeni yere düşmüş. Bu arada Tispe korkusunu yenip aşkını görmek için mağaradan çıkınca yerde cansız yatan Piremus'u ve elinde düşürdüğü eşarbı görmüş. Önce ağlamaktan hiçbir şey yapamamış. Ama eşarbını ve uzaklaşan aslanı görünce olanı anlamış ki öldüğünü düşünen Piremus canına kıymış. Onsuz yaşayamayacağını bilen Tispe de düşünmeden aynı hançeri almış, kendi kalbine saplamış, vücudu Piremus’un bedeninin üstüne yığılmış. O zaman tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istemiş, bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adamışlar. Piremus’un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe’nin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına vermişler. İşte o günden beri karadut ağacı meyvesinin çıkmayan lekesini (Piremus’un kan lekesini), sadece yine o ağacın yaprakları, (Tispe’nin gözyaşları) temizlemiş… Efsaneyi okuyunca üzülmesi gereken ben, yanlışımı bulup, doğruyu da yerine koyduğum için “ Karadutum, Çatal karam, Çingenem” şiirindeki kaynak hüznü geçip bir türkü tutturuyorum: “Karadut parmak gibi oy oy…”

Kim hangisine eşlik ederse etsin… Şiirler var, şarkı, türkü olanları var içinde. Bunca yazıyı bugün gidip kullanacağımız oy öncesi, oğlum yine eve gelmiş, odasında ve odasına giriş çıkışlarını bile özlediğimi nasıl saklayacağımı bilemediğim için yazıyorum. Yani bari uykusuzluğum boşa gitmiyor diye sevineceğim... Sevincim yüzüme yansır ve oğul uyanınca anneyi yine gülümser bulur. Çocuklar üzgün anne görmemeli, gülümseyen bir yüz anımsamak her yaşta her çocuğa güç verir, öyle değil mi?
Çoktandır düzgün uyuyamıyorum ama bugün azıcık dalarım, oğul odasında çünkü, kafam daha rahat gibi. Sonra uyanırım oğul ve babasının minik tıkırtılarına. Birlikte yapıldığında keyifli olan kahvaltımız sonrası gider oy verir ve verdiğimizin kazandığını da görebilirsek umudum ve bu kez umduğum olsun dileğimle kapatıyorum yazıyı, ışığı ve yine kalbime saklıyorum bu huzurlu geceyi.
Olan biteni de akşama ya da gecesinde eklerim.

Gebze, 28.5. 2023, Ünsal Çankaya

(Dip bilgi: Sabaha doğru azıcık daldım, Uyuduk, uyandık, gün aynı gündü, kahvaltı sonrası oy kullandık, baba oğulu İstanbul'a bırakıp döndü eve ve akşamın ilk saatleriydi ki oyumuzun iktidar gücüne direndiğini ama yine kazanamadığını öğrendik. "Olsun!" diye yazdım oğluma, "Olsun! Yaşıyoruz... Hiçbir şey bitmedi ve biz gün olup inciri dalından yiyeceğiz oğul, eskisi gibi olmayacak her şey ama, bizim yaşamımız aynı sadelikle sürecek ve kim iktidar oldu, olacak diye düşünmeden, gelecekten ve günden endişe duymadan yaşayacağımız günler düşleyeceğiz eskisi gibi.") 

 Çağdaş Türk Dili Dergi, Temmuz 2023, Sayı:425


KİMSENİN GİTMEDİĞİ

KİMSENİN GİTMEDİĞİ

Gelseydin O Gün* demiş şair anımsatırken günü,
O gün, hepimizin yüreğindeki yangın, ki sönmüyor.

Tek sözcük veriyor tarihini, olmasın için,
Kimsenin gitmediği o yerin, unutmadığı saatin,
Kimsenin çare olmadığı yangının,
Kimsenin durdurmadığı kıyımın.

Bir ot değil artık, bir otel değil, kuşatılmışlık,
Kuşatılmışlık, karanlıklarla.
MADIMAK, unutmadım, aklımda.

Kör inanca hükmedenlerin, biat edenlerin,
Farz olduğu için kılmadıkları namaz,
Sevap olsun için etmedikleri dua,
İyilik için haykırmadıkları yerdir tanrı adını.
Şeytana atmadıkları taşın adresi,
Isınmak için yakmadıkları ateşin adı,
Gaz döküp, kibrit çakıp, şehvetle kan içenlerin,
Seyirle kalmayıp odun ekledikleri yangın.
MADIMAK, unutmadım, aklımda.

Önceden, kalubeladan beri oradaymış o şair,
Yoluna, yolculuğuna onunla gidenlerle gitmiş,
Yolumuz hep iyiliğe, doğruluğa meselini bellemiş.
Orada yakılanlarla yakılmaktan tesadüfen kurtulmuş,
Sağ kalmaya inanmayışı ayrı, fazlasıyla utanmış.
İnsanın insanı yaktığı bir dünyada,
Yakanlar arasında olmamak bir onurken,
Kalbine oturmuş acı, dilini dağlamış zulüm,
Söndürmeye, dur demeye yetmediğinden gücü,
İnsanlığından utanmış.

Yine de anımsatırken Madımak acısını,
Sen de "Gelseydin o gün" diyor, ölseydik hep birlikte.
Utanmasaydık böyle her gününde şu ömrün,
Yakanlarla aynı yurtta yaşayarak kalmaktan.

Gebze, 5.2.2023, Ünsal Çankaya.
Artemis Dergi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2023, Sayı:21

(* Gelseydin O Gün, Haydar Ünal.)




ŞİİR OKU VURMASIN!

ŞİİR OKU VURMASIN!

Yazdığına uzaktan bak ey kalbim
Yakınlaşıyorsan artıyor hayret,
Dili zehir akıyor cehaletin.

Okurlukta kalmıyorsa göz,
Dedikodu bulup alıyorsa haz,
Devasız gıybetle kokuyor o tuz.

Fındığa sığmalı tüm gamlarımız,
Bir cevizden büyük değil dünyamız
Sevinçle, umutla yaşadığımız.

Şiirin közü az, gülü naz olsa
Kurdu döneniyor içerimizde
Çürüdükçe kav atıyor koz.

Okumak ve anlamaktır töz.
Belki biraz kendi içini bulmak,
Ateşi diri tutup insan olmaktır.

Çünkü yazılanlar kendi öykümüz!

Gebze, 29.9.2016. Ünsal Çankaya
Maraşantiya Dergi, Mart- Nisan 2023, Sayı:8

MAZDAYASNA

MAZDAYASNA
(Ateş duası)

Pervanelikten
Usanmayan böcekler
Dönüp dursa da
Ateş altında.

Yanmasın diye
Buzdan hırkalar örsek
Derviş olana.

Buz dağlarının
Volkan olup alevi
Çabalayıp aksa da
Yaksa bakanı.

İnsan yakanı yaksa,
Seyre duranı yaksa,
Dokunmasa ateşin
İçine atılana.

Yetinmese akmakla,
Emri vereni yaksa.
İyilere kan zulüm
Olmasın diyen dua
Kazandığında.

Cehennem köprüsünde
Kanat takmasa
Kötü olana
Ahuramazda.

Korurdu tanrı
İnsanını insandan
İnsanın şiddetinden
Mazlum olanı.

Gebze, 8.3.2012, 2023, Ünsal Çankaya

(İnsanlık ateşi bulduğunda medeniyete doğru yol almaya başladı.
Yazı ile yaklaştı ve sözünün, şiirinin, resim ve müziğinin en bilinen örnekleriyle insan insanlaştı.
Ama tarihte bir gün, rantın, egonun ve gücün bencilliği ve saldırganlığı buluştu ve Amerika'da direnen 117 kadınla başlayan insan yakma dünyanın çok yerinde devam etti, ediyor.
Bizdeki en acı örnek Madımak, otuzuncu yılında ve hâlâ yanıyor içinde semah dönen gencecik canlarıyla.
İnsanlar artık yanmasın, yakılamasın diye... Ateş eskisi gibi insanı medeniyete ulaştırsa yeniden.
Ve insan insanlığından -artık- utanmasın diyedir dua.)

Gerçek Edebiyat com, 1.7.2023

DAYANAKSIZ

Sevdiğin bir masal içinde değilsen kendi masalını yaratmayı unutma canım oğul.Hem kendi mutluluğun hem senden masal umacak çocuklarını hayal ve gerçekleştirmek ve geleceği yaratmak ve yaşatmak için. "Dayanaksız şiirim içine... " dedim facebuk albümüne yüklediğimde.
Sonra:
"Bu fotoğrafı gördüğümde sızladı içim.
Şiirini yazdım ben o geyiklerin, rengarenk ilmeklerin.
Kendi masalımı anlatmıştım canım oğula...
Sorduğumda anne geyiği de gösteriyordu, Alicanı seveni de, kaybolan bir yavruyu da o yarım cümlelerle. ("Kabolduuu!" deyişin iyi ki kayıtlara alınmış oğul.)
(O halı masaldan anlamayan birinin elindeymiş meğer... Ziyan olup gitmiştir çoktan...
Masal dinlemek ney ki sadece onu dünya kadar sevecek ağabeyimin çocuğu olmak isteyecek bir çocuk olmalıydı o evde. Olamadı.)
Oğul bir buçuk yaşında... Cincan sağ... Canımın içi ağabeyim sağ...
(Cincan oğulun Yaşar dayısının sevgili köpeğiydi.) 10 mart 2023)















DAYANAKSIZ

Suya inerlerdi duvarımızda, ipekti, incecikti rüyalarımız,
Çocuk hülyalarımızla dağlara çekerdi sanki tabloda dostlarımız.
Elimizden yaprak yerdi, ne verirsek yerdi her biri geyiklerin.
Dokunurduk ayaklarına, sırtlarına, dudaklarına,
Sular bulanmaz, ama artardı maviliği o minik derelerin,
Gökyüzüne yol yapardık avcumuz yanana dek,
Yollar bizi döndürürdü oyundaki ovaya.

(Ne annem ne babam kaldı bir kerevette yaşlanıp,
Kemikleri yoruldukça oturup da sırt dayayan.
Ne de ağabeyim var artık -Ev böyle duracak!- diyen,
Gidip, görüp, durduğuna gözüyle görüp inanan.
En son onunla gezdiydim ıssız, sessiz odaları,
İlk gençlik yıllarımızla eşleşip adımlıyorken,
Kimse uzanıp bakmadı ne yataktan ne mutfaktan.
Ağabeyim de anladı yıllanmış tüm mobilyalar,
Böyle susacaklar artık, bizsiz ölecek anılar.)

(Sindirmeye çalışsam da sinmiyorlar yüreğime,
Başıma yıkıldı çünkü kurduğum kâğıttan kule.
Bu dünyada sevgisizler doyuyorlar mala mülke.
Meğer zaten bekliyormuş bu son dokunuşu dünyam,
Dayanaksız kalmak yetti, yıktım eski duvarları.)

Halımız aynı duvara kaç kez yıkanıp asılmış,
Ne ağaçlar azalmıştı, ne gök, ne su, ne geyikler,
Ama onlar da daraldı akıp duran zaman ile,
Üstlerine yağan tozu silkeleyense kalmadı.
Evimiz yapyalnız şimdi, halıda havlar azaldı,
Yaşlandıkça ölüp gitti bizi tanıyan komşular.
Dayanaksız kaldı duvar, dedim orda ne işim var,
Varsın ağlasın anılar, ben bile duramam artık,
Zaten can yok ki özümde akıp bitsin son damlalar.

Dokundum da hayalimde, uçuştular gökyüzüne,
Anılar siyah beyazken renkler biraz havalandı.
Yine çağırdılar beni o bir avuç maviliğe,
Özgür yaşama düşünü bizde unuttuydun diye.
Şaştım biraz, hiçbirisi yaşlanmamış, yavru geyik hâlâ yavru,
Annesi su içiyor, içtiği su yine temiz, hem de asla bitmiyor,
Geyik baba çok boynuzlu, o azametli duruşla yine ovayı kolluyor.

Anne geyik annemizdi, baba olanı babamız, yavru geyikler hepimiz.
Toplanır gelirdi hepsi umduğumca yaşansaydı bize verilen ömürler,
Geyikli halımız gibi solmazdık ki dayanaksız!
Gönlümüzce yürümedi hayal edilen dünyamız.
Fena avcılar dadandı, ablam yaralandı önce, ağabeyimse gurbette!
Kardeşlerim uzaklara dağılmasaydı öylece,
O dereden masal akar, tutar anlatırdım Aykız!

Annemin aynalı sandığı naftalin kokuyor hâlâ, içinde yünlü giysiler.
Çeyizinden bir o kaldı bir de dokuma kilimler.
(O kilimler bende şimdi.)
Aslında Kabe dokulu halılar da vardı bizde,
Dürüp büküp camileri, o sandığa katladıydık.
Ölüm çok uzaktı ama gün olur gelirse olsun sanduka örtüsü diye.
(Ne anneme örtebildik ne babama daha sonra, çünkü evimizden uzak ölüverdi ikisi de.)

Rüyalarımıza bile giremedi o halılar uçuşan yıllar içinde, zaten onları seyredip düş kurulmaz ülke ülke.
Geyiklerse hepimize yüzlerce dağ gezdiriyor, bugün bile, haritanın üzerinde.
Böyle şeyler sanıyorum hacdan gelirdi herkese, yakınlığına bakarak dağılırdı hanelere.
Biz çocuklar masal gibi olanları çok severdik, kahveci güzeli misal bize de uzatır kahve, uzanırdık fincanlara, ya kahve yoksa içinde ya içmeden dökülürse...

Özgün tasarımcıydı annem, aklından örgüler örer, ilk kez çizdiği modeller giysi olur makinede.
Sanatçı ruhluydu çünkü, öyle anlardı güzelden. Geyikli halıda sanat baskındı diğerlerine. İmrenirdi ilmeklere, renge denk düşmüş biçime, nasıl benzemiş gerçeğe anlardı ve anlatırdı sorduğumda masal gibi. Yatağa uzanır sonra doya doya seyrederdim halıdaki o renkleri.
Sanki onlar öğretmendi, çağırırlardı annemi; "Gel dağlara, çiçeklere, ahenkle dök nakışları.
Otur üreten elinle, tasarla biçimlerini, bu tezgâh da senin olsun, vur kirkiti düğümlere!"

Oysa Kâbe dokulu halılar üretmeye çağırmaz da "Dünyadan el etek çek ve bilme yaşamayı!" derdi. Yaşama sevdalı annem bu çağrıyı beğenmezdi. O kadar beğenmezdi ki göz önünde durmasını bile istemezdi onların;
"Yere sermek günah!" derdi gülümseyip inceden. "Duvara asmak ayıp!"
Çünkü "İbadet de kabahat de gizli!" diyen nesildendi, ömrümüzü yaşanası eylerken.

Onları duvarımıza asmadık ve kullanmadık bizler de.
Ölümü çağrıştırıp korkutamasın diye.)

Gebze, 24.10.2022, Ünsal Çankaya.
Şiiri Özlüyorum Dergi, Mart Nisan 2023, Sayı:112







Rahmi Emeç objektifiyle Eskişehir Çatacık Ormanlarında geyik ailesi.






OĞUL

OĞUL

Damla
Yağmur değildir elbet,
Habercisi de.

Yağmuru 
Yüzündeki bulutlar
Göz bebeğine toplanınca bilirim.

Dilerim ki dağılır esen yel ile,
Dilerim gülüş konar göz bebeğine.

Yaz, kış, bahar, güz...
Ömrünün her deminde
Güllerin neşeye açılsın derim.

Bir sevdiğin olsun, sevgisiyle yaşatan
Ömrünün hiçbir günü ram olmasın kedere
Ağmasın bulutların, sakın dönmesin sele!

Gebze, 20.7.2017. Ünsal Çankaya.
Edebiyat Nöbeti,  Mayıs Haziran 2023, Sayı: 46

ÖZLEMİN KALDI

ÖZLEMİN KALDI

Iraksadıkça kalbin özlemin dağ oluyor,
Niye ıraksadığın çözümsüz tek sorunum.
Ağlamadan da olur, haydi dene diyorum,
Deniyorum, olmuyor, figana başlıyorum.

“Yine mi sen!” vurgulu o ıraksı duvarı,
Neden yükselttiğini inan anlamıyorum.
Deneyip yenildikçe doymuyorum acına,
Belki yenilmem deyip bir daha arıyorum,
Şimşeğinle çarpılıp, çakılıp kalıyorum.

Bitmeyen umuduma şaşıyorum yeniden,
"İyiyim" den sonranda sel olup taşıyorum.
Selim dağ aşırıyor, ben orda kalmıyorum,
Akıp gittiğim yere kalbimi taşıyorum.

Bu yüzden duymuyorum eklediğin sözleri,
Bu yüzden kızma canım, anlamıyorum sanıp.
Bil bunu,
Kalbine yaz,
Bana yaşattığını tarihe kazıyorum.

"Ne Kaldı?" sorusunu alıyorum şiirin,
Gidenler gitti kardeşim, inadını kırmaya,
Özlemin kaldı diyen şiiri yazıyorum.
Yaz bunu da kalbine,
Yaz ki unutma beni,
Unuttuğunda eski şarkımla ağlıyorum.

Gebze, 21. 3.2023, Ünsal Çankaya.
Çağdaş Türk Dili, Haziran 2023, Sayı:424

Ömrümün hem kardeş hem de üniversite yillarımda arkadaş olanı, annemin sarı kuzusu. Annemin sarı kuzusuna diye ithaf ettiğim şiirim Ankara, şiirin yüzleri albümünde fotoğrafımla yer aldı.
O uzakta. Hep uzakta. Ölümden ölüme akraba mezarlarında buluşur olduk.
Telefonla arası yok, kimseyi aramaz. Cep tekefonu bile yok hâlâ.

Arayanla uzun konuşmayı sevmez, benim her şeyi yazmamı sevmez. Onun hakkında yazmamı hiç sevmez.
E.. o sevmiyor diye vaz mi geçeyim onu özlemekten, aramaktan, yazmaktan... sevmekten... geçemiyorum.
Beni sevdiğini biliyorum. Bu da yetiyor artık.

HAZİRAN SICAK DEĞİL

 HAZİRAN SICAK DEĞİL

15-16 Haziran direniş demekti,
Sıcaktı, emeğin teri akıyordu asfalta.
Emek ekmeğini yiyormuş gibi mi yapalım şimdi,
Başını dik tutana iniyorken sopalar.

Haziran yaz demekti, meyvesi, hasadıyla.
Yaz gelmeden gelmiş gibi mi yapalım yani,
Henüz bahar bile olmadı bu yıl,
Yağmurlar, seller yüzünden ürün mü var tarlada?

Haziran babam demekti, gülen yüzü, bakışlarıyla.
Aylardan haziran, gün ise pazar, üçüncüsü üstelik,
Babamız sağmış gibi mi yapalım yani,
Babalar gününü kutluyorken babası sağ olanlar,

Ama üç gün sonraya en uzun gün diyeceğiz elbette.
Doğduğum için değil, doğa öyle kurdu diye çarkını.
Günler kısalmaya başlayacak ve her gece,
Kavuşmak istiyor mu diyelim gündüzle eşitliğe,
Uzayıp gidiyorken bir aralık gecesi yenilmeye.

Gebze, 18.6.2023, Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat com, 18.6.2023

DOĞA YASASI

 DOĞA YASASI

Doğa dört mevsim
Bağrındaki canlılar
Yaşasın ister.

Irmakları gür
Ormanı bin bir çiçek
Tutuşu ondan.

Havayı temiz
Toprağıysa verimli
Kılışı ondan.

Tamahımız olmasa
Bozulmazdı dengesi
İnsan eliyle.

Güzellik üretirdik
Kurşunlar değil.

Bir tutam otla doyup
Kıymazdık diğerine.

Ne av ne avlak
Gerekmezdi az ile
Yetinebilsek.

Dağları dara
Çeviren avcı ölsün
Ceylanlar değil.

Suya inen maralın
Aynasıdır yarası.

Gebze, 15.3.2017. Ünsal Çankaya.
Gerçek Edebiyat com,  10.6.2023

İSKENDERUN SÖYLESENE FIRAT VE JALE NEREDE? - ÜVERCİNKA İÇİNDEKİ HÂLİ

İSKENDERUN SÖYLESENE
FIRAT VE JALE NEREDE?

Kış gelmedi deyip durduk aralık ocak boyunca,
Birden geldi, her yere geldi ve oturdu soğuk,
Olanca ayazı, uğul uğul fırtınasıyla.
Batı ve Trakya'da uçtu çatılar, yattı ağaçlar,
Ki gözümle gördüm, uzanıvermişti biri avluda,
Kökü hep dışarda, tahterevallinin yanı başına.

Karla birlikte ayaz da indi doğuya ve güneye.
İnsanlar erken yattılar, ısınmak için, sarınarak,
Battaniyeler altına, su torbası sıcağına.
Uyanacaklardı güya kardan adamlar yapmaya.

Fırat, Jale, arkadaşım, avukat, İskenderun’da.
Neşeyle uyansalardı kahvaltı filan derdiyle,
Haftaya başlangıç için biraz telaş yaparlardı,
Kedi doyar, mırlayarak dolaşır ayak altında.

Uyanmadılar. Ne Fırat ne Jale ne kedi.
Gece yarıyı geçmişti, çoktan ağarmalıydı tan,
Ağarmadı, karanlıktı, yaz ve kış saati değil,
Nasıl sabaha sayarız 04.17 hançerini.

Ben uyumuyordum zaten fırtına çıldırtan ıslığıyla,
Kulaklarımda çınlıyor, camlarımı dövüyordu.
Saymaya çalışıyordum çarpışan tüm şimşekleri,
Göğe fırladıklarında, homurtusunu duyarak
Ürkmeyeyim, çocuk gibi.

On il birden, ilçeleri, köyleriyle,
99 depreminden büyük vuran darbelerle,
Sarsıldı, silkelendi, buruldu ve doğrulmaya çalıştılar,
Binlerce ev, uykunun derinliğine teslim sahipleri ile.

Ne evler doğrulabildi ne de içindeki canlar,
Uyananların birazı çıkamadı sokaklara.
Maraş kahraman değil, Antep gazi, Urfa şanlı,
Malatya, Adana, Osmaniye, çöktüler deprem önünde.
Eşlik ettiler onlara, yolları, köprüleriyle, Diyarbakır,
Adıyaman, Hatay ile Kilis bile.

Bildik tanıdıklar için, tüm yurttaşlar için aynı,
Yıkım olmasın dileği, ölüm olmasın dileği.
Sevinçli haberler almak umut verdi herkese de,
Fırat, Jale bir de kedi düne, güne uyanmadı.

Umutla dedik ki keşke onlar ölmüş olmasalar,
Kedileri kucaklayıp yine pozlar verseler ve
Duyunca da gülseydiler öldüler haberlerine.

Kime soralım ah Fırat, sen yoksun ya Jale de yok,
Eviniz enkaz, kara kedinizi arayan soran olmaz.
Kaçabilmiş midir dersin sizin öldüğünüz evden,
İskender’in küçük yurdu yaşatır mı bir yerlerde?

Ölüm haberinden geçin sözcüğün yakışı ayrı,
Olmasaydı olur muydu sevincimizin göz yaşı?
Enkaz altındaki her can haber olacak mı bir gün,
Sökülen ağaçlar bile girecek mi bir şiire,
Böyle yıkımlar olurken timsahlar ağlasa bile.

Gebze, 7.2.2023, Ünsal Çankaya.
Üvercinka, Mayıs -Haziran 2023, Sayı: 103-104